30 Nisan 2013 Salı

Siddhartha - Siddhartha (1998)

Space rock ile Pink Floyd tarzı progresif/saykedelik rock tarzını dengeli bir şekilde harmanlamakla tarif edilen grubun ilk ve tek çalışması. Aslında Abd menşeli bir plak şirketindeki karar vericiler arasında ses getirmiş olacak ki bir kaç sene önce farklı bir isimle yapılan yeni baskısı da dar çevrede paslaşan prog rockçılar arasında ilgi alaka doğurdu. 70'lerin Anadolu rock furyasından sıkılmış olacaklarını düşünüyorum. Bu arada yine kendi kendimize propaganda yaptığımız bir dönemi geride bıraktık. Halbuki enternasyonal prog rock sevenler derneği üyeleri radarlarını Kamboçya gibi egzotik ülkelerin müziklerine yöneltmişlerdi. Biz de onlar arasındaydık. Neyse, türe çok da hakim olmadığımı defaatlen söylediğim için kısa keseceğim. Genelde sözsüz olan parçalar hareketli olmasalar bile bizim toprağın canlılığını naklettiriyor dinleyiciye. Genelde sözsüz olan parçaların sadece yerel ezgilerle dolu olduğunu söylemek mümkün değil. Zira çok ahenkli bir çeşitlilik yakalanmış durumda. Baroque ismi üzerinde hoş bir parça, misal. Klavye soloları vs sebebiyle tanımlandıkları space rock felan sıfatını anlamıyorum çünkü işin içine uzay girdiyse lazer ciyuvlamaları, yıldız şakımaları, uzay gemisi motoru horuldamaları ile dolu bir sound bekliyorum ister istemez. Alakası yok. Yerine klavyenin ama özellikle gitarın alıp başını gittiği , bateri ile sirtaki yaptığı Nervous Breakdown gibi bir şarkıda ise o kafa halini yakalamak mümkün. Yerellik yine de albümün geneline yayılmış durumda. Kervan'daki hınzır melodiler hoş bir örnek bu minvalde.

8,0/10

28 Nisan 2013 Pazar

Yevgeni Zamyatin - Biz

1984'e (George Orwell), Cesur Yeni Dünya'ya (Aldous Huxley), Otomatik Piyano'ya(Kurt Vonnegut) ilham kaynağı olmuş olan bu kitap yazıldığı erken döneme rağmen hakettiği bilinirliğe kavuşamamış. Distopya denilen karamsar bir geleceğe odaklanmış hikaye örgüsünde ortaklaşan bu romanlar arasında öncülüğün bayrağını taşıyan Biz, Sovyet devriminin aksaklıklarından ilham alarak yazıldığı için uzun bir dönem anadilinde yayımlanma imkanı bulamamış. Telif haklarının olmamasından dolayı bir çok farklı yayınevinden baskısı çıkan kitabın okuduğum versiyonu İthaki'ye ait. Yazarın kendi önsözünü içeriyor. Keşke başta göndermede bulundukları Bülent Somay'ın ve Zamyatin'in makaleleri de eklenseymiş diye düşünmekteyim. Bu baskının diğer bir özelliği de romanın Rusça'dan doğrudan çevrildiği tek örnek olması.
Gelecekte yine büyük felaketler ardından insanlık kendini cam fanus benzeri bir şehir ile doğadan tecrit etmiştir. Yaşadıkları dairelerin duvarları bile camdır. Her şey şeffaf ve kontrol altındadır. Evlerin panjurları, vatandaşların ilgili bürolara belirledikleri eşlerinin isimlerini kaydettirip pembe izin kağıdıyla eşlerinin evlerine gittikleri saat 10-11 arasında kapalıdır sadece. Zaman ve yapılacaklar saat saat programlanmıştır. Dinlenme aralarını dahi binler, omuz omuza sıra olup sokaklarda yürüyerek geçirmektedir. Biz yani toplum olgusunun bireyselliği yokettiği bu otoriter gelecekte insan değil numaralar mevcuttur. İntegral  ismindeki uzay roketinin mühendisi olan ve sistemin ateşli savunucusu D-503'ün fikirleri "yine" bir kadın sayesinde sarsıntıya uğrayacaktır. Aşık olduğu kadının bu camdan kent dışında saklanan insanlarla bağlantısını ve şehir içinde de asi grubunu yönlendirdiğini sonradan öğrenecektir. Diğer yandan yaşadığı çelişkiyi ancak bir hastalıkla özdeşleştirebilmektedir. Zira sistem de gittikçe yayılan bu salgını kontrol etmek için çalışmaya başlamıştır. Hastalığın adı verilmiştir: Hayalgücü. Integral sayesinde diğer yıldızlara kaçmayı planlayan asi grubun planları suya düşünce bir tür iç savaş yaşanır. Bu esnada insanları tamamen robotik hale getirecek kitlesel ameliyat operasyonu da yürürlüğe konmuştur. Nihayetinde bu gerilime dayanamayan D-503 sevdiği kadına ve asilere ihanet ederek ameliyat masasına gönüllü yatar. Kitap ki aslında D-503'ün günlüğü formatındadır, bu şekilde sonlanır.

