Mali'li Tuareg grubun konser albümünü ağzım açık bir şekilde dinlediğimi biliyorsunuz. Bu albümdeki şarkıların bir çoğu da Taksera'ya girmeyi başardığı için kıyaslama yapmam mümkün görünüyor. İnanın canlı kayıttaki ruh ve heyecan ayrı bir şey. Yine de, yine de bu güzel kapaklı albüm ki grubun sanırım üçüncü uzun çaları oluyor, göz ardı edilemez. Geleneksel Tuareg müziğini bluesy bir orkestra ile birleştirip büyülü bir yolculuğa dinleyici davet eden Tamikrest'i basit cümlelerle tanımlamak haddimiz değil. Dinlemeniz lazım. Ama önce Taksera'yı dinlemeyin, onu sona bırakın.
8,25/10
31 Temmuz 2016 Pazar
30 Temmuz 2016 Cumartesi
Fire! - She Sleeps, She Sleeps (2016)
İlk şarkı süresiyle temposuyla albümün özetini geçen damardan vuran hit bir parça iken ikincisinde saksafonun inlemeleri feryat figan kulaklarımızı dolduruyor. 7. dakikasında başlayan kısa müdahale dışında şarapla iyi gitmediğini söyleyebilirim. Üçüncü şarkı bateri liderliğinde açılıyor, biraz tribal ritimler egemen, tuk tak tak tuk..takatuk..Saksafon atmosfer yaratmak için devreye girse de geçiş parçası olma özelliğinin ötesine geçemiyor. Son parça tekdüze beş yıllık plan dahilinde ilerlemekle beraber post rock tınılarını hissetmek mümkün. Ya da benim mesai ötesi sonrası kafam güzel. Neyse grubun bas, saksafon ve bateri'den ibaren bu kadar yalın bir soundla bu kadar irkiltici bir müzik yapabilmeleri ilginç. Amma benim tercihim bağlantıları oldukları Fire! Orchestra olacak ki 2016 yılı albümleri dinleme listeme aldım. Bir kulak da onlara atacağım. Tür mü? Öncü caz.
6,75-/10
6,75-/10
27 Temmuz 2016 Çarşamba
RETRO: Motörhead - Overkill (1979)
Grubun hiç bir zaman hastası olmadım. Ama bu demek değil ki hiç bir zaman ölmeyeceğini zannettiğim metal ilahlarından Lemmy'ye saygı duymam, bilakis hayranıyım. Kendine has viski sigara ikilisinin pişirdiği sesini de severim. Rahmetli, bizim üzerimize toprağı atar derdim, öyle olmadı. İlk dönem çalışmalarından Overkill'i tanımlamak gerekirse ritmik, enerjik, blues altyapılı hard rock diyebiliriz. Elimizde kuralları katı bir şekilde belirlenmiş bir heavy metal rehberi yok. Ruhuyla tavrıyla bu şekilde sınıflandırılsa da grubun yaptığı işleri ben hep hard rock'a daha yakın bulmuşumdur. İlk albümler ve bir de 80'lerden Orgasmatron'du sanırım, aklımda kazınan çalışmaları bunlar. Çoğu kayıtta olduğu gibi bu albümün de bir lokomotif parçası var: Overkill. Şöyle etraflıca bakınca iki üç favori parça daha yanına iliştirebilirsiniz. Bonus parçaları ile birlikte değerlendirildiğinde ise bir kaç hafife kaçan çalışma da yok değil. Notum kıt gelebilir, zira müziklerini genel olarak arayıp özlediğimi söyleyemeyeceğim, bilirsiniz renkler zevkler... Tabi sert müzik dinleyip Motörhead'i dinlememe ayıbını yapacağınızı düşünmüyorum.
7,50/10
7,50/10
26 Temmuz 2016 Salı
RETRO: Moonspell - Wolfheart (1995)
İlk dinlediğim ekstrem metal kayıtlarından biri olmasından ötürü hayatımın albümü olarak belki abartarak listelediğim Moonspell'in bu çıkış albümünü tekrar dinlemeye oldukça çekindim. Demon&Wizards gibi bir hayalkırıklığı yaratabilirdi nihayetinde. Yıllar sonra döndüğümde bir kaç kez dinlemenin ötesine geçememiş ve hatırasına zarar veririm diye korkmuştum. Neden? Çünkü müzik öyle bir şey ki zamanın ruhu ile, dinleme tecrübenizle ve bağlantı kurduğunuz anılarla, yaşanmışlıklarla değerlendirilebiliyor, değerleniyor. Neyse ki Moonspell'in black metal etkili bu gotik kaydı hala taş gibi. Alma Mater hala eskimiyen bir yara. Moonspell yeni duyduğum bir grup olsaydı ve Wolfheart'ı ilk kez dinliyor olsaydım beştebeş ondaon olarak puanlamazdım. Olsun, anısı var, daha fazla irdelemenin gereği yok.
25 Temmuz 2016 Pazartesi
Yabani #1 #2 - Plüton #3 - Hiç #6 - Düşünbil #53
Küçüçük içi dolu fıçıcık bilimkurgu fantastik korku çizgi roman dergisi Yabani'nin ilk sayısını arayp bulamamışken mahalle arasında kelalaka bir marketin dergi rafında görünce kapağın yırtık olup olmamasına bakmaksızın, ki yırtıktı demek ki takılmışım bu mevzuya, satın aldım. Başkaları, işin duayenleri öykü öykü kare kare dergiyi anlatmış zaten. Bu sebeple hoşuma giden ürünlerin ismini anacağım. Ergene'de Yaz ve Misafirler'in çizimleri,sadece çizgisiyle değil öyküsüyle de Kralına İsyan ve süper öyküsüyle Bebek Fabrikası. İkinci sayıda da devam eden Şeytanın Gölgesi biraz hit and miss olmuş. Hikayenin aktarımı kesik kesik, kopuk kopuk ama iyi bir hikaye. İlk sayının tanıtım sayfalarını internette inceleme fırsatı bulmuştum. Basılırken karanlık ve belirsizlik hakim olmuş sayfalara. Kısacası basım kalitesi sorunlu. İkinci sayıda Şeytanın Gölgesi sonlanıyorken Kralına İsyan şenlenerek devam etmekte. Öykülerden Açık Artırma korku öğesini öne çıkartıyor. Yazarı Giddar'dan tanıdığımız Erbuğ Kaya. Yolcu ise fantastik kurgu güzelliğinde. Devrim Kunter'in hem çizer hem de hikayeci olarak desteği tam gaz devam ediyor. Baskı kalitesinde gözle görülür iyileşme, kendilerini geliştirerek daha iyiyi hedeflediklerinin bir işareti. Kapak pek bir şık. Çizerlerin birbirinden farklı yönelimleri sayfaları zenginleştirmekle beraber tartışmaları tetikleyebilecek riskler de alınmış durumda. İnşallah böyle devam maşallah.
Plüton dergi, şık tasarımı ile iddialı bir duruş sergiliyor. Katı ve fasit bir daire içinde hapis kalmayan bunun yanında sağlam bir politikaları oldukları izlenimi veriyorlar. Üçüncü sayılarından itibaren takip etmeye başladığım için ve manifesto tarzı bir yazılarını görmediğimden dolayı şimdilik bu saptama izlenim seviyesinde. Sadece şiir ya da öykü yok, film ve dizilere, sergilere, kitaplara, müziğe ve fanzinlere de yer verilmiş. Diğer yandan çizimler de es geçilmemeli. Dünya yazınından Mayakovski ve Anders Olsson da sayfalarda yer bulabilmiş. Şiirlerine yer verilen isimler Cüneyt Eşberk (mevsimlerden ki çay tadındadır her ayrılık/ raf raf boş bardaklar her biri hatıra dizili/ kırılacak kalbim gibi elinde bekleyen...), Bengi Nur Güvenç (Atılan her çentik artık daha kararlı.), Mikail Burak Özkar, Batuhan Perker, Emrah Sağlam,Onur Budak, Umut Köksal, Tozan Alkan (acı:yeraltı ırmağını/göğe taşıyan gözyaşı.), Pesimist Münzevi Adam, Toprak Şems Özcan (sevgi denen şey/güzeldir süveyda'm/sarılmakla elimize yüzümüze/bulaşabilir gerçi), Fırat Kadaganlı. Öykü, deneme ve diğer düzyazılarda ise Bora Aşık, Ali Oktay Özbayrak, Reyhaniye Kaya (bu sayıdaki favori öyküm), Eric Rose, Burcu Meltem Tohum, Kürşad Gürses, Hakan Keskin,Hasan Uğur Gür, Hazal Battaloğlu veYusufcan Artunal'ın imzalarına rastlamak mümkün. Bir eleştiri, yaptım ettim'li lirik şiirler sıkmadı mı?
Meksika Açmazı (Mikail Burak Özkar)
Hakan'a....
tüm meksika için bıyığımdaki romantik amerika!
birinci tutulan tabanca:
-burdayım!-
taşıdığı yükten habersiz bir hamal serseriliğinde
okyanus tıpası açılışını bekleyerek
tüm mumları dikip kalbime
us'lu köşemde
portakalları
ankebutla soyuyorum
kaç liraya aldığımı unuttuğum bu merdiven çıkarmıyor beni allah'a
bir balık olmamak için sudan çokça korkuyorum
ibrahim'in odunlarına mı çevirir beni bu şaşkınlığım, bir balığa....
kendini göğe bırakmaklardaki o kanaviçe kırgınlık
sevgilinin konuşturulması için yalvaran bakışlar
yahut etini durmadan çiğneyen yamyam
gibi bir şey
-se
çaresizlik
ağzıma düşen payı üfleyerek duraksadığım bütün günlerde bulabilirim.
kûn fe yekûn
dilim sürçse, seni sevdiğimi söylesem sana
hiç beklenmedik bir anda gelen muştuyla
kalkıp
bitmeden atılan sigara izmaritlerinin yüreğimizde
göstere göstere çaldığı minareler
ve o minarelerin sırtımızı dayadığımız gölgeleri
kaçacağım tutuyor, hayatta olduğumu bilmesen inanıyorum aslında
ikinci çekilen tabanca:
şimdi öyle bir susmalıyız ki bütün dilsizlere inat olmalı bu duruşumuz
ve kurtarılacak bir şey kalmalı hayattan
ardına bakmadan gitmeli ve dönüp hiç gitmediğimiz yerlerde
daha önce hiç kimse aşık olmamışcasına
bağırarak şarkılar söylemekten vazgeçmeyerek....
ki ben bütün hayal kırıklıklarımı devletin ellerine bıraktım, umarım onları da yerler
inandım çünkü devletin kanının kuruduğuna!
seni her gördüğümde kendi ölüm ilanına rastlamış bir serçe gibi
ürken kalbim.
kendi romanına kahraman olarak doğan ve
bi' başkasının hikayesine nokta olarak bitenlere
bir paranteze alma işlemidir yaşamak
ki insan yaşadığı müddetçe ölümle tehdit olunur.
kaç kere daha kaybetmeli bir kere daha kaybetmek için
hep beni mi bulur o kurşun?
çünkü
bir gün ben bir japon olsam, hiroşima'ya gitsem
ibretler yüklesem zırhıma yine de bir baltaya sap olmam
çünkü bir gün ben bir japon olsam
yine de seni sevmeyi
düzenli hayata
sabah dokuz akşam altı mesailerine
refah yaşam seviyesine, borsanın hepçe kazandıran dalgalı kuruna
ve ya çokca seyehatlere
ve bir kere olsun kapadokya'yı görmeden ölmemeye
tercih etmem.
üçüncü çekilen tabanca:
dünyaya geldim, kimse nezaketen kolonya tutmadı
peygamber'in halid nerede sorusu üzerine medine'ye koyulan halid aceleciliğiyle
geçtim sudan görüntülerinizden
kitaba, kitaba
ve kitaba!
sığınmaktan başka bir çare bulamadım.
ağlamak, değil dindirdiğinden.
kalemimdeki kemiği durmadan kanatan ve durmadan dindiren
bir yerden bir yere hep yürüyüş mesafesindeki bu küçük şehirde
senin sokağın uzakta bir ülke gibi kalırdı.
kalbim çarpıyor, bir yerlere....
"korkma ya ebâ bekir, allah bizimle!"
