28 Nisan 2015 Salı

Bibliotech #21, UP #XIV1 , Yalnızlar Mektebi #12, Başka Peron #2, Kuzgun #2

Bibliotech

Gezi protestolarının arkasında gelen sayı ile tanıştığım ki o sayı müthiş yazılar içeriyordu, hatta bir
tanesi neredeyse yazarına tebrik emaili attıracaktı da bana neyse ki böyle hisler uzun soluklu kalmıyor, çok şükür asosyalim, Ankara kökenli felsefi dergi son sayısında Ölüm temasını işliyor. Dosya konusuyla ilgili pek çok düşünürün görüşüne az çok yer verilmiş. Hegel, Foucault, Freud, Novalis gibi. Yazıların ortak noktası ölüm olduğu için hayatın anlamı olduğu etrafında helezon çiziyor. Kant sözlüğü devam ediyor. Sayının kapsayıcılığı Bataille, Haman, Herder ve Schiller'e kadar uzansa da bu ek katkılar çok da sürükleyici bir okuma sunamıyor. İşin aslı Bataille'in aşkınlığı ilginçti.

UP ya da yeni Underground Poetix


Kadıköy'ün kült yayınevi 6.45 tarafından düzensiz aralıklarla ve oldukça kalın ebatlarda çıkartılan Underground Poetix ismiyle birlikte periyodunu değiştirerek okuyucuyu selamlıyor. Anladığım kadarıyla bu sayı 14. ve aynı zamanda ilk sayı. Beat olsun yeraltı edebiyatı olsun arka sokaklara eğilen yayın fazlasıyla batıcı bir politikaya sahip. Dolayısıyla çeviriler yazı ve şiir olarak fazlasıyla yer buluyor sayfalarda. Çeviri demişken birebir kelime çevirmenin kültürel farklılıklara dayalı kadim geçmişi bünyesinde barındıran diller arasında mantık denen şeyi bozduğunu düşünüyorum. Kısacası bazı kelimeleri çevirmemeli, deyimleri çevrilen dildekilerle ikame etmeli vessair. Keyifli okuma böyle olur. Kapak konusu benim de dergi vasıtasıyla tanımış bulunduğum Antonin Artaud'a ayrılmış. Her ne kadar Altay Öktem her şey şiirin konusu olur dese de başlangıçta yer verilen Tool'un şarkı sözü... ne diyeyim şimdi bilemedim. SPK müzik grubu üzerine kapsamlı bir makale ile birlikte kitap, sinema ve diğer konular üzerine post-it notu kıvamında tek sayfalık yazılar derginin sayfalarını tamamlıyor. Şöyle baştan değerlendirilirse şiirin öne çıktığı görülüyor. Bu arada italik yazılarda d harfinin yerini noktaya bırakması bir dizgi hatası mıdır yoksa avantguardlık mıdır pek anlamadım.
Her ne kadar şiirin politikleştirilmesinin estetiğini sıklıkla zedelediğini düşünsem de, zedelemeyenler zaten pek ala, Kerim Atay'ın Bezirganbaşı alıntılanacak kadar etkileyici olmuş. Bir de Onur Özcan metni eklenmiştir.

postallarınla girdiğin o camiyi getirdim sana.
sana süngünü getirdim aç kapıyı...
onsekiz göz getirdim sana, nazara karşı,
başa hükmeden ayaklar getirdim.
imansız hava aracı getirdim uzak huduttan.
yayla çorbası getirdim; bol reyhanlı...
bir grev sözcüsü getirdim fotoğraflardan,
ezelden mücahit bir köse delikanlı!
abide-i hürriyet’ten taze silinmiş
fren izi getirdim sana, aç kapıyı, Hicran!
hint keneviri getirdim yeğene, kızana navluncuk,
yand-aşevleri getirdim; uzak, yakın, torun, torba, akraba...
deniz feneri getirdim sana, garipçe’n aydınlansın da,
reenkarnasyona inansın fakir fukara, garip gureba...
peşkeşe hazır ihaleler getirdim özendiğin çöllerden...
bir otel getirdim sana, teke tüke sakalı... oy madımak!
bir lise getirdim sana... şarapnel mahallesi; gazi...
bir deniz getirdim sana, denizliğinden hes’er yok!
bir kadın, bir kız getirdim tek bedende – ki kadın mı kız mı sen merak etme;
ismi e.a., ismi n.ç., ismi yüzlerce alfabe...
şahtın, şahbaz getirdim. getirdim tüm zencileri...
mağdur pehlivan, malum türkücü, derin tv, pala sabri...
bozuk sütten çıkmış AK kaşık getirdim sana,
yan gelip yatma yeri getirdim ege’den.
domuz bağı, filistin askısı, gaz, cop, mermi getirdim,
bir de karar mahkemeden...