25 Nisan 2013 Perşembe

Beyonce - From The Beginning - The Best (2009)


Rihanna'dan, Lady Gaga'dan önce Beyonce vardı. Ondan önce de Jennifer Lopez, daha önce Britney Spears. Madonna'ya kadar gideriz amerikan pop endüstrisinin sunduğu bayan ürünlerini saymaya kalkarsak eğer. Tabi bir de erkek cins-i taifesi var. Timbırlend Justin, yeniyetme tatlı Biber Justin'den tahtını geri alabilecek mi? Marslı Bruno fason bir balon mu? Ama hakkını vermek lazım bu popçuların. Arkalarındaki devasa ekip sayesinde gayet eğlenceli, eğlenceli ve saman alevi gibi sönen hitleri piyasaya sürebiliyorlar. Eğlendik vallaha, kimimiz içten içe, kimimiz klaplarda. Lakin kaçınız kaç Beyonce hitini hatırlar şimdi. Yardım edelim. Bu derleme Destinys Child döneminden başlayan bir süreçten itibaren Crazy In Love, Halo, Independent Woman, Naughty Girl,  Survivor,  Lose My Breath, Say My Name, Irreplaceable, Single Ladies (Put A Ring On It) ve Bootylicious gibi hitleri hatırlatıyor bize. Ama bir gariplik yok mu dikkatli dinleyiciler, size söylüyorum. Bu şarkıların yarısı Destinys Child şarkısı. Evet, Beyonce grubun en güçlü silahıydı. Ama bu şarkıların tek sahibi o mu? Kendimi kirletilmiş ve bir paçavra gibi kenara atılmış hissettim şimdi. Hani bu Beyonce best of'uydu? 
Bir de If I Were A Boy'dan tiksinti duyuyorum ve Amore Gitane'de flamenko ruhunun  zedelendiğini düşünüyorum.

6,75/10

24 Nisan 2013 Çarşamba

Stratovarius - Elements Pt. 2 (2003)

Prfff, pofff, aaa, ımmm, hmmm. Evet, evet. Elbette hoş yine hoş de hoş. Gruba biraz müsamahayla yaklaşabiliyoruz. Her ne kadar yavaş bir versiyonla karşımıza çıksa ve balad üzerine balad sıralasa da. Ama sınıra mı geldik ne? Özellikle kendi kendilerinin, önceki işlerinin parodisini yapar duruma düştüklerini gördükten sonra... Bu noktada tat kaçıyor işte.

6,75/10

23 Nisan 2013 Salı

Deathspell Omega - Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum (2007)

Karanlığın disharmonik süvarileri atlarını sürüyorlar yine. Her zamanki kaotizmin ve rassal riflerin (bazı rifimsiler) eşliğindeki bu albüm, her nedense en az özümseyebildiğim çalışması oldu DSO'nun. Sınırlarını zorlamayan insan, bir köle ve insanlığın düşmanıdır kuplesiyle zenginleştirdikleri felsefelerinin propagandasını yine konsept albüm aracılığıyla yaparlarken değişen şey, dinleyicilerin ahval ve şartı olsa gerek. Yoksa izledikleri çizgi hep aynı doğrultuda ve yükselen bir grafik içerisinde. Yalnız şarkıların intro ve outrosundaki ambiyatik kısımların beklenilen ürperticiliği yakalayabildiğini söylersersm yalan söylemiş olurum. Yine de Bela Bartok'u anımsatan soundun gürültü ve sessizlik arasındaki şizofrenik dalgalanımı güzel gerilimler biriktiriyor. Yani bildiğimiz DSO bu, determinizmin burçlarına doğru atılan hücum dalgasının başını çekiyorlar.

8,25/10

21 Nisan 2013 Pazar

M. Hardt & A.Negri - İmparatorluk

Gelecek hafta burnumun kenarına konferansa gelecek olan Antonio Negri, ortağı Michael Hardt ile bu kitabı yazmadan çok önce de ortodoks olmayan Marksizm üzerine  çalışmalar yapıyordu. Başta Foucault ile Deleuze-Guattari ikilisi olmak üzere post-modernist felsefeyi post-marksizm ile harmanlayarak oluşturdukları bu ideolojik  kılavuzun derli toplu yapısı biraz da yeni Manifesto sıfatıyla tanımlanmasına vesile oldu. Tabi diğer cenah tarafından da Marksist ideolojinin ucubeleştirilmesi olarak nitelendirilmesi de kaçınılmazlığını da yaşadık gördük.
Kitap özellikle metod ve devrim sonrası gibi sorunsallıklardan uzak durarak bunu zamana daha doğrusu deneyimlere havale ediyor. Kitabın derdi özet olarak başlangıç sayfalarında bahsettiği görüşlerin okuyucuya benimsetilmesi. Elimdeki 6. baskı ile minimum 15000 civarında satıldığını düşündüğüm (ne kadar okundu, ne kadar anlaşıldı, muamma) görece popüler bu kitap elbette içerdiği post-modern fikri altyapı sebebiyle anlaşılması güç dolambaçlı bir yazım tekniğine sahip olsa da hemen öncesinde okumuş bulunduğum Doğu Batı yayınlarından çıkan Günümüzde Yeni Siyasal Yaklaşımlar derlemesi sayfalarında kazandığım , İmparatorluk yazarlarının sıklıkla dipnot vasıtasıyla selam göndermekten geri durmadıkları post-modern filozofların görüşlerine aşinalık sebebiyle bir nevi Hızır oldu yetişti, faydasını gördüm. Yazarların çerçevesini çizdiği görüşleri madde madde özetlemeyi tercih ediyorum. (Bitimden sonra baktım da ben de pek bi madde göremedim)
İmparatorluk ve emperyal düzen emperyalizmin bittiğinin göstergesidir. Ulus-devletlerin gerilemesi ile birlikte egemenlik, ulusal ve ulus-üstü kurumlara dayanan bir biçime bürünmüştür. Bu yeni düzen monarşik, aristokratik ve demokratik işlevlere sahip karma bir modele sahip olması, iktidar merkezinin yokluğu ve dışarısının olmayışı ile tanımlanır. Dolayısıyla devrimin öznesi de sistemin içinden çıkacaktır. Özne, halk, kitle, ulus değil proletaryayı da kapsayan çokluktur. (halk, kendi içinde homojenliğe yönelir, farklı olanı dışlar, iradesini temsilliyet ile yansıtır, ulus ise madun kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silaha dönüşebilir, bu cihette savunma hattı olması durumunda ilericiyken egemen bir ulus haline gelir gelmez hakim bir güce dönüşerek devrimci  niteliğini yitirir. Zaten devlet, ulusal kurtuluşun zehirli hediyesidir. Diğer deyişle, Post-kolonyal ulus-devlet kapitalist piyasanın küresel örgütlenmesi içinde asli ve tabi bir unsurdur.) İmparatorluk, merkezsiz ve yersizyurtsuzlaşmıştır. Yine de ABD ayrıcalıklı bir konumda yer almaktadır. Emperyal dönüşümün fikri ve maddi altyapısı bu topraklarda doğmuştur.
Aslında imparatorluk, çokluğun özgürlük arzusuyla yürüttüğü sınıf mücadelesine karşılık modern iktidar makineleri tarafından verilen karşılıktır. Yani imparatorluk, çokluğu öncelemez. Nasıl burjuva devrimi feodaliteye monarşiye karşı atılmış ilerici bir adımsa bugün anti-emperyalizm adına ulus-devletin yeniden canlandırılması için yapılan gayretler karşısında imparatorluk ilerici bir adımı temsil eder. Yerelliği savunma yönündeki sol strateji, bir çok durumda emperyal makinenin gelişimine yardımcı olan yerel kimlikleri destekleyerek zarar verici bir role bürünür. Yani emperyal makinenin yürüttüğü küreselleşme ve yersizyurtsuzlaşma süreci ile yerelleşmeyle çelişmez.
Emperyal otorite modeli, iki koordinat tarafından belirleniyor: İstisnai durumlara hükmetme amaçlı tüzel güç ve polis kullanma kapasitesi. Yani global ölçekte temel adalet değerlerine gönderme yapılarak haklılaştırılan sürekli bir acil ve istisnai durum yaratılarak polislik hakkı meşrulaştırılıyor. Los Angeles ve Granada'dan Mogadişu ve Saraybosna'ya, her emperyal savaş bir iç savaştır, bir polis eylemidir. Emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşlar bitmiştir. Emperyal düzenin öncelikli müdahale araçları STK lar ise diğerleri de medya ve dini örgütlerin olduğu diğer ahlaki araçlardır. Bu araçların arkasından askeri müdahale ya da pratikte  uluslararası onay almış polis eylemlikleri gelir.
Günümüzde Foucault'un tezleri doğrultusunda disiplin toplumundan kontrol toplumuna bir geçiş sözkonusu. Bu süreç biyo-politik olarak tanımlanıyor. İktidar da bu doğrultuda biyo-iktidar olarak isimlendirilebilir. Kontrol toplumu rizom ağ şebekelerinden oluşmaktadır. Hayatın kendisi artık iktidarın bir nesnesi haline geldiğinden direnişler de bu ağ şebekeleri aracılığıyla toplumun tümüne yayılacaktır. Mücadele artık en zayıf halka gibi coğrafyalarda kısıtlanmayacak,  imparatorluğun her noktadan saldırılabilir olduğunu gösterir şekilde yaygınlık ve etkinlik kazanacaktır. 
Öznellik önceden verili ve kökensel olmayandır, en azından belli bir oranda toplumsal kuvvetler alanında oluşur. Özne, dönüşlü bir biçimde, bizzatihi kendi eylemleriyle işlenir. Kurumlar öznelik üretiminin yapılacağı özel bir yer sağlar. Emperyal dönemde ise öznellik üretimi bu özel yerlerle olan sınırlılığı aşar.
Biyo-politik komuta makinesi tarafından inşa edilen bu yeni düzen aslında her zaman kriz ve bunalımlara gebedir. Bu onun doğasıdır. Kendini vareden küreselleşmenin yaratıcı gücü çokluğun devinimleri,örneğin sınır göçleri, bir yandan sistemi beslerken diğer yandan kontrol dışı unsurların çoğalmasına sebep olur. Ve her isyan sistemde bir şok dalgası yaratır. Diğer deyişle çokluğun yersizyurtsuzlaştırıcı iktidarı, imparatorluğun sürmesini sağlayan üretken bir kuvvet olduğu kadar onun yıkılışını talep eden ve zorunlu kılan bir kuvvettir de. Yeni mücadele figür ve özneleri de konjonktür içinde belli olur.
Emperyal stratejinin sloganı; içine al, farklılaştır, yönet olarak olarak özetlenebilir. Moderniteden emperyal egemenliğe dönüşüm göstergeleri şunlardır: halktan çokluğa, diyalektik muhalefetten melezlik idaresine, modern egemenlikten İmparatorluğun yokyerine, krizden çürümeye geçiş. Bu geçiş ilk ABD den kaynaklı hiyerarşik çizgilerle paralel olarak dünya piyasasının yeniden biçimlenmesini sağlayan kolonilerin özgürleşme süreci, üretimin aşamalı olarak merkezsizleşmesi ve birbirini izleyen evrimler yoluyla disiplinci üretim  rejimini ve disiplinci toplumu  dünya çapında yayan uluslararası ilişkiler çerçevesinin oturtulması gibi aşamaları izlemiştir.
Yazarlar, ortodoks Marksizm'den farklılıklarını şöyle ortaya koyarlar: Kapitalist sömürü ilişkileri her yere yayılarak fabrikayla sınırlı olmaktan çıkış ve bütün toplumsal alanı işgal etmiştir. Öte yanda, toplumsal ilişkiler toplumsal üretimle ekonomik üretim arasında herhangi bir dışsallığı imkansız hale getirerek üretim ilişkilerini tümden sarmıştır. Üretici güçlerle tahakküm sistemi arasındaki diyalektiğin artık belirli bir yeri yoktur.Emek gücünün nitelikleri (fark, ölçü, belirlenim) artık kavranır olmaktan çıkmıştır, aynı şekilde sömürü de artık yerelleştirilemez ve nicelleştirilemez. Aslında sömürü ve tahakkümün nesnesi artık özgün üretici faaliyetler değil, evrensel üretme kapasitesi, yani soyut toplumsal faaliyet ve onun kapsayıcı gücü haline gelmektedir. Bu soyut emek yeri olmayan bir faaliyettir, ama yine de çok güçlüdür. Ortak şekilde çalışan kafaların ve kolların, zihinlerin ve bedenlerin bütünüdür bu, hem ait-olmamadır, hem de canlı emeğin yaratıcı toplumsal yayılışıdır, hareketli ve esnek işçilerden oluşan çabası ve arzusudur, aynı zamanda entellektüel enerjidir ve entellektüel  ve duygulanımsal emekçiler çokluğunun dilsel ve iletişimsel inşasıdır.
Buradaki kilit kavramlar açıklanmalıdır. Maddi olmayan emek, hizmet üretimine dayanan ve çoğunluğunca enformasyon ve bilgi alışverişi üzerine kurulan emek türüdür. Bilgisayar ve iletişim sektörleri yoğun bir örnek ise diğeri de insani ilişki ve etkileşime dayanan duygulanımsal emektir. Sağlık ve eğlence endüstrisi örneği verilebilir. Bilgisayar ve iletişimle ilgili işlerin dayanıklı malların imalatını dönüştürecek bir etki yaratacak işler haricinde rutinleşmiş simge manipülasyonuna (veri girişi ve operasyon sektörü gibi) dayanan emek türü ile birlikte maddi olmayan emek üç türde somutlanabilir.
Emperyal yönetimi belirleyen dört öğe üne sürülür: Politik amaçların yönetimi, bürokratik araçların yönetiminden ayrılma eğilimine girmiştir. Yani monolitik bürokrasiler farklılık temelli ve çoklu araçsal mantığa göre değerlendirilir. Bu yüzden emperyal yönetim (2. ilke) bir dağıtma ve farklılaştırma mekanizması olarak çalışır. Modernitenin evensellik ve herkese eşit muamele ilkeleri terk edilmiş olunur. Yönetsel eylem asıl olarak stratejik değildir ve meşruluğunu heterojen ve dolaylı araçlardan alır. Son ilke ise yerel etkililiktir. Yerel otonomluk emperyal rejimin gelişmesinin olmazsa olmaz nitelikli temel koşulunu oluşturur. Bu bilgilerin ışığında emperyal düzende de yönetim sorununu gerçekte komuta sorunu olarak değerlendirme zorunluluğundayız. Bu komuta bomba, para ve ether kavramlarıyla simgeleştirilen üç metod sayesinde sağlanır. İlk ikisi gayet açıkken etheri anlayabilmek için  radyo dalgalrının iletimini sağlayan madde tanımını yapmak yeterli olacaktır.
Biyo-politik unsur arzu açısından ele alındığında, somut üretimden ve eylem halindeki insan birlikteliğinden başka bir şey değildir. Bu üretim, insani yeniden üretimdir, meydana getirme gücüdür. Çokluk, kendi tekilliğini olumlar, emeğiyle her bir küresel ilişki noktasında insan gruplarının biyo-politik tekilliklerini öne çıkarır. İmparatorluğun yok-yerinde yeni bir yer tespit eden bir tekillik, ortak faaliyetle üretilen, dilsel cemaat tarafından temsil edilen ve melezleşme hareketleri tarafından geliştirilen bir gerçeklik konusundaki bir tekilliktir. Biyo-politik öz örgütlenmedir.
Bize sunulan çıkış yolu şudur: Öznenin ontolojik anlamda yerinden edilmesi. Göçerlik ve ırksal karışma...
Çokluğun talepleri küresel yurttaşlık ve kendi hareketini kontrol hakkı yani göçlerin yasallaşarak göç hareketlerinin kendisi tarafından kontrolü ,olup olmayacağı, nereye ve nasıl olacağına karar verme gücü gibi. Diğeri ise herkes için toplumsal bir ücret ve garantili bir gelir. Son talep ise üretim araçlarının yeniden sahiplenme hakkıdır. Günümüzde bu talep, bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrole dayanmaktadır. Nasıl geçmişte profesyonel işçi ve kitlesel işçi figürleri öne çıktıysa bugün kendi değerini kendisi biçen, esnek ve göçebe tarzı üretici toplumsal alanında faaliyet gösteren toplumsal işçi figürü başat konumdadır.
Herhangi bir -izm ile kendimi sınırlamayan biri olarak bu saptamalar güncel kanıtlara sahip olmakla beraber başta reddedilen emperyalizmin varlığı ve hadi emperyalist demeyelim de güçlü ülkeler arasındaki rekabet ve işbirliği ilişkilerin, ulus-üstü sermaye ile ABD ve ulus-üstü sermayeile ulus-üstü politik yapı AB arasındaki son krizde ortaya çıkan ilişkilerin eksikliği beni rahatsız eden noktaları teşkil ediyor. Spinoza'dan beri bilinmekle beraber Çokluk terimiyle ilgili güçlü imalar (tanım demekten kaçınıyorum) daha sonra kitap yazma ihtiyacı gerektirecek derecede zayıf olduğu aşikar. Söylenmekten kaçınılan şey  küreselleştirme karşıtı sosyal hareketlerin eylemlilikleri de gözönünde bulundurularak Kıvılcımlı ve İbni Haldun görüşlerindeki durağan toplumsal yapılara barbar müdahalesinin ilericiliğini konu alan tezlerin uyarlanması gibi duruyor. Bu noktada batı işçi sınıfı ile göçmenler arasındaki çelişki hakkında da pek bir şey söylenmiyor. Kendi arasında tanım gereği heterojen olan çokluk neden ortak hareket etsin? neden sistem karşıtı arzuda ortaklaşsın? Maaşı  tam da yukarıda söylendiği gibi standart ya da adil bir ücretlenmeden uzak, işyeri içinde BİR tarafını oluşturduğu taktiksel oyun sayesinde , yani iş becerilerinin oyun becerisinin sadece bir parçası olduğu bir masada belirlenen beyaz yaka bir çalışan nasıl iş arkadaşlarıyla bir kader ortaklığı kursun? Çokkültürlülük ve çokkültürlü varoşlaşmanın atomizeliğine meyleden Londra çokluğun neresine düşer? Kısacası modern daha doğrusu post-modern zamanların önümüze getirdiği sorular en azından çözüm aşamasında hala havada asılı duruyor.


18 Nisan 2013 Perşembe

Nirvana - Bleach (1989)

Nirvana'nın ilk albümü her zamanki gibi Kurt Cobain'in vokal zenginliği ve normalden bir kaç kadre daha sert sludgy gitar tonu ile dikkat çekiyor. Grunge döneminin fırtınasına yakalanmış biri de olmadığım için ne çok bir bilgim ne de nihayetinde bilmiş bilmiş söyleneceğim var. Sadece bir iki bir şeycik.
Bir zamanlar çekme kasetler Beyazıt'da da satılırdı. Kapağı turunculu kırmızılı bir Nirvana derlemesini de oradan almıştım. Dinlemiştim de dinlemiştim. O kadar vakit geçmiş ki ve bii o kadar vakit geçmemiş. O zamanlar padişahım çok yaşa diye bağrınıldığı günlerdi. Sadece padişahlar değişti.
Bir de ne mutlu ki metal-grunge çekişmesinin tozubulutu dindi. Şimdi tarihte yerini almış alternatif rock gruplarına daha bir nesnel yaklaşım sözkonusu. Albümde sevmediğim işkence misali sürndüren Paper Cuts dışında her şarkının ayrı ayrı gözlerinden öperim. Aslı bir cover olan erken dönem Offspring hınzırlığını taşıyan Love Buzz ise istisnai bir yer tutuyor. Oryantal gitar rifi üzerine kurulu diye özetleyeyim. Günümüzdün zapturapt altına alınmış duygu fakiri müziğin karşısında güzel bir emsal olarak duruyor.

9,0/10

17 Nisan 2013 Çarşamba

Cloud Nothings - Attack on Memory (2012)

No Future/No Past ve 9 dakika süresi içinde şık bir solo da barındıran Wasted Days ile estirdiği fırtınayı albümün gerisinde koruyamasa da bu gayet amerikan albüm akılda kalıcı hoşlukta , tadımlık bir dinleti sunuyor. Çocuksu vokalin  hayatın gerçekliği karşısında gençlik denilen rüyadan uyanıp yaşadığı veya öngördüğü hayal kırıklığını yırtıcı vokal ile pekiştirdiği bu başlangıç, albümün geri kalanına da hakim olan çok da gürültüye bulanmamış gitar soundu ile birlikte  2012'yi pek de ve hala sevdiğimin bir kanıtı olarak ışım ışım ışıldıyor. Diğer şarkılarda da duyduğumuz dinamik bateri darbeleri ile tamamlanan sound bize aslında 90'ların başında memnuniyetle dinleyicisi olduğumuz varoşların ve kasabaların beyaz pop-punk tarzını ( ve hatta bilakis Smashing Pumpkins) hatırlatıyor. Gel gör ki Our Plans ve No Sentiment gibi parçalar biraz öne çıksa da bestelerin albümün girizgahını yakalayamaması hep bir olumsuzluk olarak akılda yer tutuyor. Nihayetinde damakta bir lezzet oluşuyor yane.