Eyersiz ve Atsız (Anders Olsson)
fırlatıp atma güneş yılını
omzunun üzerinden
eyerim yok diye
atım yok diye
süvarinin gülüşü
dik tutuyor seni
boşluk
ayakta tutuyor
tomurcuğun içinden
yeni fışkıran yaprak
solup giden yaprak
kazandığın her şey
kaybettiğin her şey
dik tutuyor seni
herkes için ya a hiç kimse için
yağan yağmur ve
sofora ağacının dansı
ayakta tutuyor seni
sevdiğin her şey
dik tutuyor seni
Herkesin şair, herkesin yazar olduğu bugünlerde Hiç dergisi'nin önemli bir eksikliği giderdiğini daha önce belirtmiştim. Abdülhak Şinasi Hisar, kimin aklına gelirdi? Elif Sarıaslan ve Büşra Şengül'ün kaleme aldığı doyurucu dosya yazısının bayağı bir mesai aldığını tahmin etmek zor olmamalı. Ayrıca yazarın anılarından bir derlemeye de yer veriliyor. Bununla kalmıyor, dergi Cemil Kavukçu ile yapılan bir söyleşiye, iki sayfalık Oğuz Atay değerlendirmesine, Charles Dickens'ran Georg Eliot'a yazılan hayran mektubuna, Halit Ziya Uşaklıgil sempozyumuna, sahafçılık üzerine inceleme yazısına da sayfalarında yer ayırıyor. İki öykü, iki deneme, Muhsin Bey'den Gönül Yarası'na Şener Şen, kitap ve film kritiği ve bir şiir ile sayı sonlanıyor. Arka kapağı ise Ahmed Arif, Nazım Hikmet ve Orhan Kemal alıntıları süslemekte
Düşünbil dergisi benim gönlü nazarımda biraz dalgalı bir seyir izliyor. Sayılarında bazı ilginç yazıları basmakla beraber sayıları, sayfa dolduran gereksiz makalelerin de işgaline uğruyor, gibi geliyor bana. Foucault dosyasını içeren bu nüsha da çok farklı değil. Foucault'nun kendisinden ziyade diğer felsefecilerle mukayesesi, dolayısıyla eleştirel bir okuma dikkati çekiyor. Foucault ve Lacan: Üstat Kimdir?, Foucaultçu Queer Teorisine Lacanyen Bir Eleştiri, Marx ve Foucault'yu Birbirine Bağlayan Entelektüel Soyağacı, Feminist Teori ve Michel Foucault gibi başlıklara bakmak bile yeterli. Bir duruşu sergileyen bu tavır elbette sağlıklı. Ama içeriğin biraz daha doldurulması gerekmez mi? (ki bazı makaleler elbette kesinlikle boş değil) Cogito'nun özel sayısı ya da Madan Sarup'un Post-yapısalcılık ve Postmodernizm'i geliyor aklıma. Dergi ayrıca Yücel Dursun söyleşisine ve Felsefe'nin neden Türkiye'de bir meslek olarak seçilemeyeceğine dair güncele yönelik vurucu bir yazıya yer veriyor.
Plüton dergi, şık tasarımı ile iddialı bir duruş sergiliyor. Katı ve fasit bir daire içinde hapis kalmayan bunun yanında sağlam bir politikaları oldukları izlenimi veriyorlar. Üçüncü sayılarından itibaren takip etmeye başladığım için ve manifesto tarzı bir yazılarını görmediğimden dolayı şimdilik bu saptama izlenim seviyesinde. Sadece şiir ya da öykü yok, film ve dizilere, sergilere, kitaplara, müziğe ve fanzinlere de yer verilmiş. Diğer yandan çizimler de es geçilmemeli. Dünya yazınından Mayakovski ve Anders Olsson da sayfalarda yer bulabilmiş. Şiirlerine yer verilen isimler Cüneyt Eşberk (mevsimlerden ki çay tadındadır her ayrılık/ raf raf boş bardaklar her biri hatıra dizili/ kırılacak kalbim gibi elinde bekleyen...), Bengi Nur Güvenç (Atılan her çentik artık daha kararlı.), Mikail Burak Özkar, Batuhan Perker, Emrah Sağlam,Onur Budak, Umut Köksal, Tozan Alkan (acı:yeraltı ırmağını/göğe taşıyan gözyaşı.), Pesimist Münzevi Adam, Toprak Şems Özcan (sevgi denen şey/güzeldir süveyda'm/sarılmakla elimize yüzümüze/bulaşabilir gerçi), Fırat Kadaganlı. Öykü, deneme ve diğer düzyazılarda ise Bora Aşık, Ali Oktay Özbayrak, Reyhaniye Kaya (bu sayıdaki favori öyküm), Eric Rose, Burcu Meltem Tohum, Kürşad Gürses, Hakan Keskin,Hasan Uğur Gür, Hazal Battaloğlu veYusufcan Artunal'ın imzalarına rastlamak mümkün. Bir eleştiri, yaptım ettim'li lirik şiirler sıkmadı mı?
Meksika Açmazı (Mikail Burak Özkar)
Hakan'a....
tüm meksika için bıyığımdaki romantik amerika!
birinci tutulan tabanca:
-burdayım!-
taşıdığı yükten habersiz bir hamal serseriliğinde
okyanus tıpası açılışını bekleyerek
tüm mumları dikip kalbime
us'lu köşemde
portakalları
ankebutla soyuyorum
kaç liraya aldığımı unuttuğum bu merdiven çıkarmıyor beni allah'a
bir balık olmamak için sudan çokça korkuyorum
ibrahim'in odunlarına mı çevirir beni bu şaşkınlığım, bir balığa....
kendini göğe bırakmaklardaki o kanaviçe kırgınlık
sevgilinin konuşturulması için yalvaran bakışlar
yahut etini durmadan çiğneyen yamyam
gibi bir şey
-se
çaresizlik
ağzıma düşen payı üfleyerek duraksadığım bütün günlerde bulabilirim.
kûn fe yekûn
dilim sürçse, seni sevdiğimi söylesem sana
hiç beklenmedik bir anda gelen muştuyla
kalkıp
bitmeden atılan sigara izmaritlerinin yüreğimizde
göstere göstere çaldığı minareler
ve o minarelerin sırtımızı dayadığımız gölgeleri
kaçacağım tutuyor, hayatta olduğumu bilmesen inanıyorum aslında
ikinci çekilen tabanca:
şimdi öyle bir susmalıyız ki bütün dilsizlere inat olmalı bu duruşumuz
ve kurtarılacak bir şey kalmalı hayattan
ardına bakmadan gitmeli ve dönüp hiç gitmediğimiz yerlerde
daha önce hiç kimse aşık olmamışcasına
bağırarak şarkılar söylemekten vazgeçmeyerek....
ki ben bütün hayal kırıklıklarımı devletin ellerine bıraktım, umarım onları da yerler
inandım çünkü devletin kanının kuruduğuna!
seni her gördüğümde kendi ölüm ilanına rastlamış bir serçe gibi
ürken kalbim.
kendi romanına kahraman olarak doğan ve
bi' başkasının hikayesine nokta olarak bitenlere
bir paranteze alma işlemidir yaşamak
ki insan yaşadığı müddetçe ölümle tehdit olunur.
kaç kere daha kaybetmeli bir kere daha kaybetmek için
hep beni mi bulur o kurşun?
çünkü
bir gün ben bir japon olsam, hiroşima'ya gitsem
ibretler yüklesem zırhıma yine de bir baltaya sap olmam
çünkü bir gün ben bir japon olsam
yine de seni sevmeyi
düzenli hayata
sabah dokuz akşam altı mesailerine
refah yaşam seviyesine, borsanın hepçe kazandıran dalgalı kuruna
ve ya çokca seyehatlere
ve bir kere olsun kapadokya'yı görmeden ölmemeye
tercih etmem.
üçüncü çekilen tabanca:
dünyaya geldim, kimse nezaketen kolonya tutmadı
peygamber'in halid nerede sorusu üzerine medine'ye koyulan halid aceleciliğiyle
geçtim sudan görüntülerinizden
kitaba, kitaba
ve kitaba!
sığınmaktan başka bir çare bulamadım.
ağlamak, değil dindirdiğinden.
kalemimdeki kemiği durmadan kanatan ve durmadan dindiren
bir yerden bir yere hep yürüyüş mesafesindeki bu küçük şehirde
senin sokağın uzakta bir ülke gibi kalırdı.
kalbim çarpıyor, bir yerlere....
"korkma ya ebâ bekir, allah bizimle!"
Eyersiz ve Atsız (Anders Olsson)
fırlatıp atma güneş yılını
omzunun üzerinden
eyerim yok diye
atım yok diye
süvarinin gülüşü
dik tutuyor seni
boşluk
ayakta tutuyor
tomurcuğun içinden
yeni fışkıran yaprak
solup giden yaprak
kazandığın her şey
kaybettiğin her şey
dik tutuyor seni
herkes için ya a hiç kimse için
yağan yağmur ve
sofora ağacının dansı
ayakta tutuyor seni
sevdiğin her şey
dik tutuyor seni
Düşünbil dergisi benim gönlü nazarımda biraz dalgalı bir seyir izliyor. Sayılarında bazı ilginç yazıları basmakla beraber sayıları, sayfa dolduran gereksiz makalelerin de işgaline uğruyor, gibi geliyor bana. Foucault dosyasını içeren bu nüsha da çok farklı değil. Foucault'nun kendisinden ziyade diğer felsefecilerle mukayesesi, dolayısıyla eleştirel bir okuma dikkati çekiyor. Foucault ve Lacan: Üstat Kimdir?, Foucaultçu Queer Teorisine Lacanyen Bir Eleştiri, Marx ve Foucault'yu Birbirine Bağlayan Entelektüel Soyağacı, Feminist Teori ve Michel Foucault gibi başlıklara bakmak bile yeterli. Bir duruşu sergileyen bu tavır elbette sağlıklı. Ama içeriğin biraz daha doldurulması gerekmez mi? (ki bazı makaleler elbette kesinlikle boş değil) Cogito'nun özel sayısı ya da Madan Sarup'un Post-yapısalcılık ve Postmodernizm'i geliyor aklıma. Dergi ayrıca Yücel Dursun söyleşisine ve Felsefe'nin neden Türkiye'de bir meslek olarak seçilemeyeceğine dair güncele yönelik vurucu bir yazıya yer veriyor.
22 Temmuz 2016 Cuma
Niyaz - The Fourth Light (2015)
Hah hah hayyy. Çok güldüm. Bizimkiler bana birisini ayarlamaya çalışıyor. Yazışıyoruz, öncesinde telefonla hızlı gitmek istemediğini önce yazışmak konuşmak istediğini söylüyor namzetleri. Resmini istiyorum, ilk postada 16 adet sonrasında da 5-6 tane daha gönderiyor. Güzel miyim, beni beğenmedin mi gibi saçma soruları geçiştiriyorum. Görmeden bir şey hissetmeden ne söyleyeyim sana arkadaşım. Dışın güzel ama içinde bir alien yaşıyor olabilir. Davranış hal tavır da önemli diyorum. Hakikatten de içinden bir yaratık peydah oluyor. Sonrasında kıskanç erkek severim, gelenekçiyim diğer yandan gezmeyi severim kamu mensubu çok önemli birisiyim derken muhabbet döşü kıllı adam isterime doğru evriliyordu. Bunu diyen namzet ise telefonda izdivaç programı mı yapıyoruz ne acelen var diyen biri. Bir saat sonunda izin isteyip iyi geceler diyeceğim vakit ki ben masumca yarın devam edelim diye de belirtmişken hakaretleri havada uçuştu garibin. Onun peşinde koşuyorlarmış da ben kimmişim felan. Bunları neyin suyuyla neyin gübresiyle besliyorsunuz Allahım? Recep İvedik dişi versiyonu. Gece gece pek eğlendim doğrusu, bütün yorgunluğum geçiverdi. Niyaz'a da pek laf kalmadı. İranlı göçmenler sanırım. Kendi öz musikilerini modern dokunuşlarla icra ediyorlar. Bizden de Eyvallah Şahım'ı seslendiriyorlar da Türkçe telaffuzu daha kuvvetli biri mikrofonun başına geçse iyi olurmuş. İşte öyle, parmaklarım sızlıyor yalnız şu an. Neyse o kadar eğlendim ki değdi doğrusu.
7,50/10
7,50/10
21 Temmuz 2016 Perşembe
Lauren Beukes - Hayvanlılar Şehri
2011 Arthur C. Clarke ödülü kazanan bu roman konusuyla oldukça farklı ve iddialı olmakla beraber şahsi görüşüm şu ki yerelliğe fazlasıyla takılı kalıyor. Farklı disiplinlerden faydalanarak çok katmanlı bir okuma sunsa da bilim kurgu ve fantastik kurgu yatağında polis olay yeri raporları ve belgesel metinler sosunda dedektiflik senaryosu gibi bir tarif, bu okuma tecrübesi okuyucuyu yeterince kucaklayamıyor, neticede sürükleyicilik tam manasıyla yakalanamıyor. Güney Afrika argosu ve kültürünün yabancılığı okuyucuyu zorlayan etmenlere dönüşüyor. Yerellik başlığı altında Kurma Kız bir anlamda bu romanın da yaşadığı bazı sorunları aşmada daha başarılı.
Hikaye şu ki;
bazı raporlarla göz önüne sürüldüğü üzere dünyada bir şeyler oluyor ve bazı insanlar bazı hayvanlarla ki vahşi uysal farketmez bir bağ oluşturuyorlar, onlarla birlikte gezmek zorunda kalıyorlar. Eşleri öldüğünde ise Dibeçeken diye adlandırılan ama tam anlamıyla açıklanamayan bir fenomene yakalanıyorlar. Bu eziyetin karşılığı ise bazı doğaüstü güçler kazanmaları. Toplumdan dışlanıp, gettolara sürüklendikçe ki bu dışlama olayı katliamlara kadar varıyor, bu güçlerini ayakta kalabilmek için kullanmaya başlıyorlar. Kısacası başbelası hırsızlık, soygunculuk, dolandırıcılık, fahişelik ve güvenlik/badigarttlık gibi değerli mesleklerin kapısı onlar için ardına kadar açılıyor. Kahramanımız kadın taifesinden Zinzi, Zoo City denen mahallede bağlandığı tembel hayvanıyla yaşamakta. Kardeşinin ölümüne sebebiyet vermenin pişmanlığı yer yer kitapta hatırlatılmakta. Bunun bir de göçmen sevgilisi var: Benoit. O da firavun faresi ile eşleşmiş durumda. Hikaye ilerledikçe kayıp ailesi daha doğrusu karısı ve çocukları için başka bir ülkeye kaçak yollarla gitme derdine düşmesine tanık oluyoruz. Neyse Zinzi'nin gücü insanlara baktığında onları kayıp ettikleri nesnelerle bağıntılarını görebilmesi. Yalnız aradığını bulamayan bu insanlara yardım etmenin getirisi çok düşük. O da dağ gibi birikmiş borçlarını ödeyebilmek için borçlu olduğu adam adına internet ortamında dolandırıcılık yapıyor. Kah soykırımdan kaçan yetim bir kız oluyor, kah bilmem nerenin sürgünde bir prensesi. Bir gün zengin mi zengin Odi lakabını almış bir müzik prodüktörü adına çalışan akbabalı ve kaniş köpekli iki hayvanlı bunu ikna eder ve prodüktörün müzik dünyasında patlatacağı biri erkek biri kız ikiz yeniyetmelerden kayıp olan kızı paparazzilere hissettirmeden bulma işini üstlenir. Erkek olanın arkadaşlarını, ikizlerin vasilerini sorgular, büyücülere danışır, kavga eder, esrarengiz mailler alır, triplere girer, kanalizasyonlarda sürünür, sonunda Odi denen lavuğun çok da tekin olmadığını hisseder. Tam kaçak kızı bulmuşken kanişli ve akbabalının ondan önce davrandığını keşfeder. Yine de suspayı olarak ödeme verileceği taahhüt edilse de etrafta hayvanlılara karşı işlenen esrarengiz cinayetlerin üzerine kakdırılmasıyla komploya kurban gittiğine kanaat getirir. Benoit ile Odi'nin villasını bastığında, Bennoit Odi'nin bağlı olduğu saklı timsahı tarafından ölümcül şekilde yaralanır. Zizi'nin tanık olduğu şeyler korkunçtur. Meğerse kanişli ve akbabalılar sayesinde hayvanlılar öldürülüyor, onların hayvanları sonradan kurban ediliyor, felan filan. Güç ve hırs meselesi bir yana. Yakaladıkları kızı da uyuşturucu etkisi altında erkek kardeşine öldürtüp timsaha yedirterek, Odi timsaha olan bağını da çocukcağıza geçirtmeyi başarması diğer yana. Sonra da çocuğu öldürüyorlar. Ortalık mezbaha gibi. Ama timsah affeder mi? Odi'yi ham yapıyor. Kanişli ve akbabalı ise yapacak bir şey yok deyip ortadan sırra kadem. Benoit hastanede yaşam mücadelesi veriyor, Zizi ise suçlamalardan aklanıyor gibi gibi ama beklemeden Benoit2nin ailesini bulmak için yollara düşüyor. Geçmişindeki dolandırıcılığı, kötü kadın imajını da arkada bırakıp insanlığını keşfediyor.
7
Hikaye şu ki;
bazı raporlarla göz önüne sürüldüğü üzere dünyada bir şeyler oluyor ve bazı insanlar bazı hayvanlarla ki vahşi uysal farketmez bir bağ oluşturuyorlar, onlarla birlikte gezmek zorunda kalıyorlar. Eşleri öldüğünde ise Dibeçeken diye adlandırılan ama tam anlamıyla açıklanamayan bir fenomene yakalanıyorlar. Bu eziyetin karşılığı ise bazı doğaüstü güçler kazanmaları. Toplumdan dışlanıp, gettolara sürüklendikçe ki bu dışlama olayı katliamlara kadar varıyor, bu güçlerini ayakta kalabilmek için kullanmaya başlıyorlar. Kısacası başbelası hırsızlık, soygunculuk, dolandırıcılık, fahişelik ve güvenlik/badigarttlık gibi değerli mesleklerin kapısı onlar için ardına kadar açılıyor. Kahramanımız kadın taifesinden Zinzi, Zoo City denen mahallede bağlandığı tembel hayvanıyla yaşamakta. Kardeşinin ölümüne sebebiyet vermenin pişmanlığı yer yer kitapta hatırlatılmakta. Bunun bir de göçmen sevgilisi var: Benoit. O da firavun faresi ile eşleşmiş durumda. Hikaye ilerledikçe kayıp ailesi daha doğrusu karısı ve çocukları için başka bir ülkeye kaçak yollarla gitme derdine düşmesine tanık oluyoruz. Neyse Zinzi'nin gücü insanlara baktığında onları kayıp ettikleri nesnelerle bağıntılarını görebilmesi. Yalnız aradığını bulamayan bu insanlara yardım etmenin getirisi çok düşük. O da dağ gibi birikmiş borçlarını ödeyebilmek için borçlu olduğu adam adına internet ortamında dolandırıcılık yapıyor. Kah soykırımdan kaçan yetim bir kız oluyor, kah bilmem nerenin sürgünde bir prensesi. Bir gün zengin mi zengin Odi lakabını almış bir müzik prodüktörü adına çalışan akbabalı ve kaniş köpekli iki hayvanlı bunu ikna eder ve prodüktörün müzik dünyasında patlatacağı biri erkek biri kız ikiz yeniyetmelerden kayıp olan kızı paparazzilere hissettirmeden bulma işini üstlenir. Erkek olanın arkadaşlarını, ikizlerin vasilerini sorgular, büyücülere danışır, kavga eder, esrarengiz mailler alır, triplere girer, kanalizasyonlarda sürünür, sonunda Odi denen lavuğun çok da tekin olmadığını hisseder. Tam kaçak kızı bulmuşken kanişli ve akbabalının ondan önce davrandığını keşfeder. Yine de suspayı olarak ödeme verileceği taahhüt edilse de etrafta hayvanlılara karşı işlenen esrarengiz cinayetlerin üzerine kakdırılmasıyla komploya kurban gittiğine kanaat getirir. Benoit ile Odi'nin villasını bastığında, Bennoit Odi'nin bağlı olduğu saklı timsahı tarafından ölümcül şekilde yaralanır. Zizi'nin tanık olduğu şeyler korkunçtur. Meğerse kanişli ve akbabalılar sayesinde hayvanlılar öldürülüyor, onların hayvanları sonradan kurban ediliyor, felan filan. Güç ve hırs meselesi bir yana. Yakaladıkları kızı da uyuşturucu etkisi altında erkek kardeşine öldürtüp timsaha yedirterek, Odi timsaha olan bağını da çocukcağıza geçirtmeyi başarması diğer yana. Sonra da çocuğu öldürüyorlar. Ortalık mezbaha gibi. Ama timsah affeder mi? Odi'yi ham yapıyor. Kanişli ve akbabalı ise yapacak bir şey yok deyip ortadan sırra kadem. Benoit hastanede yaşam mücadelesi veriyor, Zizi ise suçlamalardan aklanıyor gibi gibi ama beklemeden Benoit2nin ailesini bulmak için yollara düşüyor. Geçmişindeki dolandırıcılığı, kötü kadın imajını da arkada bırakıp insanlığını keşfediyor.
7
20 Temmuz 2016 Çarşamba
Thursday / Envy (2008) Split
Albümü Thursday başlatıyor ve dört şarkı boyunca ses veriyor. İlk şarkı punk köklerin güçlü olduğu bir parçayken devamındaki kayıtta post rock kalıpları ağır basıyor. Bu geçişi biraz dengesiz buldum. Takip eden parça ise kısa sürede melodik punk kıvamında ilerleyip ilginç, daha doğrusu ilgi çekici bir hale bürünüyor. Son şarkıda da ikiye geri dönüyoruz, shoegaze etkileri de hissedilmekte. En iyi yanı Envy'a bağlanırken güzel bir uyum sergilemesi. Grubu ilk kez dinleyen biri olarak benim kafam karıştı. Karar verebilmek için uzunçalar bir kayıtlarını dinlemek elzem. Bununla birlikte grubun fanlarının, bu ortak albümün grubun bestelediği en iyi şarkıları içerdiğine dair değerlendirmeleri var, ilgilenenlere duyurulur. Envy'ımız ise son üçlüde yer buluyor. İlk şarkı Japonca bir sohbet havasında ilerlerken altta romantik ezgiler eşlik ediyor. Perküsyon yerine glitch tarzı bir elektronik (Thom Yorke da sever böyle işleri) beat sızım sızım sızlamakta. Kreşendosu ise oldukça centilmence ilerliyor. Yalnız vardığı noktadaki vokal kısmı kendini fazlasıyla tekrar etmesiyle bunaltıyor. İkinci parçada ise hiç duymadığım kadar baterist ipleri ele alıyor. Bununla birlikte grup melodik eğiliminden bir şey kaybetmiyor. Yalnız vokaldeki kendini tekrar sorunu burada da devam etmekte. Reverblerle bezeli son şarkı güzel balad yapısıyla tam Japon işi romantik dizileri hatırlatıyor. Burada vokal de kendini melodiye kaptırmadan edemiyor. Nihayetinde Envy bölümünde de öyle ahım şahım fevkaladenin fevkinde bir dinleti duyamadım.
6,75/10
6,75/10
19 Temmuz 2016 Salı
Myrath - Legacy (2016)
Myrath aynı Myrath. Yalnız bu sefer belki öyle, belki de ben öyle hissediyorum, senfoni ve Arap musikisi bir miktar daha ağırlık kazanmış. Bununla birlikte bu, hepimizin sevdiği power-progresif metal köklerinden çok da uzaklaştıklarını manasına gelmemeli. Bir de Tunus'lu grubu yaptıklarıyla kıskanıyorum, hayır haset ediyorum. Neden batısıyla doğusuyla zengin bir kültüre sahip bu topraklardan böyle gruplar çıkmaz. Sonra son yaşadığımız olaylarla taçlanan ahval ve şeraitimiz aklıma geliyor. Normal yani gayet normal. Ha, bir de Khaleesi'ye bile şarkı yazmışlar hah hayt.
8,0+/10
8,0+/10
18 Temmuz 2016 Pazartesi
Hüseyin Kıran - Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır
Yazarın üçüncü romanı Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır, ilk romanındaki poetik biçimden ayrılmakla beraber radikal bir kopuş değil bu. Yine insanın varlık sorunu irdeleniyor. İsminde Edip Cansever göndermesi içeren Ruhi Bey, kendi benliğini insanlıktan soyutlama derdine düşmüş arayışlar içinde. Nihayetinde akıl hastanesine kapatıldığında Tarık Karanlığıyaranışık adıyla yeniden doğumunu gerçekleştiriyor. Fakat bu bir yandan diğer hastaları gözlemden beslenen diğer yandan oldukça ilginç bir kişiliğe sahip doktorla tartışmalarının diyalektiğinden etkilenen bir peygamber kimliğin oluşum süreci. Diyaloglar ve 'sureler' delilik ile aklın arasındaki sınırı zorluyor. Ufak bölümler altında hayat felsefenin merceği altına yatırlırken sonuçta doktorun oyununun kurbanı oluyor ve diğerleri tarafından 'satışa getiriliyor' İşte o andan itibaren ise koza görevini tamamlıyor ve varlığa düşman bir varlık olarak benliğin inşası son buluyor.
Yazarın derdini anlatma ihtiyacı ilk romanındaki postmodern biçimi kullanmasını engelliyor. Ben ise o ilk romanın karmaşasını özlüyorum.
7,5
Yazarın derdini anlatma ihtiyacı ilk romanındaki postmodern biçimi kullanmasını engelliyor. Ben ise o ilk romanın karmaşasını özlüyorum.
7,5
17 Temmuz 2016 Pazar
HVOB - Trialog (2015)
Hüsrana uğratacağı belli olan One Love da iptal edilmiş oldu. Festival'e katılacak dikkat çekici bir isim de HVOB grubu idi. Ağır tempoda bir elektronik müzik icra ediyorlar. Alt dal olarak deep house ve teknodan besleniyorlar. Vokallerini grubun kadın üyesinin üstlenmesi mistik yönü vurgulamakla beraber tembel söyleme tekniği hafiften chill out etkisi bırakıyor. İşin aslı bestecilikleri yönünden hiç bir şikayetim yok. Ama prodüksiyon ve altyapı ciliz bir performans izlenimine yer veriyor. Misal piyano da kullanılan enstrümanlardan biri ve diğer popçu dj'lerin hızlı tempoyu dengeleyip duygusal etki bırakma amacını güttükleri kullanım burada boşa düşüyor. Biraz daha sofistike üretimin peşinde oldukları çok açık. Ritimlerin ve basların kulakta doygunluk yaratmadığı da verili bir gerçek. Tabi mensubu oldukları tür için bunlar standart şeyler olabilir, bilemem, elektronik musikiye derinlemesine aşina değilim. Dolayısıyla türü sevenlerin tam da istedikleri şey bu olabilir. Genel beğenime göre konuyu toparlarsak eğer, biraz daha ince müdahalelerle daha uyumlu bir iş çıkarabilirlerdi gibime geliyor. Ya da diğer bir deyişle bir albümdeki şarkıların çoğu hele ki elektronikanın parçasıysa, bunun remiksi ne de güzel olur dedirtmemeli.
6,75+/10
6,75+/10
16 Temmuz 2016 Cumartesi
Semih S. Umar - İnsan ve Evren
Tüm Türkiye'ye geçmiş olsun. Sinirden ellerim titrerken çok kısa bir şeyler karalamaya çalışacağım. Bu darbe girişimi bende iki ana his uyandırdı. Korku ve Tedirginlik: Dün akşam aniden polislerin sokaklardan çekildiğini gördük, kanunsuz bir 'doğal ortam' meydana geldi. Bizim gibi bir ülkenin bir gecede Suriye gibi iç savaş ortamına nasıl çekilebileceğini öğrenmiş olduk. Bir kaç gün içinde işimizden olmuş durumda kaçacak bir delik arar bulabilirdik kendimizi. Tek bir şart yeterdi bunun için. Güçlerin aşağı yukarı eşit olması koşulu. Bununla bağlantılı olarak üzüntü ve tiksinme: Neyse ki güçler eşit değildi. Bu girişimde bulunanların askeri bürokrasi ve hükümet arasında zımni bir anlaşmanın varlığı veri iken ellerinde bu kadar cılız bir güçle hiç bir elde tutulur aksiyon planı olmadan böyle bir kalkışmada bulunması tam bir çılgınlık. Ne darbe ne de darbe girişimi bu. Tıpkı Ergenekon gibi her şeylere çare paralel yapı propagandasına karnım tok ama şu an için mantıklı/geçerli başka bir sebep de bulunmuyor. Olabilir. Yalnız en çok ne olduğunu anlamadan halkla karşı karşıya getirilen erata üzüldüm, içim içimi yiyor. Ve korkulan oldu, linçler başladı. Ak trol tabirini duymuştum lakin ak barbar diye de bir şey varmış. Erlerin boğazını kesecek kadar vahşileşen IŞID zihniyetli bu şahıslar ak orospu çocuğu tabirini hak etmiyor da ne? Tabi ki bu katliamı yapanlar ve savunanlar için söylüyorum. Yüzlerce vatan evladı birbirini öldürmüşken bayram havasında kutlama yapan ak yavşaklara ne demeli? Öldürülen sivillerden bahsediliyor, ne kadarı demokrasiyi korumak için meydanlarda ne kadarı içlerindeki potansiyeli ortaya çıkarmak için can atan cani ak barbar, sorgular hale geldim. Bu vahşilerin en kısa sürede yakalanarak hak ettikleri cezaya çarptırılması toplumsal barış yönünde mütevazi bir adım olacaktır. Zira birbirimizi boğazlamaya ramak kaldı. İlk şarta geri dönersek bu eylemlerden sonra elini güçlendirerek çıkıp otoriter devlet yönünde bir adım daha atacak bir hükümet ve onların sokaklarda linçlere başlayan, meclis basan destekçileri yüzünden korkum bir kat daha artıyor. Umarım siyasiler de bu üzüntü verici olaylardan bir ders çıkarır ki tarihimizde belki de ilk kez gerçekleşecek toplumsal bir uzlaşının başlangıcı olur. Temennim budur. Bu akşam içeceğim, ağlayarak içeceğim, Anadolu'nun değişik yörelerinden gelip vatani görevini yaparken öldürmek ve ölmek zorunda kalan erler için. Yani bir bakıma Anadolu cephesinde yeni bir şey yok...
Belki de Semih Sumar'a kulak vermeliyiz.
Vücudumuzdaki karbon,hidrojen,azot vb atomların çok özel ve çok karmaşık bir takım dizgeleşmelere girişerek bize soyut düşün yeteneği verinceye değin örgütlenişini sürdürmesi, bizi onlardan koparmamış, tam tersi, bize onları anlama, onlarla olan ilişkimizi belirleme yetisini vermiştir. Söylemek istediğimiz, bir başka deyişle, özdeğin (özdek=madde) insanda bilinç sahibi olduğu, kendi kendisinin varlığını bilinçli olarak bilme ve öğrenme aşamasına erişmiş bulunduğudur. Bohm'a göre akıl ve özdek, ne akıl ne de özdek olan daha yüksek bir gerçeğin birbirini saran uzantılarıdır. Bütün insansal nitelikler, çok ilksel bir biçimde, atomun ve atom-altı parçacıkların davranışlarında görülebilmektedir. İnorganik özdek için ölü veya yaşamayan sözcüklerinin kullanılması, bu sözcüklerin çok kısıtlı bir anlamıyla olasıdır ve sadece biyolojik olmayan demek istendiği takdirde geçerli olabilir. Tüm kimya bilimi, atomsal parçacıkların bir tür bilinçlenme sonucu, karşılıklı bir etki-tepki ilişkisi içine girildiğini göstermektedir. Bu bilinçlenme (yani çevresinden topladığı izlenimler yoluyla bu çevrenin atomda yarattığı içsel görüntü) atomun taşıyabileceği ölçülerin dışına taşacak yoğunluğa çıkınca olmalıdır ki atomda, başka atomlarla birleşerek daha yüksek düzeyde bir birim yaratma eğilimi doğar (veya daha doğrusu, zaten var olan bu eğilim bu biçimde harekete geçirilmiş olur) ve ayni etki-tepki işlevi bu kez daha yüksek bir düzeyde yinelenir. Moleküller işte bu tür kimyasal etkileşimlerle, daha büyük molekülleri ve bunlar da, binlerce aminoasit molekülünün birleşmesinden oluşan organik özdeği yavaş yavaş ortaya çıkarır ve iş, insan beyninin o görkemli örgütlenişine kadar varır. Bugün bilimin en çözülmez bulduğu en önemli gizlerden birisi, atom düzeyinde organik özdekle inorganik özdek arasındaki farktır. Bir elmas parçasında bulacağınız bir karbon atomuyla bir insan vücudunda rastlayacağınız bir karbon atomu arasında görülebilen ve bilimsel olarak belirlenebilen hiç bir fark yoktur.
Görüleceği gibi bir çok temel gerçeği görmemizi önleyen antroposentrik (=insan merkezci) yaklaşımı bıraktığımız takdirde bütün çıplaklığıyla görmekten kaçınamayacağımız büyük gerçek, insan denen o karmaşık, akıllı ve bilinçli varlığın, fiziksel Evrenin içinde, fiziksel Evrenin saptadığı koşullara göre kendiliğinden oluştuğu ve bu fiziksel Evrenin ayrılmaz bir parçası olduğudur. Yani organik özdeğin ortaya çıkmasından itibaren bu özdeğin tüm gelişimleri, bizce bilinmeyen herhangi bir dış ajanın müdahalesi olmadan, bu gelişime herhangi bir şey eklenmeden ve görebildiğimiz kadarına göre herhangi bir dış öğenin veya öğelerin katılması veya bazı öğelerin çıkarılması gerekmeden, fiziksel Evrende çok olağan görünen bir dizi yasalara ve koşullara göre kendiliğinden olmuştur.
İnsanın akılsal niteliklerinin, görünüşe göre, bir takım özdeksel işlemlerin sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeğinin bilimsel yöntemlerle kanıtlanması, aklı çok karmaşık bir özdeksel alet durumuna indirmez; sadece özdeğin bir tinsel yanının bulunduğunu veya, daha doğrusu, bizim özdek olarak gördüğümüz şeyin, esasta, belirli koşullar altında birleşerek bizim bildiğimiz gibi insanı ortaya çıkaran ve en iyi biçimde özdeksel ve tinsel diye tanımlayabileceğimiz bir takım öğelerden oluştuğunu gösterir.( Yazar bunlara fakülte diyor, şöyle sıfatlandırıyor: ezelden beri var oldukları, hiçbir şeyden yaratılmadıkları ve hiçbir biçimde ortadan kaldırılamayacakları..yani fakülte düzeyinde Evrenin hiçbir biçimde başlangıcı ve sonu yoktur ve bu anlamda fakülteler Evrende tek ölümsüz varlıklardır )
Herşeyin bir eşi, karşıtı veya koşutu vardır ve Evreni oluşturan da bu ikilikteki temel ilişki veya iletişimdir. Bu yüzden Evrende herhangi bir şeyin veya bir gelişimin anlaşılabilmesi için o şeyin veya gelişimin altında yatan ikiliğin bulunup çıkarılması ve bu ikiliğin ne tür ilişkilere yol açtığının bulunması gerekmektedir. Örneğin doğal ayıklama ilkesinin anlaşılabilmesi için bu ilkeyi ortaya çıkaran ve sürdürülmesini sağlayan ikiliğin bulunması ve bunun da ta gerilere yani inorganik özdekteki etki-tepki ilişkilerine kadar geriye götürülmesi gerekmektedir. Yani doğal ayıklama, inorganik özdekten biyolojik yaşama geçen etki-tepki ilişkisiyle bunun yarattığı anımsama ve bilinçlenme yeteneklerine dayanmaktadır ve bu etki-tepki ilişkisinin altında yatan güç de tüm varlığın benliğindeki ikiliktir. Özdek ötesi kozmosun niteliğini belirlemede insanın en büyük yardımcısı, kendisiyle bu kozmos arasında iletişim kurma hususundaki büyük yetisi olmuştur: ki bu yeti, kendisinin özdeksel ve tinsel fakülteleriyle tüm varlığın en temel içerikleri olarak kozmosun yapısında varolan fakülteler arasında doğal olarak ve kendiliğinden meydana gelen bir rezonanstan dolayı ortaya çıkmaktadır.
Bizim anladığımız gibi Tanrı, Evrenin dışında veya üstünde bir Varlık değil, tümüyle Evrenin içinde, Evrenle her türlü rezonansa sahip Evrensel Akıldır. Varlığını ileri sürdüğümüz, Spinoza ve diğerlerinin mantıksal kurguları gibi (ki bu kurguların kendileri de aslında Tanrının varlığının kanıtıdır) sırf metafiziksel bir varlık olmayıp, Evrensel boyutlarda Saf Akıl deyimiyle anlatabildiğimizden başka bizim insan olarak kavrayabildiğimiz hiç bir şeye benzemeyen, gerçek varlık sahibi bir yaratıktır. (ki yazar bu tanımı İslam içinde değerlendirmektedir)
7
Belki de Semih Sumar'a kulak vermeliyiz.
Vücudumuzdaki karbon,hidrojen,azot vb atomların çok özel ve çok karmaşık bir takım dizgeleşmelere girişerek bize soyut düşün yeteneği verinceye değin örgütlenişini sürdürmesi, bizi onlardan koparmamış, tam tersi, bize onları anlama, onlarla olan ilişkimizi belirleme yetisini vermiştir. Söylemek istediğimiz, bir başka deyişle, özdeğin (özdek=madde) insanda bilinç sahibi olduğu, kendi kendisinin varlığını bilinçli olarak bilme ve öğrenme aşamasına erişmiş bulunduğudur. Bohm'a göre akıl ve özdek, ne akıl ne de özdek olan daha yüksek bir gerçeğin birbirini saran uzantılarıdır. Bütün insansal nitelikler, çok ilksel bir biçimde, atomun ve atom-altı parçacıkların davranışlarında görülebilmektedir. İnorganik özdek için ölü veya yaşamayan sözcüklerinin kullanılması, bu sözcüklerin çok kısıtlı bir anlamıyla olasıdır ve sadece biyolojik olmayan demek istendiği takdirde geçerli olabilir. Tüm kimya bilimi, atomsal parçacıkların bir tür bilinçlenme sonucu, karşılıklı bir etki-tepki ilişkisi içine girildiğini göstermektedir. Bu bilinçlenme (yani çevresinden topladığı izlenimler yoluyla bu çevrenin atomda yarattığı içsel görüntü) atomun taşıyabileceği ölçülerin dışına taşacak yoğunluğa çıkınca olmalıdır ki atomda, başka atomlarla birleşerek daha yüksek düzeyde bir birim yaratma eğilimi doğar (veya daha doğrusu, zaten var olan bu eğilim bu biçimde harekete geçirilmiş olur) ve ayni etki-tepki işlevi bu kez daha yüksek bir düzeyde yinelenir. Moleküller işte bu tür kimyasal etkileşimlerle, daha büyük molekülleri ve bunlar da, binlerce aminoasit molekülünün birleşmesinden oluşan organik özdeği yavaş yavaş ortaya çıkarır ve iş, insan beyninin o görkemli örgütlenişine kadar varır. Bugün bilimin en çözülmez bulduğu en önemli gizlerden birisi, atom düzeyinde organik özdekle inorganik özdek arasındaki farktır. Bir elmas parçasında bulacağınız bir karbon atomuyla bir insan vücudunda rastlayacağınız bir karbon atomu arasında görülebilen ve bilimsel olarak belirlenebilen hiç bir fark yoktur.
Görüleceği gibi bir çok temel gerçeği görmemizi önleyen antroposentrik (=insan merkezci) yaklaşımı bıraktığımız takdirde bütün çıplaklığıyla görmekten kaçınamayacağımız büyük gerçek, insan denen o karmaşık, akıllı ve bilinçli varlığın, fiziksel Evrenin içinde, fiziksel Evrenin saptadığı koşullara göre kendiliğinden oluştuğu ve bu fiziksel Evrenin ayrılmaz bir parçası olduğudur. Yani organik özdeğin ortaya çıkmasından itibaren bu özdeğin tüm gelişimleri, bizce bilinmeyen herhangi bir dış ajanın müdahalesi olmadan, bu gelişime herhangi bir şey eklenmeden ve görebildiğimiz kadarına göre herhangi bir dış öğenin veya öğelerin katılması veya bazı öğelerin çıkarılması gerekmeden, fiziksel Evrende çok olağan görünen bir dizi yasalara ve koşullara göre kendiliğinden olmuştur.
İnsanın akılsal niteliklerinin, görünüşe göre, bir takım özdeksel işlemlerin sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeğinin bilimsel yöntemlerle kanıtlanması, aklı çok karmaşık bir özdeksel alet durumuna indirmez; sadece özdeğin bir tinsel yanının bulunduğunu veya, daha doğrusu, bizim özdek olarak gördüğümüz şeyin, esasta, belirli koşullar altında birleşerek bizim bildiğimiz gibi insanı ortaya çıkaran ve en iyi biçimde özdeksel ve tinsel diye tanımlayabileceğimiz bir takım öğelerden oluştuğunu gösterir.( Yazar bunlara fakülte diyor, şöyle sıfatlandırıyor: ezelden beri var oldukları, hiçbir şeyden yaratılmadıkları ve hiçbir biçimde ortadan kaldırılamayacakları..yani fakülte düzeyinde Evrenin hiçbir biçimde başlangıcı ve sonu yoktur ve bu anlamda fakülteler Evrende tek ölümsüz varlıklardır )
Herşeyin bir eşi, karşıtı veya koşutu vardır ve Evreni oluşturan da bu ikilikteki temel ilişki veya iletişimdir. Bu yüzden Evrende herhangi bir şeyin veya bir gelişimin anlaşılabilmesi için o şeyin veya gelişimin altında yatan ikiliğin bulunup çıkarılması ve bu ikiliğin ne tür ilişkilere yol açtığının bulunması gerekmektedir. Örneğin doğal ayıklama ilkesinin anlaşılabilmesi için bu ilkeyi ortaya çıkaran ve sürdürülmesini sağlayan ikiliğin bulunması ve bunun da ta gerilere yani inorganik özdekteki etki-tepki ilişkilerine kadar geriye götürülmesi gerekmektedir. Yani doğal ayıklama, inorganik özdekten biyolojik yaşama geçen etki-tepki ilişkisiyle bunun yarattığı anımsama ve bilinçlenme yeteneklerine dayanmaktadır ve bu etki-tepki ilişkisinin altında yatan güç de tüm varlığın benliğindeki ikiliktir. Özdek ötesi kozmosun niteliğini belirlemede insanın en büyük yardımcısı, kendisiyle bu kozmos arasında iletişim kurma hususundaki büyük yetisi olmuştur: ki bu yeti, kendisinin özdeksel ve tinsel fakülteleriyle tüm varlığın en temel içerikleri olarak kozmosun yapısında varolan fakülteler arasında doğal olarak ve kendiliğinden meydana gelen bir rezonanstan dolayı ortaya çıkmaktadır.
Bizim anladığımız gibi Tanrı, Evrenin dışında veya üstünde bir Varlık değil, tümüyle Evrenin içinde, Evrenle her türlü rezonansa sahip Evrensel Akıldır. Varlığını ileri sürdüğümüz, Spinoza ve diğerlerinin mantıksal kurguları gibi (ki bu kurguların kendileri de aslında Tanrının varlığının kanıtıdır) sırf metafiziksel bir varlık olmayıp, Evrensel boyutlarda Saf Akıl deyimiyle anlatabildiğimizden başka bizim insan olarak kavrayabildiğimiz hiç bir şeye benzemeyen, gerçek varlık sahibi bir yaratıktır. (ki yazar bu tanımı İslam içinde değerlendirmektedir)
7
13 Temmuz 2016 Çarşamba
Kjarkas - Condor Mallcu (1980)
Bolivya'dan özgün müziğe ilham veren politik bir folk albümü. Bolivya ilginç bir ülke. Yerli kadınların başındaki komik şapkaları görmüşsünüzdür. Quechua ya da Aymara yerlilerinin kültüründe böyle bir gelenek yok aslında. Yüzyılın başında Avrupalı göçmen işçilerden almışlar ve kültürlerinin bir parçası olmuş. Müziklerindeki akustik gitar gibi. Kültürel geçişme konusuna aslında yabancı sayılmayız. Tarihte Türk adını taşıyan ilk ve asıl kavim, Göktürk devletini kuranlar. Zaman içinde bu devletin son kalıntıları da azılı düşmanları Oğuzlar ve Uygurlar tarafından temizleniyor. Bir yandan da sadece isimleri değil efsaneleri bile bizim gurur duyduğumuz bir kültürün parçası oluyor. Bu cihetle Wolfgang Hohlbein tarafından kaleme alınan Gezgin Orman romanını tavsiye edeceğim.
Albüme geri dönersek flütüyle, vokalleriyle And dağlarının havasını getirmeyi başarıyorlar. Folklorün etkisi ajitatif müdahalenin önüne geçmeye yetiyor. Albüm kapanışı ise yürekleri coşturan Lechuhuayus namındaki enstrümental parça ile gerçekleşiyor ki hemen öncesindeki parça Canten Conmingo ile birlikte kayıttaki favori şarkılarım oluyor.
8,25+/10
Albüme geri dönersek flütüyle, vokalleriyle And dağlarının havasını getirmeyi başarıyorlar. Folklorün etkisi ajitatif müdahalenin önüne geçmeye yetiyor. Albüm kapanışı ise yürekleri coşturan Lechuhuayus namındaki enstrümental parça ile gerçekleşiyor ki hemen öncesindeki parça Canten Conmingo ile birlikte kayıttaki favori şarkılarım oluyor.
8,25+/10
12 Temmuz 2016 Salı
Tchaikovsky/Schumann - Piano Concertos (2001)
Kendime gülmemekten kendimi alıkoyamıyorum. Çaykovski'nin 1 nolu piyano konçertosunu defalarca dinlemişim farkında olmadan. Bu üçüncü kayıt oluyor. Bu sefer piyanonun başındaki isim Ashkenazy. Sanırım altmışlarda kaydedilen bir çalışma. Treni yürüten kondüktör şef ise Lorin Maazel. Schumann'ın bestelediği A minör piyano konçertosu da kulaklarımdan kaçamamış. O kadar obsesif değilim neyse ki, bu ikinci dinleyişim. Ben de diyorum bu besteler neden hiç yabancı gelmiyor bana. Bu ikinci çalışmaya şeflik eden isim ise nispeten az bilinen Uri Segal. Ortak noktaları orkestranın Londra Senfoni Orkestrası olması. İlk dikkati çeken şey romantizm diyarında bu iki bestecinin konçertolarının birbirine pek şık şıkıdık yakıştıkları oluyor. Belki sıralamadan belki besteden belki de performansın bizzatihi kendisinden Schumann'ın konçertosunun sonlarında biraz dikkat dağınıklığı el verebiliyor. Onun dışında dinlemesi oldukça keyifli bir dinleti. Belki de tempo olması gerekenden bir tık hızlandırılmış olabilir, genel beğeniye ulaşabilmek için. Üstatlar daha iyi bilir, klasik müzik konusunda hiç bir iddiam olamaz. Ama böylesi de güzel. İnternetteki araştırmalarımda bu albüm için pek bir kritiğe rastlayamamamın etkisiyle göz ardı edilmiş bir kayıt olduğu manasını çıkarttım. Kim bilir, bunun sebebi bu albümde yer alan bestelerin fazlaca beğenilmesinden dolayı piyasanın sürüsüne bereket bu tarz albümle dolup dolup taşıyor olmasıdır belki.
9,0/10
9,0/10
Etiketler:
ASKENAZY,
MAAZEL,
SCHUMANN,
SEGAL,
TCHAIKOVSKY
10 Temmuz 2016 Pazar
RETRO: Burzum - Ragnarok (A New Beginning) (2001) Bootleg
Burzum albümlerini tekrar dinlerken bu ufacık albümü bilgisayarımda saklanırken buldum. Bootleg olmasından kelli kaçak takılıyor, belli ki. İçinde demo şarkıları bulunmakta. Elbette kayıt kalitesinden felan bahsedilemez. O kadar primitif, karanlık ve gaddar bir hava sunuyor ki yeni blackçiler kısa şortlu yeni yetmelere benziyor. Bacağına güvenen güvenmeyen herkes nedense şort giyiyor zaten. Bazen gözlerimi deşesim gelmiyor değil. Evet, yurdum erkeklerinden bahsediyorum. Müziğe konuşma temposuyla ses veren bir yaşlı bir vokalin eşlik ettiği Hayamal versiyonu ilginç. Daha ciddi bir yaklaşımla tüyler ürpertici olabilirmiş. Ama oralarda seyrediyor işte.
6,75/10
6,75/10
9 Temmuz 2016 Cumartesi
Balthazar - Thin Walls (2015)
Belçikalı grubun bir önceki işini gayet beğenmiştim. Her ne kadar İngiliz musikisinden, orkestra geleneğinden etkilense de kendi seslerini yaratabilmişlerdi. Tabi bu huysuz bir leydinin içime çöreklenmesinden önceydi. Kaşlarını çatarak sol elinin tersi ile kabarmış eteğinin üzerindeki tozları silkeliyor. İçlerinden birine devasa bir yüzüğün konmuş olduğu tombul parmakları böyle alalade bir işin vasıtası oldukları için muzdarip. Hah ve de hayt! Bu seneki one love bir türlü değerlenmeyen bir yatırıma benziyor. İstanbul'un taşı toprağı altın deyü bir arsa almışsınız varsayalım. Komşu semtlerde fiyatlar tavan yapmış, sizin arsanızın değeri ise hep aynı, ne iniyor ne çıkıyor. Bir pazar gününü bu kadro için harcasam mı? Sonra sancaklara tepelere nasıl gideceğim? Aldığım fiyata satsam alan çıkar mı? Yetmişbeş, hadi bir umut... Sanmam. Olta attım denize...
6,75/10
6,75/10
8 Temmuz 2016 Cuma
SBTRKT - Save Yourself (2016) EP
Çok da hayranı olduğum bir sanatçı değil. Bir kere arkasında performans sergilediği Afrika maskesini dolduramıyor, mistisizm egzotizm onun için uzak kavramlar. Böyle de saçma bir beklentiye giriyorsunuz imajı sayesinde. Bu kısa albüm elektronikten beslenen yeni soul yeni r&b artık ne diyorsanız ona sırtını yaslamış durumda. Biraz daha işler tersine dönmüş, neo souldan beslenen bir elektronik kayıt. Sırtını yasladığı şey o kadar da, henüz, güçlü bir kaideye sahip değil. Uzun lafın sünnetlisi, kayıtsız kalsam da dinlemekle pişman olmadığım bir çalışma. Bunu da büyük oranda kayda yedirdiği bir kaç atraksiyona borçlu. Ambiyatik beatlerle örülü sözsüz kısa kısacık Let Them In örneğini şey edebiliriz yeri gelmişken. Şarkıların üçünü The-Dream ismindeki zat seslendiriyor. Bak o fena değil, özellikle son şarkı diyeyim. Bu da demek ki sıbıtırkbıtırıkıt tek başına ayakta durabilecek bir isim değil, onun ekibine girsin.
5,75/10
5,75/10
7 Temmuz 2016 Perşembe
Brian Wood &Rob G &Brett Weldele - The Couriers
Uzun süredir çizgi romanlardan uzak kaldığım dönemi sonlandırmış bulunuyorum. Bilgisayarıma konuk olan ürün tam dört macera içeriyor. Hikaye kanunsuzluğun gırla yürüdüğü yakın gelecek New York'unda kurye hizmeti olarak müşterilerine hizmet veren Mustafa ve Special namındaki iki genç etrafında örülüyor. Bu kurye bildiğimiz kurye değil. İllegal getir götür işlerinden tetikçiliğe gayet geniş bir iş alanını içeriyor. Yazar çizer tayfasının başlangıç sayfalarında belirttiği gibi ilk dönem yaratılarından olmasından dolayı hem ciltler arasında çizim açısından farklılıklar hissedilebiliyor hem de amatörlük belli bir dereceye kadar gözle görülebilir durumda. Amaçladıkları absürt Hong Kong ve Luc Besson aksiyon filmlerinin havasını yansıtmada başarılı olmuşlar. Arabalarla, motosikletlerle, skutırlarla, patenlerle kovalamaca sahneleriyle, uçuşan mermilerle, kavga dövüş sahnelerinin bolluğuyla sonuçları görebiliyoruz. Geniş şehir detaycılığını bir kenarda tutarsak, çizimlerdeki ayrıntılar hep aksiyonu beslemeye yönelik. Bununla birlikte yemek kültürü, silahlar gibi bazı ince noktalar konusunda ayrı bir özen gösterilmiş. Ciltler arasında kaba çizimler bazen japon mangası etkisi ile buluşabiliyor. Son cildin ise tamamiyle taslak halinde basılması tercih edilmiş. Gözler yorgunluktan bitap düşüyor.
İlk hikaye aksiyonunun seviyesi olduğu kadar metniyle de hayli absürt. Nepal'den kaçırılan bir kız çocuğunu havaalanında karşılamaya giden ikilimiz önce Çin mafyasının saldırısına uğruyor, sonra da kızın peşinde şehre varan çatlak bir emekli Kızılordu generalinin paralı ordusuyla işin içine helikopterin de girdiği bayağı küçük çapta bir şehir savaşının içinde bulunuyorlar. Galip, belli. Bütün bu olayların sebebi: kızın Mozart'ın kayıp bir bestesini ezberlemesi ve buna müsade etmeyecek kadar besteyi sahiplenmiş deli bir Çinli. Kız kemanla besteyi tüm şehre dinletirken mutlu son. İlk hikaye olmasına rağmen çizimler oldukça yerinde. Hız faktörünün etrafın flulaştırarak yansıtılması güzel bir ayrıntı.
İkinci hikaye aslında basit bir intikam hikayesi. Arkadaşlarının bir pusuda öldürülmesinin ipuçları, ikiliyi şehir dışında beyaz çöplük dedikleri kırsaldaki beyaz milislere götürüyor. İçlerinde tam dişlerine uygun bir adam ile kızı buluyorlar. Tabanca, bıçak, tekme, tokat girl fight süper. Yalnız çizimler iki boyuta takılı kalmanın sıkıntısını çekiyor.
Üçüncü macera ise bir film projesi olacak kadar iddialı. Zamanda biraz geriye dönüyoruz. Uyuşturucu baronu psikopat Johnny Funwrecker daha 15'inde Special'ı fedai takımının başına geçirir. 12'lik Mustafa ise Johnny için çalışmak gailesiyle kendi zengin ailesinin uyuşturucu stoğunu didikler. Sonunda Special'ın himayesinde yetişmeye başlar. FBI'ın yanına yaklaşmasını Special bir fırsat olarak görür. Funwrecker tahtından indirilirse serbest meslek erbabı olarak önlerindeki fırsatlar kabak çiçeği gibi açılacaktır. FBI'ın operasyonu ellerine yüzlerine bulaştırınca şehir içinde avın ikilimizin olduğu büyük bir av partisi başlar. Kovalamacaya ortalığı savaş alanına çeviren Funwrecker'ın helikopteri de karışır. Çeteler birbirini yok ederken ikilimiz yedi yıl süren bir hapis hayatından sonra yeniden hayata atılır.
Son cilt, daha önce belirttiğim gibi sadece çizimleri sebebiyle değil hikayenin bir miktar sündürülerek uzatılmasıyla da tam bir karmaşa. Mustafa'nın kız arkadaşı şımarık velet Olive, ailesinin fast food dükkanında istemeye istemeye çalışmaktadır. Mısırlı annesinin eski yavuklusu çıkagelir. Türk çetesinin elemanları kafalarında feslerle felan dolaşıyor. Hah hah ha! Neyse liderleri kadına kafayı takmış, haraca bağlamak aslında intikamın bir vesilesi. Olive deliriyor, o da silaha sarılıyor. Ailesinin kaçırılmasına sebep oluyor sorumsuz davranışları. Yine de ailesinin hayatını hiç haz etmediği Special kurtarıyor.
7
İlk hikaye aksiyonunun seviyesi olduğu kadar metniyle de hayli absürt. Nepal'den kaçırılan bir kız çocuğunu havaalanında karşılamaya giden ikilimiz önce Çin mafyasının saldırısına uğruyor, sonra da kızın peşinde şehre varan çatlak bir emekli Kızılordu generalinin paralı ordusuyla işin içine helikopterin de girdiği bayağı küçük çapta bir şehir savaşının içinde bulunuyorlar. Galip, belli. Bütün bu olayların sebebi: kızın Mozart'ın kayıp bir bestesini ezberlemesi ve buna müsade etmeyecek kadar besteyi sahiplenmiş deli bir Çinli. Kız kemanla besteyi tüm şehre dinletirken mutlu son. İlk hikaye olmasına rağmen çizimler oldukça yerinde. Hız faktörünün etrafın flulaştırarak yansıtılması güzel bir ayrıntı.
İkinci hikaye aslında basit bir intikam hikayesi. Arkadaşlarının bir pusuda öldürülmesinin ipuçları, ikiliyi şehir dışında beyaz çöplük dedikleri kırsaldaki beyaz milislere götürüyor. İçlerinde tam dişlerine uygun bir adam ile kızı buluyorlar. Tabanca, bıçak, tekme, tokat girl fight süper. Yalnız çizimler iki boyuta takılı kalmanın sıkıntısını çekiyor.
Üçüncü macera ise bir film projesi olacak kadar iddialı. Zamanda biraz geriye dönüyoruz. Uyuşturucu baronu psikopat Johnny Funwrecker daha 15'inde Special'ı fedai takımının başına geçirir. 12'lik Mustafa ise Johnny için çalışmak gailesiyle kendi zengin ailesinin uyuşturucu stoğunu didikler. Sonunda Special'ın himayesinde yetişmeye başlar. FBI'ın yanına yaklaşmasını Special bir fırsat olarak görür. Funwrecker tahtından indirilirse serbest meslek erbabı olarak önlerindeki fırsatlar kabak çiçeği gibi açılacaktır. FBI'ın operasyonu ellerine yüzlerine bulaştırınca şehir içinde avın ikilimizin olduğu büyük bir av partisi başlar. Kovalamacaya ortalığı savaş alanına çeviren Funwrecker'ın helikopteri de karışır. Çeteler birbirini yok ederken ikilimiz yedi yıl süren bir hapis hayatından sonra yeniden hayata atılır.
Son cilt, daha önce belirttiğim gibi sadece çizimleri sebebiyle değil hikayenin bir miktar sündürülerek uzatılmasıyla da tam bir karmaşa. Mustafa'nın kız arkadaşı şımarık velet Olive, ailesinin fast food dükkanında istemeye istemeye çalışmaktadır. Mısırlı annesinin eski yavuklusu çıkagelir. Türk çetesinin elemanları kafalarında feslerle felan dolaşıyor. Hah hah ha! Neyse liderleri kadına kafayı takmış, haraca bağlamak aslında intikamın bir vesilesi. Olive deliriyor, o da silaha sarılıyor. Ailesinin kaçırılmasına sebep oluyor sorumsuz davranışları. Yine de ailesinin hayatını hiç haz etmediği Special kurtarıyor.
7
6 Temmuz 2016 Çarşamba
Bunalım - Bunalım (2006)
1970'li yılların başlangıcında üç single yayınlayıp gözden kaybolan grubun çalışmaları,yurtdışında anadolu rock duyulur olduktan sonra bir araya getirilmiş durumda. Emsallerinden özellikle bazı bestelerde aşikar bir şekilde duyduğumuz üzere batılı normlara (ağır psyche rock) benimsemelerinin etkisiyle ayrılmakla beraber yerelliği sergiledikleri diğer bestelerin daha hoşuma gittiğini söylemeliyim. Misal Ayrılık Olmasaydı meyhane kapılarında süründürecek bir parça. Bu yönelimde hafiften ucundan rüzgarından Cem baba tadını almak mümkün. Bununla birlikte Taş Var Köpek Yok ya da Yeter Artık Kadın gibi 'değişik' parçalar en azından bir kez dinlenmeyi hak ediyor.
7,75/10
7,75/10
4 Temmuz 2016 Pazartesi
Envy / Jesu (2008) split/EP
Bu insanların nesi var, anlamıyorum. Tam tersine bu kısa ortak albümün, splitter ustaaa!, güçlü tarafının Envy olduğunu düşünüyorum. Uzunçalardaki dağınıklığın elbette üç şarkıda göze batması zor oluyor. Hatta bu vesileyle Envy'a başlamak için EP'leri splitleri seçmek en iyi başlama noktası olacaktır diye iddialı bir laf da edeyim. İlk şarkı orkestral, konuşmalı (ki Japonca direkt etkiliyor) güzel bir girizgah nağmesi. İkinci parça ise bir bomba, kreşendo kısmı ise az ve öz. Bu sene dinlediğim en iyi çalışmalardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mırıldanıp sızlanmak böğürüp azmak hepsi aynı pakette. Üçüncü şarkıda ise 80'lerin geniş indie rock kulvarını hatırlatan nostaljik bir tat bulmak mümkün. Jesu iki parçayla bu kayda destek vermiş. Endüstriyel ambiyansta post rock tanımlamasının bol geldiği deneysel bir rock icra ediyorlar. Yani ben öyle diyorum. Dinletiyor ama Envy varken tercihim ilk yönde olacaktır. Bilakis Jesu ortalamayı düşürüyor.
7,75/10
7,75/10
3 Temmuz 2016 Pazar
Mühür #62 - sabitfikir # 64 - Cazkedisi #5 - Artistik Bellek #9 #10 - Nisyan #14 - Fak Fanzin #2
Derginin 2015 yılı seçkisi de Şair Dağın Doruğunda başlığıyla yayınlanmış durumda. Derginin editörü ile aynı beğenileri pek de paylaşmadığımı belirtmem gerekli. Yine de yoğun bir derleme olması sebebiyle alıntılanacak o kadar mısra var ki! İşte tam da bu yüzden illa ki bazı kaçak mısralar olacaktır. Diğer yandan da uzunluk ve zaman gibi faktörler de önemli bir kısıt şartı olarak karşıma çıkıyor. Ajitasyon-propaganda-politika-hayat arasında gelgitli bir çizgi takip ediyor olsa da öykücü tarzıyla etkileyici Gökhan Arslan'ın Ademin Ölümü ismindeki şiiri gibi örneklere bu sebeple yer veremiyorum
Yirmibeşinci saatte sarp suların sesiyle
Saatler kollarda bir eriyiğe dönüşmüşken
Ateş edenler silahlarını saklayıp sevecenleştiler
Selamladılar kendi izini şaşırmış kalemi
Oradan biri seslendi, belirsizliği çok önemli sözler söyledi
Kendince bir kelime eşliğinde: Kavlimce
Kavlince siperler defne tohumu doldurularak kapatılmalıymış
Ki gülüştü herkes
(Ve gülüşten oluşmuşlardı)
Biri dedi ki, "Güneş altında bu işleyen paslı bir eğedir"
Ardıç ağacının altında sayısız kitap yığmış olan
Kurşun gibi ağırlaşmış başını kaldırdı, ekledi
"Aydınlanmacılar kördü zaten, güneş ışığı onların neyine"
Biri, saçları bigudili bir hünsa
"Kenger dili! Çiğdem dili! Nevruz dili!"
Diye inledi kendince bir yerlilikte
Ki hepsi muhalif, hepsi yapısökücü, hepsi haklı
Derken eşkenar bakışlı bir kadın belirdi
Elindeki değneği yere vurdu, ne dediyse dedi. Kavlince
Hiç biri cevap veremedi. Önlerine baktı hepsi...
Kanlı geçmişte büyüyen çocuk, uzun nefesler özlenir
Dal ağacı tutunmak içindir, aranır içeride su
Toprak değil midir gövde, çöl de insanın aynası
Avutur acısını varlıkta...
Acı karaokuldur göğün göğsünde, sin
Kapısını açınca susarak konuşan tebessüm
Davet eder emel'in çölüne, kal burada
İnsan acısını da avutur kendini erite erite
Büyük ovalar akarsular geçtin ömrüm, dağın
Göremediği yine bir dağa kaldın,
Sevişsen o boşluğa, yankılanır iki zaman
Geçmiştir insan, geleceğe inen acı
Vedadan yapıldı kalbimiz ki yol da
Yer değiştiren yolcunun gümüşü,
Yansısı çoğalıyor yeniden sözün
Bir çöl ve aşk yurdumdur avutur gövdemi
II.
ah dağların arasında sıkışıp kalmış zaman
yeşil çalı kümeleri ve saatimin tekdüze tıkırtısı
uçmaya hazırlanan yavrular gibi çırpınıyor
yağmurdan kanatları ıslanmış üveyikler
rüzgarın esmeye başlaması, bu beklenti her yerde
ve ben salyangozlara basmadan yürümeliyim
öğlen sıcağına doğru git gide seyrekleşiyor
yapraklarından su damlaları dökülen palamutlar
sürüsüne seslenen çoban, ve bir traktör sesi
aradığım yanıt boğula boğula öten horozda
beni geçerken bile ürküten bu ıssızlığın ötesinde
yaşayanlar varmış, bu mahcupluk bana yeter
ah zamanın ötesinde donup kalmış yaşam
sonra, güz inmiştir sözün üstüne
bir zaman çocuklara, öyle bakıp geçiyor
gittim geceyi kilitledim, bir bulutun
ucundan alıp geldim seni buralara
güzellenmiş iki dudak üst üste
hiç akdeniz göğü görmemiş bir bulut
de ki, yaşamın damarında var
fırtınaya karşı kesmişler göbeğimizi
sonra, bağdaş kurmuştur taze yapraklar
ters dönmüş bir ağaca, öyle gülüp geçiyor
el kadardım, annem uzun bir cümle dokudu
bana, ölümü de alıyor içine
ve seninle hiç konuşmadık bunları
sesin bu yüzden ömür boyu çocuk kalacak
de ki, bir masalı yaşıyoruz
zaman, iki yaz ile yolcu arasında
şimdi bir adım ötemiz keder eşiği
dudağının kenarına yaklaştırıyorum lodosu
tuzlanmış yaralar iç içe
hiç yeryüzü gezmemiş bir göz
dedim ki, sokağın kini yok, sokağın kini yok
yol soğuk, devlet geçmiştir diyor
sonra, toprak doymuştur acıya sevgilim
ölülerimizi kuşlar kaldırıyor
-Kumlu sesini yay üstüme altıma
Dal basıyor gövdemi
Karadutlar basıyor onun gövdesini
Hu diyenler basıyor onun gövdesini
Tuz basıyor onun gövdesini
Har basıyor onun gövdesini
-Kumlu sesini savur üstüme başıma
Yol basıyor gövdemi
Ayvalar basıyor onun gövdesini
Vah diyenler basıyor onun gövdesini
Yel basıyor onun gövdesini
Sır basıyor onun gövdesini
-Kumlu sesini dağıl üstümde altımda
El basıyor gövdemi
Sazlıklar basıyor onun gövdesini
Eh diyenler basıyor onun gövdesini
Gam basıyor onun gövdesini
Ter basıyor onun gövdesini
-Kumlu sesine bata çıka aşağıda yukarıda
Sel basıyor gövdemi
pimi çekilmiş
bir yeryüzü şarkısı söyledim içime
bilirsin bazı ölümler yalnız yelesinden sevilir
patlamaya hazır: dörtnala
kendi eğimine kapanmış gün boyu gitmeler var nasılsa
hiç çalınmamış kapılar ve temmuzun orta yeri
işte düpedüz ağustos bu dedimbırakıp elimde ne varsa
tuzlu alınganlık. kalbim usanmadığım şeylerin bükülmüş gök gürültüsü
üzülme, acının sinir uçlarından başladım bir ömrü örmeye
üzülme, ama hep o okyanıs diliyle ağlıyordu birileri
yükte ağır pahada hafif bir hayatı koşuyoruz kentli gömleğimizle
çölüunut, buzu sayıkla, gülmelere zaten uzun-uzaksın
aşk olsun ovada ilk kesiği atan insana
bu gece bütün atlarını vurulup öldük tanrım
kahveye şöyle bir selam vermişiz gibi gelişiyor gün
sözgelimi kahveden meyhaneye geçmiş de içiyoruz babamla
evlat bak şimdi diye başlıyor söze
konuştukça avluyu aşan seslerimizde hatırlıyoruz birbirimizi
kapalı kentlere gidip gelmiş gırtlaklarımızın kısıklığını biraz da
böylece bazı kadınlar ağlamış belli resimler anılmış oluyor aramızda
hesabı yine o ödüyor kıvrımızın yüklendiği elleriyle
şimdi düşünüyorum da babama da feci uzundu akşam
feci uzun ve kaçak rakılarla
ama şaşırmadım intiharsızdı benim babam
bu ilginç doğrusu
babamı incelemem
Güneşe Düştü Tohum'dan (Fatma Aras)
Karanlığı karanlığınıza gömdüm
Suskuyu suskunuza
Yüreğimde bir dağ çöktü yankısız
Basmakalıp'tan (Hüseyin Akın)
Bir çocuk tek başına ağlıyorsa doğrusu şudur:
Göç yollarını unutmuş kuşlar bir şarkıyla gelirler
Kış Hazırlıkları'ndan (Salih Aydemir)
ışığa gerek yok
sabahı döndürüyorsunuz karanlıkta
sessiz bir gezinti hali içinde yaşınızla
La La Landın'dan (Neslihan Yalman)
bitmeyen bir günahtı insan
çoğalarak ödeyen kefaretini
Arayış'tan (Fatih Akça)
eh yeter be
tanrıya bakmaya gidiyorum!
İdefix tarafından yayınlanan kitap değerlendirme ağırlıklı aylık dergi haziran sayısında Müzisyen Romancılar dosyasını barındırıyor. Öncelikle belirteyim, kitap eleştirisinin kısa tutulmasını savunuyorum. Yazarı, konusu, türü, hitap ettiği kitle ve amaçladığının ne kadarı başarıldığı konusunda bir kaç kelamın yeterli olduğunu düşünürüm. Baskı kalitesi, kapak gibi öğelerin de bahsi geçiyorsa pek ala, pek güzel. Bir tüm sayfayı ya da sayfaları dolduracak bir yazı ise edebi kaygı etrafında şekillenir ve ben bu durumda kendimi sadece sayfaları çevirir bulurum. Burada da farklı gerçekleşmiyor. Dosya yazısında anlıyoruz ki kitap kaleme alan müzisyenlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor ve de yapıtların çoğu otobiyografik ya da oradan besleniyor. Dergiyi benzerlerinden ayıran orta sayfadaki okuma grafiğinde olduğu gibi müzik tarihi, türleri üzerine yazılan kitapların irdelendiği bir yazı daha fazla ilgimi çekerdi doğrusu. Değişik bir şey ise Kalben söyleşisi oluyor.
Ancak 5. sayısıyla keşfedebildiğim Cazkedisi, Halim Yazıcı yönetiminde İzmir'den okuyucularını selamlıyor. Desenleri ile birlikte oldukça hoş bir mizanpaja sahip. Baştan sona periyodik olma kaygısıyla samimiyetini kaybeden emsallerinden farklı bir izlenim veriyor. Sürüsüne bereket şiirin yanısıra, yazılar ve söyleşiler (Haydar Ergülen ve Özgür Balaban) sayfaları şenlendiriyor. Adnan Satıcı üzerine Hüseyin Alemdar'ın kaleme aldığı Güzel Ankara,Adnan Satıcı ve Blues Vakti isimli makale, Hüseyin Peker'in kaleminden genç kalemler'den öteki'ne başlığını taşıyan makale, Aysun Kara'dan öyküye sızan şiir başlıklı yazısı, Devrim Dikkaya'nın esin kaynağı Mozaik müzik topluluğunun Sappho ile Konuşma adlı çalışması olan yazısı, M. Mahzun Doğan'ın günlüklerinden seçkisi, Ayşe Özgür Aydoğan'ın Paris'te Gece Yarısı'nı konu alan sinema köşesi, Fatih Akça'nın Türk şiirinin ilk dizesinin arayışındaki yazısı, Şevket Toker'in T. Ayhan Çıkın'ın şiiri üzerin yazdıkları gibi.
iyiyim
efendim
hastanedeyim
yatıyorum
durmadan yalan söylüyorum
iyiyim diye
belki
sözcüklerim iyileştirir
ağrılarımı
göğsümde
ötüp duran bülbülü
dinliyorum
aralıksız
telefon çalmadığında
türkçe söylüyor
ne hikmetse
türkülerini
beni merak etme
iyiyim
sancılarımı bekliyorum
başkasına gitmesin diye
öksüz
bir bahçeyi
gösteriyor penceresi
mevsim
sıyırıp atmış
gömleğini
kesik
bir limon ağacı,
yok gövdesi
gölgesi var,
keskin
kokusu
ağzını
taşla doldurmuş
kuyu
özlüyor
konuşmayı,
sabırsız
toprağı
deşen
bir demet
koku
güne
eşlik
ediyor
görüntü
makası kör terzi gibi bir tanrı'dan (hüseyin korkmaz)
Makası kör bir tanrı biçti beni
gülüşüm eğik durur yüzümde
Artistik Bellek, iki sayısını birden okuyucusuna sunmuş. Yeni bir formatla karşımızda bu nüshalar. 9. sayı Nuri Bilge Ceylan'ın benim de hemfikir olduğum Kış Uykusu değerlendirmesiyle açılıyor. Aldous Huxley ile 60'lı yıllarda yapılan bir söyleşinin tercümesi öne çıkmakta. 5 soru köşesinde Evvel, Karanfil, Madi Hayat, Plüton ve Sıvadık fanzin yazarları konuk edilmiş. Edebiyatın dünyada ilk neyi değiştirmesini isterdiniz, Roman kahramanlarını bir araya toplasak bunlar kim olurdu ve ne hakkında konuşurlardı, Eserlerden sinemaya uyarlananlar arasında en beğendikleriniz nelerdir ve uyarlanmasını istediğiniz eserler nelerdir, Adını ilk kez duyduğunuz bir yazarın kitabını almanız için sizi ilk ne cezbeder ve edebiyat ve siyaset ilişkisinde iki hayvan seçseniz hangisi edebiyat hangisi siyaset olurdu. İşte sorular bunlar, sıkı sorular. Yalçın Tosun ile banallığa düşmeden kalitesini belli eden güzel bir söyleşi sayfalarda yerini bulmuş. Röportajı kotaran arkadaş bu sorumluluğun altından başarıyla kalkmış. Şiirler, öyküler, denemeler...
1.
yalnızlık
boyum kadar çocuk
annemin gözlerinde
bilirim, tufandır bu:
gözleri gözlerime değince
bi yağmur başlar, soluğumda
çocukluğumu filizleyen bir hürriyet
2.
zaman meçhul bi yolculuktur
mesela akşamüstlerinde
bi kaldırımda
gölgemle geceye doğru yazıldığım
3.
satırlarımda biriken
ve çokça söylediğim
sigaramın türküsü:
ben sigaradan bi adamım
külün mürekkebinden rüzgârın seyir defterine
4.
içimde bi halk biriktirdim, ağıtların sesiyle
dört mevsim bahardır bu yüzden
-ah ile karılmış-
karanfilin ömrüne:
gül günden güne kanamakta
yarına ve her şeye
5.
çünkü kaostan beslenir insansoyu
çok soylu bi kentin kılcallarında biriken iltihap içinde
6.
bağışla kendini
vicdanına
çünkü yaşamak bi şiirdir
mesela halk parklarında
kuşların kanat sesleriyle!
mutluluğa benzer bu
tebessümü kırılan bir ayna gibi
deliliğin kahkahasında
durma, bağışla kendini
besmeleyle başla
kana, bedenine işlenen insanlık yarasına
yorgun düşersen de uçurumlara fırlat at
bumerang bir yarındır yaşam hep bi yerde
7.
soluğunun dokuz düğümünü iyice ilikle
çünkü yürümek çetin bi kavga
10. sayı ise Afşar Timuçin'in Geç Zaman Tutkuları isimli öykü kitabının hayli kapsamlı irdelendiği bir yazıyla açılıyor. Sinema üzerine yazılıp çizilenler Camdan Kalp isimli unutulmuş bir doksanlar filmi üzerine yazılan makale ile sınırlı kalmayıp Reha Erdem'in son filmi ile de devam ediyor. 5 soru 5 yazar köşesinde konuklar Hanife Altun, Nalan Barbarasoğlu, Özlem Akıncı, Suat Duman ile Tunç Kurt. Arka Bahçe sanat programnı yayına sokan ekiple yapılan söyleşi fotoğraflarla güçlendirilmiş. Dokuz daha iyi gibiydi sanki, ne dersiniz?
Oscar Wilde'ın Bülbül ile Gül ismini taşıyan öyküsünü okumanın imkanını Nisyan'ın 14. sayısıyla erişebilmek oldukça mutluluk verici. Bir de Refik Murad Münekkid, Fatma Cavidan Hanım'ın etkisiyle seller gibi akıyor, bülbül gibi şakıyor, müthiş keyifli. Reşad Ekrem Koçu'dan İstanbul'un ayaklı meyhanelerini okuyoruz. Gerçekçi aynı zamanda mistik öğelerle yüklü Esrar Aleminin Yüce Papazı keyif veren bir öykü.
inanın karanlık çok derin boğuluyorum
karanlık çok konuşuyor, susturamıyorum
karanlığın ismi yok, neyle çağırayım ben onu?
Daha dazla dergi, fanzin almamaya karar verdiğim anda tam da tersini yapmışım. Ama illaki ilgimi çeken bir şey buluyorum. Fak Fanzin'de olduğu gibi. Çizgi ağırlıklı fanzin diyor ki: fak isim eskimiş Arapça fahh, isim Tuzak, kapan. Aklınıza yanlış şeyler gelmesin. Düzyazı olarak the Clash, biliyorsunuz punk'ın dev ismi, üzerine bir yazı öne çıkıyor. Aslında düz ve yamuk (şiir olsa gerek) neyse diğer yazıların çizgiye göre oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu vesileyle çizerleri sayalım, Sami Berk Tokaç, Yarkın Sakarya, Furkan Ömer Akhan, Hakan Başaran. Çizgi sanatı bir miktar gazete köşelerinde yer bulmuş bantları hatırlatıyor. Çizerlerin bir kısmı ise ilüstrasyonlarla sayıya destek vermiş. Biraz daha ağırlık vermeye çalıştıkları alana ağırlık verirlerse üzerine kaymak olur.
Yirmibeşinci Saat (Tahir Abacı)
Yirmibeşinci saatte sarp suların sesiyle
Saatler kollarda bir eriyiğe dönüşmüşken
Ateş edenler silahlarını saklayıp sevecenleştiler
Selamladılar kendi izini şaşırmış kalemi
Oradan biri seslendi, belirsizliği çok önemli sözler söyledi
Kendince bir kelime eşliğinde: Kavlimce
Kavlince siperler defne tohumu doldurularak kapatılmalıymış
Ki gülüştü herkes
(Ve gülüşten oluşmuşlardı)
Biri dedi ki, "Güneş altında bu işleyen paslı bir eğedir"
Ardıç ağacının altında sayısız kitap yığmış olan
Kurşun gibi ağırlaşmış başını kaldırdı, ekledi
"Aydınlanmacılar kördü zaten, güneş ışığı onların neyine"
Biri, saçları bigudili bir hünsa
"Kenger dili! Çiğdem dili! Nevruz dili!"
Diye inledi kendince bir yerlilikte
Ki hepsi muhalif, hepsi yapısökücü, hepsi haklı
Derken eşkenar bakışlı bir kadın belirdi
Elindeki değneği yere vurdu, ne dediyse dedi. Kavlince
Hiç biri cevap veremedi. Önlerine baktı hepsi...
Veda (Aydın Şimşek)
Kanlı geçmişte büyüyen çocuk, uzun nefesler özlenir
Dal ağacı tutunmak içindir, aranır içeride su
Toprak değil midir gövde, çöl de insanın aynası
Avutur acısını varlıkta...
Acı karaokuldur göğün göğsünde, sin
Kapısını açınca susarak konuşan tebessüm
Davet eder emel'in çölüne, kal burada
İnsan acısını da avutur kendini erite erite
Büyük ovalar akarsular geçtin ömrüm, dağın
Göremediği yine bir dağa kaldın,
Sevişsen o boşluğa, yankılanır iki zaman
Geçmiştir insan, geleceğe inen acı
Vedadan yapıldı kalbimiz ki yol da
Yer değiştiren yolcunun gümüşü,
Yansısı çoğalıyor yeniden sözün
Bir çöl ve aşk yurdumdur avutur gövdemi
Göğün Altında (Selami Karabulut)
II.
ah dağların arasında sıkışıp kalmış zaman
yeşil çalı kümeleri ve saatimin tekdüze tıkırtısı
uçmaya hazırlanan yavrular gibi çırpınıyor
yağmurdan kanatları ıslanmış üveyikler
rüzgarın esmeye başlaması, bu beklenti her yerde
ve ben salyangozlara basmadan yürümeliyim
öğlen sıcağına doğru git gide seyrekleşiyor
yapraklarından su damlaları dökülen palamutlar
sürüsüne seslenen çoban, ve bir traktör sesi
aradığım yanıt boğula boğula öten horozda
beni geçerken bile ürküten bu ıssızlığın ötesinde
yaşayanlar varmış, bu mahcupluk bana yeter
ah zamanın ötesinde donup kalmış yaşam
sokağın kini yok (Ömer Turan)
sonra, güz inmiştir sözün üstüne
bir zaman çocuklara, öyle bakıp geçiyor
gittim geceyi kilitledim, bir bulutun
ucundan alıp geldim seni buralara
güzellenmiş iki dudak üst üste
hiç akdeniz göğü görmemiş bir bulut
de ki, yaşamın damarında var
fırtınaya karşı kesmişler göbeğimizi
sonra, bağdaş kurmuştur taze yapraklar
ters dönmüş bir ağaca, öyle gülüp geçiyor
el kadardım, annem uzun bir cümle dokudu
bana, ölümü de alıyor içine
ve seninle hiç konuşmadık bunları
sesin bu yüzden ömür boyu çocuk kalacak
de ki, bir masalı yaşıyoruz
zaman, iki yaz ile yolcu arasında
şimdi bir adım ötemiz keder eşiği
dudağının kenarına yaklaştırıyorum lodosu
tuzlanmış yaralar iç içe
hiç yeryüzü gezmemiş bir göz
dedim ki, sokağın kini yok, sokağın kini yok
yol soğuk, devlet geçmiştir diyor
sonra, toprak doymuştur acıya sevgilim
ölülerimizi kuşlar kaldırıyor
Tüh (Gonca Özmen)
-Kumlu sesini yay üstüme altıma
Dal basıyor gövdemi
Karadutlar basıyor onun gövdesini
Hu diyenler basıyor onun gövdesini
Tuz basıyor onun gövdesini
Har basıyor onun gövdesini
-Kumlu sesini savur üstüme başıma
Yol basıyor gövdemi
Ayvalar basıyor onun gövdesini
Vah diyenler basıyor onun gövdesini
Yel basıyor onun gövdesini
Sır basıyor onun gövdesini
-Kumlu sesini dağıl üstümde altımda
El basıyor gövdemi
Sazlıklar basıyor onun gövdesini
Eh diyenler basıyor onun gövdesini
Gam basıyor onun gövdesini
Ter basıyor onun gövdesini
-Kumlu sesine bata çıka aşağıda yukarıda
Sel basıyor gövdemi
Uzun-Uzak (Anıl Cihan)
pimi çekilmiş
bir yeryüzü şarkısı söyledim içime
bilirsin bazı ölümler yalnız yelesinden sevilir
patlamaya hazır: dörtnala
kendi eğimine kapanmış gün boyu gitmeler var nasılsa
hiç çalınmamış kapılar ve temmuzun orta yeri
işte düpedüz ağustos bu dedimbırakıp elimde ne varsa
tuzlu alınganlık. kalbim usanmadığım şeylerin bükülmüş gök gürültüsü
üzülme, acının sinir uçlarından başladım bir ömrü örmeye
üzülme, ama hep o okyanıs diliyle ağlıyordu birileri
yükte ağır pahada hafif bir hayatı koşuyoruz kentli gömleğimizle
çölüunut, buzu sayıkla, gülmelere zaten uzun-uzaksın
aşk olsun ovada ilk kesiği atan insana
bu gece bütün atlarını vurulup öldük tanrım
ellerimizin yeri çiçekler mezeler hep tamam babalardan kalmak yapılır evlat (Eşref Yener)
kahveye şöyle bir selam vermişiz gibi gelişiyor gün
sözgelimi kahveden meyhaneye geçmiş de içiyoruz babamla
evlat bak şimdi diye başlıyor söze
konuştukça avluyu aşan seslerimizde hatırlıyoruz birbirimizi
kapalı kentlere gidip gelmiş gırtlaklarımızın kısıklığını biraz da
böylece bazı kadınlar ağlamış belli resimler anılmış oluyor aramızda
hesabı yine o ödüyor kıvrımızın yüklendiği elleriyle
şimdi düşünüyorum da babama da feci uzundu akşam
feci uzun ve kaçak rakılarla
ama şaşırmadım intiharsızdı benim babam
bu ilginç doğrusu
babamı incelemem
Güneşe Düştü Tohum'dan (Fatma Aras)
Karanlığı karanlığınıza gömdüm
Suskuyu suskunuza
Yüreğimde bir dağ çöktü yankısız
Basmakalıp'tan (Hüseyin Akın)
Bir çocuk tek başına ağlıyorsa doğrusu şudur:
Göç yollarını unutmuş kuşlar bir şarkıyla gelirler
Kış Hazırlıkları'ndan (Salih Aydemir)
ışığa gerek yok
sabahı döndürüyorsunuz karanlıkta
sessiz bir gezinti hali içinde yaşınızla
La La Landın'dan (Neslihan Yalman)
bitmeyen bir günahtı insan
çoğalarak ödeyen kefaretini
Arayış'tan (Fatih Akça)
eh yeter be
tanrıya bakmaya gidiyorum!
İdefix tarafından yayınlanan kitap değerlendirme ağırlıklı aylık dergi haziran sayısında Müzisyen Romancılar dosyasını barındırıyor. Öncelikle belirteyim, kitap eleştirisinin kısa tutulmasını savunuyorum. Yazarı, konusu, türü, hitap ettiği kitle ve amaçladığının ne kadarı başarıldığı konusunda bir kaç kelamın yeterli olduğunu düşünürüm. Baskı kalitesi, kapak gibi öğelerin de bahsi geçiyorsa pek ala, pek güzel. Bir tüm sayfayı ya da sayfaları dolduracak bir yazı ise edebi kaygı etrafında şekillenir ve ben bu durumda kendimi sadece sayfaları çevirir bulurum. Burada da farklı gerçekleşmiyor. Dosya yazısında anlıyoruz ki kitap kaleme alan müzisyenlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor ve de yapıtların çoğu otobiyografik ya da oradan besleniyor. Dergiyi benzerlerinden ayıran orta sayfadaki okuma grafiğinde olduğu gibi müzik tarihi, türleri üzerine yazılan kitapların irdelendiği bir yazı daha fazla ilgimi çekerdi doğrusu. Değişik bir şey ise Kalben söyleşisi oluyor.
Ancak 5. sayısıyla keşfedebildiğim Cazkedisi, Halim Yazıcı yönetiminde İzmir'den okuyucularını selamlıyor. Desenleri ile birlikte oldukça hoş bir mizanpaja sahip. Baştan sona periyodik olma kaygısıyla samimiyetini kaybeden emsallerinden farklı bir izlenim veriyor. Sürüsüne bereket şiirin yanısıra, yazılar ve söyleşiler (Haydar Ergülen ve Özgür Balaban) sayfaları şenlendiriyor. Adnan Satıcı üzerine Hüseyin Alemdar'ın kaleme aldığı Güzel Ankara,Adnan Satıcı ve Blues Vakti isimli makale, Hüseyin Peker'in kaleminden genç kalemler'den öteki'ne başlığını taşıyan makale, Aysun Kara'dan öyküye sızan şiir başlıklı yazısı, Devrim Dikkaya'nın esin kaynağı Mozaik müzik topluluğunun Sappho ile Konuşma adlı çalışması olan yazısı, M. Mahzun Doğan'ın günlüklerinden seçkisi, Ayşe Özgür Aydoğan'ın Paris'te Gece Yarısı'nı konu alan sinema köşesi, Fatih Akça'nın Türk şiirinin ilk dizesinin arayışındaki yazısı, Şevket Toker'in T. Ayhan Çıkın'ın şiiri üzerin yazdıkları gibi.
iyiyim (Hidayet Karakuş)
iyiyim
efendim
hastanedeyim
yatıyorum
durmadan yalan söylüyorum
iyiyim diye
belki
sözcüklerim iyileştirir
ağrılarımı
göğsümde
ötüp duran bülbülü
dinliyorum
aralıksız
telefon çalmadığında
türkçe söylüyor
ne hikmetse
türkülerini
beni merak etme
iyiyim
sancılarımı bekliyorum
başkasına gitmesin diye
kekeme kuyu (Melih Elhan)
öksüz
bir bahçeyi
gösteriyor penceresi
mevsim
sıyırıp atmış
gömleğini
kesik
bir limon ağacı,
yok gövdesi
gölgesi var,
keskin
kokusu
ağzını
taşla doldurmuş
kuyu
özlüyor
konuşmayı,
sabırsız
toprağı
deşen
bir demet
koku
güne
eşlik
ediyor
görüntü
makası kör terzi gibi bir tanrı'dan (hüseyin korkmaz)
Makası kör bir tanrı biçti beni
gülüşüm eğik durur yüzümde
sigaramın türküsü (Aslan Kocaman)
1.
yalnızlık
boyum kadar çocuk
annemin gözlerinde
bilirim, tufandır bu:
gözleri gözlerime değince
bi yağmur başlar, soluğumda
çocukluğumu filizleyen bir hürriyet
2.
zaman meçhul bi yolculuktur
mesela akşamüstlerinde
bi kaldırımda
gölgemle geceye doğru yazıldığım
3.
satırlarımda biriken
ve çokça söylediğim
sigaramın türküsü:
ben sigaradan bi adamım
külün mürekkebinden rüzgârın seyir defterine
4.
içimde bi halk biriktirdim, ağıtların sesiyle
dört mevsim bahardır bu yüzden
-ah ile karılmış-
karanfilin ömrüne:
gül günden güne kanamakta
yarına ve her şeye
5.
çünkü kaostan beslenir insansoyu
çok soylu bi kentin kılcallarında biriken iltihap içinde
6.
bağışla kendini
vicdanına
çünkü yaşamak bi şiirdir
mesela halk parklarında
kuşların kanat sesleriyle!
mutluluğa benzer bu
tebessümü kırılan bir ayna gibi
deliliğin kahkahasında
durma, bağışla kendini
besmeleyle başla
kana, bedenine işlenen insanlık yarasına
yorgun düşersen de uçurumlara fırlat at
bumerang bir yarındır yaşam hep bi yerde
7.
soluğunun dokuz düğümünü iyice ilikle
çünkü yürümek çetin bi kavga
10. sayı ise Afşar Timuçin'in Geç Zaman Tutkuları isimli öykü kitabının hayli kapsamlı irdelendiği bir yazıyla açılıyor. Sinema üzerine yazılıp çizilenler Camdan Kalp isimli unutulmuş bir doksanlar filmi üzerine yazılan makale ile sınırlı kalmayıp Reha Erdem'in son filmi ile de devam ediyor. 5 soru 5 yazar köşesinde konuklar Hanife Altun, Nalan Barbarasoğlu, Özlem Akıncı, Suat Duman ile Tunç Kurt. Arka Bahçe sanat programnı yayına sokan ekiple yapılan söyleşi fotoğraflarla güçlendirilmiş. Dokuz daha iyi gibiydi sanki, ne dersiniz?
Oscar Wilde'ın Bülbül ile Gül ismini taşıyan öyküsünü okumanın imkanını Nisyan'ın 14. sayısıyla erişebilmek oldukça mutluluk verici. Bir de Refik Murad Münekkid, Fatma Cavidan Hanım'ın etkisiyle seller gibi akıyor, bülbül gibi şakıyor, müthiş keyifli. Reşad Ekrem Koçu'dan İstanbul'un ayaklı meyhanelerini okuyoruz. Gerçekçi aynı zamanda mistik öğelerle yüklü Esrar Aleminin Yüce Papazı keyif veren bir öykü.
inanın karanlık çok derin boğuluyorum
karanlık çok konuşuyor, susturamıyorum
karanlığın ismi yok, neyle çağırayım ben onu?
Daha dazla dergi, fanzin almamaya karar verdiğim anda tam da tersini yapmışım. Ama illaki ilgimi çeken bir şey buluyorum. Fak Fanzin'de olduğu gibi. Çizgi ağırlıklı fanzin diyor ki: fak isim eskimiş Arapça fahh, isim Tuzak, kapan. Aklınıza yanlış şeyler gelmesin. Düzyazı olarak the Clash, biliyorsunuz punk'ın dev ismi, üzerine bir yazı öne çıkıyor. Aslında düz ve yamuk (şiir olsa gerek) neyse diğer yazıların çizgiye göre oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu vesileyle çizerleri sayalım, Sami Berk Tokaç, Yarkın Sakarya, Furkan Ömer Akhan, Hakan Başaran. Çizgi sanatı bir miktar gazete köşelerinde yer bulmuş bantları hatırlatıyor. Çizerlerin bir kısmı ise ilüstrasyonlarla sayıya destek vermiş. Biraz daha ağırlık vermeye çalıştıkları alana ağırlık verirlerse üzerine kaymak olur.
Etiketler:
ARTİSTİK BELLEK,
CAZKEDİSİ,
FAK FANZİN,
MÜHÜR,
NİSYAN,
SABİTFİKİR
1 Temmuz 2016 Cuma
Two Door Cinema Club - Beacon (2012)
Şu albüm kapağı bir kaç puan kırmaya yeter de artar bile. Ama ben adil birisiyim, mazrufa yani müziğe bakarım. O yüzden sırf bu albüm kapağından seve seve bir sürü puan düşerim. Tutarlı biri olduğumu söylemedim zaten.
İlk albümdeki şarkıların benzerliği yönündeki eleştirileri fazlasıyla ciddi almışlar gibi duruyor. Sonuçta albümün yarısı varlığı yokluğu belli olmayan şarkılarla doldurulmuş. Eski tarzlarını devam ettirdikleri Sun, Someday, Pyramid ve Beacon'da ise fantastik güzel performans sunmuşlar. Gerisi ise büyük bir boşluk. 2007'de kurulduklarını ve sadece iki albüm yayınladıklarını düşünürsek bir nevi mermileri tüketmişler Bu seneki yeni kayıtlarında ne yapmışlar, göreceğiz. Albümün bonus sidisini de dinlerseniz konserlerinin pek eğlenceli geçeceğine dair kanımın gerçeğe dönüştüğünü görebilirsiniz. Tabi malzeme ilk albüm olmak koşuluyla.
6,75/10
İlk albümdeki şarkıların benzerliği yönündeki eleştirileri fazlasıyla ciddi almışlar gibi duruyor. Sonuçta albümün yarısı varlığı yokluğu belli olmayan şarkılarla doldurulmuş. Eski tarzlarını devam ettirdikleri Sun, Someday, Pyramid ve Beacon'da ise fantastik güzel performans sunmuşlar. Gerisi ise büyük bir boşluk. 2007'de kurulduklarını ve sadece iki albüm yayınladıklarını düşünürsek bir nevi mermileri tüketmişler Bu seneki yeni kayıtlarında ne yapmışlar, göreceğiz. Albümün bonus sidisini de dinlerseniz konserlerinin pek eğlenceli geçeceğine dair kanımın gerçeğe dönüştüğünü görebilirsiniz. Tabi malzeme ilk albüm olmak koşuluyla.
6,75/10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)