sana üç değil,
tam beş çocuk getirdim.

aç kapıyı bezirganbaşı.
kapı hakkı;
sana sonunu getirdim.
ben her zaman...

Onur Özcan - Ölmek İçin Uygunsuz Burası

Ölmek için uygunsuz burası. son için yakışıksız.yanlış…vurabilirim kendimi ama burası değil-belki seattle-, hava gazıyla boğabilirim ya da ama paris değil burası – belki auschwitz- her şeyin dibini ya da sonunu görebileceğim bi yer burası. alkolün, kahkahanın,uykusuzluğun, junkın, amın,gözyaşları ve yalnızlığın… ama yaşamın değil. bi akıl hastanesinde kendimi asabilir, bi gökdelenin paratönerine tırmanıp yıldırım düşmesini bekleyebilir, venezüela’da karşı devrim örgütleyip kurşuna dizilebilir, benÖlüm’de kaplanlarca parçalanabilir, güneşin içine atlayabilir ya da güneş sisteminin dışında bir gezegende altın vuruş yapabilir, chiapas’ta vurulabilir, antartik açıklarında kendimi yakabilir, montana’da kafama sıkabilir, otuzlarda barcelona’yı kuşatmaya giderken falanjlara yakayı eleverebilir, deniz ayıları kurtuluş cephesi adına güney afrikada intihar komandoluğu yapabilir, kronstad’ta ya da makhnovsthina’da kızıl ordu’ya direnirken alnıma bi kurşun yiyebilir, meksika’da bir uyuşturucu çetesine kafa tutup bedenimi milyonlarca eş parçaya böldürebilir, vietnam’da sağanak napalm altına anadan üryan sırtüstü yatabilir, kör gecede bir kürt köyünde alevler içinde yanabilir ya da gazze’de bir panzerin altına yatabilir,kız arkadaşımı düzerken orgazma yakın bir anda şah damarımı kesebilir, pisa kulesinden atlayabilr, bi alabalık çiftliğinde boğulana kadar kafamı suya batırabilir, bi demiryolu kenarında yüksek alkolden nalları dikebilirim. ama burada, antalya’da gelmemeli son. direnmek değil bu, azim ya da inat değil, yaşama dört kolla sarılmak saçmalığı hiç değil.sadece burada ölmek istemiyorum.çünkü en sıradan ölümlerin bile bir görkemi vardır,olmalı.kimse için bir şok etkisi yaratmayacak olsa bile kıymetlidir ölümler, ölüler için. ama burası uygun değil, yakışıksız…zira ölümün bile saygınlığını yok edecek kadar berbat bu siktimin kenti.

Başka Peron


Özgecan'a adanan ikinci sayının ilk sayfalarını hayli politik değerlendirmeler kaplıyor. Çoğunluğu kadınların kaleminden çıkma bu yazılar ortodoks sosyalist fikirler bağlamında değerlendirmelerini ortaya koyuyor. Feminist duyarlılık beklerken, beklemeye alışmışken bu minvaldeki yazılar şaşırtmadı değil. Edebi olarak doğan boşluğu Selim Bektaş'ın daha önceden yayımlanmış bir öyküyle kapamaya çalışması dikkatten kaçmıyor. Fahrenheit 451 ve Yüzyıllık Yalnızlık kitapları hakkında makaleler bulunuyor bu sayı. Şiir köşeleri ise yine sadece iki isme emanet.