8,50-/10

16 Nisan 2013 Salı

Stan Getz & Joao Gilberto - Getz/Gilberto [featuring Antônio Carlos Jobim] (1964)

Tam da tersine bir şey söyleyeceğim. Bu latin caz albümünü kulağınıza yakın dinlemeyin. Tam bir background hatta asansör müziği olmasından dolayı uzakta hoparlör vasıtasıyla dinlemek anlamlı hale geliyor. Aksi takdirde sara krizine, aman Allah korusun, sebebiyet verecek derecede sıkıntılara gark olabilirsiniz. Bir kere sıkıcı temposu ki günümüzün o soğuk ve baygın chill out müziğini esinlediği kesin, albümü tek seferde dinlemenize engel oluyor. Ardından itici ve tekdüze erkek vokalin saldırısına maruz kalıyoruz. Bayan ablamız arada bir devreye girince güneş doğuyor, çiçekler şakıyor, kuşlar açıyor :) Arkadan latin ritimleriyle piyano ve çısçısçıstan öteye geçmeyen bateri. Neyseki saksafon çalan ağbimiz sayesinde ortam biraz renkleniyor. Evet latin popuna bossa novasına cazına önyargılıydım. Ne kadar da haklıymışım yafu. Tabi bunlar benim özbeöz kendi düşüncelerim. Copyright! Yoksa bu albüm  gelmiş geçmiş en iyi caz albümleri arasında çoktaaan tarihteki yerini almış durumda. Aman orada kalsın

5,50+/10

13 Nisan 2013 Cumartesi

RETRO: Gamma Ray - Rebellion in Dreamland (1995) Single

Land of the Free albümünden albüme adını veren şarkının yanısıra Rebellion in Dreamland alınmış, yanlarına yine önceki albümlerinden A Time Goes By  eklenmiş, son olarak da tarif  Heavy Metal Mania ismindeki cover ile tamamlanmış.Şarkıarın güçlü olduğu şüphe götürmez. Ve bir single için de içerik gayet dolu. Ancak nihayetinde single yani tekçalar.

7,50/10

12 Nisan 2013 Cuma

Unknown Mortal Orchestra - II (2013)

Ben hayatımda bu kadar tatlu az şey dinledim. Vokaller soul lezzetinde müzik nostaljik tınılarda, bestelerde hafiflik, bir öğleden sonra boşvermişliği yaz başlangıcı tembelliği var. Ritimler bu doğrultuda hafif sallanmalık.Yer yer farklı, hicrani duygular bassa da, Faded In The Morning isimli şarkı örneğinde olduğu gibi, albüm bütün haliyle ve elbette muhteşem vokal sayesinde unutamayacağınız bir dinleti sunuyor. Tür olarak saykedelik pop ve rock olarak tanımlanıyorlar. Ama daha ötesi bence. Rock müziğinin henüz soul köklerden kopuştuğu bluesy (sadece hissiyat olarak söylüyorum) anlara götürüyor dinleyiciyi. Üstte bahsettiğim parçanın yanısıra So Good At Being in Trouble, No Need For A Ladder gibi şarkılar öne çıkmakla birlikte albümün kusuru soundun, şarkıları birbirine fazlasıyla benzetmesi.Yani besteler konusunda biraz daha gidecekleri yol bulunuyor. Grubun bu ikinci albümü, beni takip edin diyor kısacası. Zaten isim ve albüm kapağı gibi detaylar da bize müziklerinde yakaladıkları titizliği gösteren ince işi emareler.

7,75-/10

10 Nisan 2013 Çarşamba

Erkin Koray - Erkin Koray (1973)

Daha dün havanın dengesizliğine dem vurmuşken bir gün içinde salya sümük ıksırık tıksırık hasta oldum. Durumumun dakika dakika ağırlaştığının farkına varmam sadece limonlu ıscak içeceklere daha bir abanmama sebep oldu. İş n'aapcan? Çalışacaan. Kederini elemini akıtcaan. Popüler kültüre yaptığımız geleneksel göndermeden sonra Erkin Baba'nın ilk albümüyle özümüze dönelim. O zamanlar albümler aslında genel olarak çifte şarkı içeren 45lik plakların bir nevi derlemesi olarak hazırlanıyordu. Dolayısıyla Erkin Babanın müzikal kariyerini bir miktar daha geriye götürmek gerekli. Evet Erkin Koray hal ve tavır olarak dahi, yerli rock tarihinde büyük izler bıraktı. Ama şahsen özellikle arabeske, açık açık böyle tanımlayabiliriz zira Mısır'daki şarkıların melodileri üzerinden yazdığı şarkılar var, meyletmesinden hiç hazzetmedim. Neyse ki bu albümde daha çok halk müziği etkisini görmek mümkün. Diğer yandan Sana Bir Şeyler Olmuş , aslında dünyaca ünlü başka bir  parçasının yerli versiyonu. Yine dünyada o dönemler popüler olan progresif pscyche (yazamam ben onu yazamam)  okulunun da etkisi sirayet etmiş durumda. Özellikle Silinmeyen Hatıralar, Aşka İnanmıyorum, Seni Her Gördüğümde gibi daha meyhane ama hijyenik temiz bir meyhane  tarzına yakın parçalar daha bir hoşuma gitti de Kızları Da Alın Askere neden bu kadar abartılır ona aklım yetmedi işte.

8,0/10

9 Nisan 2013 Salı

RETRO: Sentenced - Down (1996)

Sentenced'ı uzun aradan sonra yeniden dinlemeye başladığım gün güneş açtı. Hava kapandıkça aldığım keyfi hatırlar gibi oldum. Elbette bir ölçüde, zamanında o kadar çok dinledim ki şimdi aynı şeyleri hissetmeyi bırak melodiler sığ bir dalga gibi üzerimden geçiyor yafu sendromunun etkisini de unutmamak lazım. İstanbul'un dengesiz havası gibi, şikayet edecek değilim, neyseki Cumartesileri güzel alışageldiğin tersine, albümü dinlerken bir coşuyor bir sönüyorum atmosfere bağlı olarak. Şu an da yağacak gibi. Öyleyse Sentenced çok güzel. Finlandiya çok güzel. Darağacında sallanan ilmik pek güzel. Bu grup sonuçta her hangi bir türle sınıflandırmanın zor olduğu bir müzik yapıyor. Sentenced müziği deyip geçiyoruz. Özellikle ilk albümlerinde Metallica vokali ve Iron Maiden rifleri çok belirgin olsa da intihara meyilli ayyuka sözleri ve arabesk tavırları sayesinde rahatça gotik sıfatıyla da yakıştırılıyorlar. Bu hem güçlü hem de Aşil topuğu özellikleri. Hatta biraz Rasmus ya da HIM gibi yapmacıklık konusunda insanı bir kuşku alıp götürse de Finlandiya'nın havasına suyuna yoralım gitsin. Gençliğimde bunları dinlerken ne çektim be gülistan hatta. Albümdeki her şarkı birbirinden kıymetli birbirinden değerli. Noose, Sun Wont Shine, I'll Throw the First Stone eşitlerden daha birinci gibi.
Eski günlerin hatrına biraz da..

9,0-/10

7 Nisan 2013 Pazar

Franz Kafka - Şato

Şimdi bir terbiyesizlik yapıyor ve hiç danışmadan başka bir sitedeki yorumu aynen kopyalıyorum. Çünkü edebiyat içinde yorumu yormadan kısa ve öz haliyle meramını anlatmak en sevdiğim şeylerden biridir.

"Romanın başında bilmediği bir küçük köye gelen K. (Kafka bu karakteri (K.) birçok eserinde kullanmıştır, muhtemelen kendisidir), burada kendini kadastrocu olarak tanıtır… Bunun, doğaçlama mı olduğu yoksa K.’nın gerçekten mi oraya atanan bir kadastrocu olduğu belirsizdir… Kadastrocu, meslek olarak, ne alt tabakadan bir insan ne de şatoya girebilecek kadar üst tabakadan biridir… Tam anlamıyla arada sıkışıp kalmıştır… K., bir yandan elit şato memurlarına kendini göstermeye ve ispat etmeye çalışır, bir yandan da köyün çeşitli kişilerine (öğretmen, ayakkabıcı, garson kızlar, arabacılar vs.) kendini saydırmaya… K., ne onlara ne de şatodakilere yaranabilecektir… Öyle ilişkiler kurar ki, bunlardan kimisi içten ve samimi, bazıları tam olarak çıkar ilişkisidir… Ama, K, bunların hiçbirinin bir faydasını göremeyecektir… İçten sandığı kişiler art niyetli, tam tersine toplumdan dışlanmış olanlarsa iyi niyetli çıkacaktır… K., neredeyse evlenmek üzer olduğu garson kızın aslında, bambaşka niyetleri olduğunu kitabın sonunda öğrenecektir (ama Kafka romanı burada yarım bıraktığı için, hikayenin sonrası ne yazık ki bilinemiyor)… Köyde kalmak ve şatodakilerle görüşmek uğruna K., muhtarın önerisi ile köy okulunda hademelik yapmayı bile göze alacaktır… Bu arada, evleneceği garson kızı metres tutan üst düzey amir Klamm’la görüşmek tek amacıdır… Ancak, ona bir türlü ulaşamayacaktır…Şato, bürokrasinin her şeyini, her yönünü temsil etmektedir… Köydekiler ise şatonun (devlet otoritesi) karşısında tam anlamıyla çaresiz vatandaşları… K., bu ögelere (otoriteye) karşı çıkmayı ne düşünür ne de buna yeltenir… Bütün istediği, öncelikle şatodan, bir birey olarak kabul görmektir… Sanki K., şatodan kabul gördüğünde her şey yoluna girecek, var olduğu tespit edilecek, birey olarak özgürlüğüne kavuşacaktır…"
Kitap, K.nın kıyafetleri üzerine yaptığı yorumlar sayesinde han sahibinin eşinin dikkatini çekmesi ve en azından altta da olsa bazı bürokratlarla iletişimi sağlayabildiği noktada sona eriyor. Kafkaesk atmosferin güçlü silahı melodramatik sonu sorgulatan bu mecburi bitiş durağı, belki de yazarın sahte bir umut sunarak okuyucuyu alaycılığına ortak ettiği yoğunlaştırılmış bir saldırının ilk hamlesidir.
Yukarıdaki yazıdakinin aksine Dava'da olduğu gibi karakterin etraftakilerin telkinine kulak vermediğine ve kendi kafasının dikine gittiğine tanık oluyoruz. Hatta K., yılmaz bir şekilde hırslıdır ve bu bürokratik yapı içerisinde, çarklar içinde paye sahibi olmayı düşlemektedir.

http://www.filmlervekitaplar.com/franz-kafka-sato-romani-yorum-kafka-filmi-fragmani-steven-soderbergh-jeremy-irons.html

5 Nisan 2013 Cuma

Stratovarius - Elements Pt. 1 (2003)

Ya, ben bu grubu seviyorum. Her ne kadar bu albümleri öncekilerini mumla da aratsa, her ne kadar progresif metalin esintisini bile ellerini yüzlerine bulaştırsalar da, senfonik ve epik çeşitlemeler beslenme çantası ve suluk taşıyan ilkokul (sanırım bu aparatlar da çocukluğumuz gibi nostalji oldu değil mi?) çocuklarının elinden çıkmışçasına kulakta yankılanıyorsa ve her ne kadar tizlerde favori olacak bir vokale sahip de değilseler ilginç bir çekicilikleri var üstümde. Uzun ve dağınık kalsın demişler bir de hepsini tekmili birden yayınlamamışlar. Devamını aynı sene içinde çıkan yaratıcı ismiyle Elements Part 2. de dinlemek mümkün. şşt bi gelsene canım... demek istiyor caaanım ve bonus Run Away ve Judas coverı Bloodstone ve Soul of a Vagabond ve Papillion diyerek sözlerimi noktalıyorum.

7,25++/10

3 Nisan 2013 Çarşamba

Summer Fades Away - We Meet the Last Time, Then Departure (2012)

Kararsız bir post-rock albümüyle karşıyayız. Misallerle gidelim. İlk şarkı Love Song, piyanonun sadece ambiyans olarak değil post-rock'ın biriktirmeli dinamizmine katkıda da bulunarak kullanılması ile dikkat çekiyor. Adamboyu melodiye batıyoruz. Takip eden şarkıya ise arkadan arkadan flüt sızıyor. Diğer yandan müzik kutusu tınıları eşliğinde nostaljik bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. Bu ruh hali Gary Moore tarzı romantik elektro gitar soloları sayesinde bir miktar daha perçinleniyor. 3. parça ise maalesef hakkında konuşacak kadar bir materyal sunmuyor, geçelim canım. Yukiho ile birlikte flütün ve folklorik ezgilerin ağırlığı bir bahar rüzgarı edasıyla bir söğüdün şarkısıymışcasına üzerimize çöküyor. Unutmayalım ki grup taaa Çin'den çıkıp geliyor. Ve son iki şarkı neticesinde de albüme damgasını vuran ortaklığı romantizm ile tanımlayabileceğimizden bir kez daha emin oluyoruz. Ama kendi içinde, bahsi geçtiği gibi, homojen bir sounda sahip olmaması elemanların bir miktar kafa karışıklığı yaşadığını gösteriyor. Yine de potansiyel tavanda, evelallah!

7,50/10

2 Nisan 2013 Salı

Liturgy - Aesthethica (2011)

Grubun bu ikinci albümü , tek kişilik bir gösteri galiba grup demişken, ilk albümünden de fazla ses getirdi ve hala dinleyiciyi carrt diye orta yerinden bölmeyi başarıyor. Öncelikle herkes grubun has hatta belki de tek elemanının kendini beğenmiş ve kendini fazla ciddiye alan itici tavırlarına kıl oluyor. Fakat o başka, müziği başka diyip devam edenler de var. Bunlar da ikiye ayrılıyor. Özellikle pitchfork gibi metale entel ve tabi ki yusyuvarlak gözlüklerinin arkasından bakan indielerin bu albümü göğe çıkarmalarına kıl olanlar. Ve aman tanrım, ne orijinal, tam bir manifesto edasıyla yaklaşanlar. Burada üçüncü seçeneği ben oluşturuyorum. O kadar da avangarrt değil arkadaş yafu abartmayın. Tam tersine oldukça değişik müzikal fikirlerin bir manada harcandığına tanık oluyoruz burada ki üzücü. Bir tersine daha, amerikan usulü vokalin çığlık çığlığa, cümlelerin anlaşılmaz bir şekilde müziğe karıştığı ve ritmin alttan alttan gaz verdiği atmosferik black kısımları, yani hiç de yenilikçi takılmadığı vakitler albümün güçlü tarafını oluşturuyor. Yoksa çok da hoş bir ritmin, abartmıyorum arkadaş 7 dakika boyunca sündürülmesi pek akıl karı değil. Bkz. Generation. Zira akapella Glass Earth bile tartışmalı. Süt içmiş viking ergenler korosu gibi tınlıyor. Plağı takılmış Laz türküsü Helix Skull mı müziğin ufkunu açıyor? Geçelim tek kalemde!  Bununla birlikte albüm, True Will ve Harmonia gibi devasa parçalar da içeriyor. Ki onlar bile monolitik değil. True Will yine yanık tenli çıplak vokalin bir girizgahıyla başlıyor. Glass Earth ise bir nevi Harmonia'nın introsu oluyor. Bu noktalarda iyalektik bir sentez yakalanmış durumda.

7,50-/10