Yalnızlar Mektebi


Üzerimde nedense sağcı olma intibası, ki problem değil aslında bağnaz değilim ama dolaylı ya da dolaysız iktidar güzellemeleri okumak istemiyorum en azından bu alanda, bırakan dergi son sayısını fantastik kurguya ayırıyor. Bir yanıyla eleştirdiğim, yıllardır hep aynı mevzular, bir yanıyla da takdir ettiğim, bu mevzulara farklı bir bakış açısı getirmeleri gibi, bir dosya olmuş. Açalım: Branden Sanderson'lar, Patrick Rothfuss'lar hiç gelmemiş gibi, hatta hatta George RR Martin fırtına estirmiyormuş gibi, hadi onları geçtim yılların emektarı Michael Moorcock, Dragonlance ve Forgotten Realms yazarları, Robert Jordan, Ursula LeGuin, Raymond Feist hiç yokmuş gibi yazıların hala ama hala Tolkien bazen C.S.Lewis ve tabi ki Harry Potter'ı baz alması moral bozucu. Hala her dosyada Harry Potter'ın çevirmeni Sevin Okyay ya da Barış Müstecaplıoğlu ki tek yerli yazar kendisi değil, ile yapılan röportajların aşılamaması bir eksik. Gel ve de gör ki hayatımda okumadığım, ilk filmini bile üç kez başlamama rağmen dayanamayıp bitiremediğim Harry Potter üzerine yapılan röportajda paylaşılan o fan tutkusunu okumak çok keyifliydi. Fantastik kurgu üzerine yazılan, hayatta gerçek diye bir şey yok ki her kurgu fantastik zaten, ispatını ortaya koyan makaleler olayın farklı bir noktasına parmak basıyordu. Farklı olma çabasını lezbiyen vampirler üzerine kitap değerlendirmesinde de görüyoruz. Ayrıca yer verilen öyküler de fantastik kurgu izlerini vurguluyor. Cem Özüduru'nun Kek'i ve Tolga Aydın'ın Kök Kutsalsa'sı gayet iyiydi örneğin. FRP net portal sitesini hazırlayanlarla da bir söyleşi içeren dergi şiirlerinde UP'de olduğı gibi Kaan Koç'un yanısıra Nurullah Eren, Ahmet Mücahit Bülbül (bkz azcık aşağı) ve Ahmet Keskinkılıç'a sayfa ayırıyor. İki tane Tolkien şiiri yer alıyor, daha ne olsun! Kapak, evet kapak daha iyi olabilirdi.

hıncını benden aldı kör baykuş,acımasız orman
ve uludu kurtlar, acım kocadıkça
ben de ne kadar ölünebiliyorsa bu dünyada
işte o kadar öldüm
tüm eve dönenlerin ciddileşen yüzlerini görerek
ve hatta taşıyarak yanımda bir kaçını


Kuzgun

İkinci sayıyı internetteki sayfalarından okuyabildim. Format aynen devam ediyor. Tıpkı dinamik, sürükleyici yayın politikası gibi. Altay Öktem müstehzi yazılarıyla eğlenmeye eğlendirmeye derler ya düşünürken güldüren, devam ediyor. Röportajlarda son kitabı ile can Ursula ablamızın şimşeklerini üzerine çeken ve işte sadece bu sebeple nefret ettiğim isim Kazuo Ishiguro ile birlikte Hayko Çepkin'e yer verilmiş. Bu son söyleşide ısrarla aşk temasının zorlanmasını pek anlayamadım. Deniz kabuklarının tarihten bugüne resim sanatındaki yerini irdeleyen ve sayfalar süren yazı oldukça ilginç. Melih Cevdet Anday üzerine yazı ister istemez tadımlık kalmaya mahkum bu ebadıyla. Tarihte unutulan metinler köşesine ise Nahid Sırrı Örik'in bir öyküsü konuk oluyor. Şerhh ve Gard isimli şiir dergi ve fanzinleri değerlendiriliyor son sayfalarda. Şiirleri sayfalarda yer bulan şairlerin isimlerini, sanal ortamda bir dergiye bir de bu siteye girip bakıp yazmanın zorluluğu sebebiyle yer vermeyeceğim bu sefer. Öykü, biraz daha öykü fena olmazdı yalnız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder