Felsefecinin ve post-yapısalcılığın itiraz noktası şu: Başta bir varlık tahayyül ederiz, sonrasında bu varlığın oluş aşamasına geçip farklılaştığını düşünürüz. Tam tersine dünyayı bilme açısından bir kuruluş ve temel noktası verebilecek statik bir farklılıklar yapısının incelenebileceği reddedilir. Hatta hakikat, gerçek de yoktur. Fenomenler bir dünyanın görünüşüdür ama simulakra (imge diyelim biz), arkalarında hiç bir köken veya temel bulunmayan kendi başlarına bir görünüştür. Temelsiz ve nedensiz... Bu sebeple bırakınız insanı en küçük organizma bile bir simülasyon olayıdır ve görünüşlerin etkileşimidir. Nietzche'ci bir yaklaşımla görünüşlerin arkasında gerçeğin olmaması ama diğer görünüşlerle bağlantıları sergilemesi, insanları umutsuzluğa sürükler, nihilizme kapıyı açar. Hiç bir vakit ulaşılmayacak bir cennetin peşinde koşarız. Hani hep geçmiş bayramlar daha güzeldir ya. Sanki gerçek bir bayram kutlaması vardır fi zaman önce, herkesin mutlak mutluluğu tattığı.
Filozof özellikle felsefe, sanat (sinema ve edebiyat) ve bilimin gücüne odaklanmıştır. Bunların ne olduğuna değil, neye hizmet ettiğini irdelenmelidir. Yani geliştirilen kavramlar tepkisel değil etkin olmak zorundadır. Kendilerini temsiller olarak değil yaratılar olarak sunmalıdır.
Mutluluk kişinin hayatını etkin olarak yaşama kapasitesi veya gücüdür.Oysa bize görünen dünyanın üzerinde ve ötesinde bir hakiki dünya bulmaya çalışırsak tepkisel olarak yaşarız.Felsefe, dili basit tanımlardan ve kanıların değişmezliğinden kurtarıp kavram ve sorunlara taşıyorsa, sanat da duygular ve algılar yaratır. Kanı, kavramların bilinen biçimlerini geneller, indirger ve dil aracılığıyla iletişim ve enformasyon olarak paylaşılabilecek ortak bir dünya olduğunu varsayar. Misal, küflü bir İtalyan peynirini sofrasında bulan bir kişi duyusal olarak halinden rahatsız olur, bundan hoşlanmıyorum demekle kalmaz. Bu yemek değil ve hatta bunu ağzı olan kimse yiyemez (sözcükleri azcık değiştirdim böylesi daha eğlenceli) diye bahsi geçen aşamalar aracılığıyla peynirin kötülüğüne dair kanı geliştirebilir. Kulağımıza gelen yabancı bir dili hemen medeniyet seviyesi ile karşılaştırırız örneğin, küçümseriz.
Bilim dünyayı gözlemlenebilir ilişki hallerinde sabitlerken, felsefe geliştirdiği kavramlar sayesinde sorunlara ilişkin yeni bir düşünme biçimi üretir. Sanat ise duygu ve algıları yaratır. Sinema, filozofun görüşlerinde zaman-imge, hareket-imge gibi yeni kavramları icat etmesine sebep olduğu için özellikli bir yer tutar. Kameranın açıları sayesinde hareketin dolaysız anlatımı ve düşünce hayatının hareketliliği hareket-imgeyi, zamanın dolaysız sunulması yani bir hareketi diğerine bağlayan şey olarak gösterilmemesi de zaman-imgeyi tanımlıyor. Sinema böylece zamanı ve hareketin kendisini sunabiliyor. Elbette bütün filmler imgelerin kuvvetiyle oynuyor değildir ama imgeleri sabit bir bakış açısından özgürleştirme gücü ve potansiyeli sinemayı sinema yapan şeydir.
Duygu uzamsallaştırıcı olmaktan çok yeğinleştiricidir. Dünyayı genlikle uzamsal nesneler kümesi olarak ve birleşik, ölçülebilir bir mekan olarak görürüz. Andan ana değişen bir renkler, tonlar ve dokular dünyası görmeyiz. Oturduğum yerin karşısında sallanan hışırdayan ağaç yaprakları benim için yeşildir der geçerim. Ama bir an ışık vurur, bir an bir bulutun gölgesi. Aynı renk değildir halbuki. Hep bir dinamizm...
Zaman hayatın hareket ve oluş gücüdür yani hareketler üretir.Sanat duygu aracılığıyla zamanın yıkıcı gücünü geri teslim eder. Artık hayatı zaman aracılığıyla akan birleşik bir bütün olarak görmeyiz, bütünün şekilleneceği ayrı oluşlar, hareketler ve zamansallıklar görürüz. Zaman da duygu gibi yeğinleştiricidir. Bir bitki, hayvan ve insan gözlemcinin süreleri arasında farklılıklar örneği kanıt olabilir buna. Yani hayatın düşünebildiğimiz veya sezebildiğimiz farklı ritimleri ve atımları vardır. En büyük yanılsama hayatın bir andan diğerine aktığı ve bizim genel bir zaman çizgisi üzerinde olduğunu düşünmemizdir. Hareket-imge sayesinde bu farklılaşan zaman akışını dolaylı da olsa hissedebiliriz. Buradaki kilit sözcük sezgidir. Bir şeyin gerçek biçiminde algılanışının ötesinde geçip onu oluşturan sanal bileşenlere ulaştıran yöntemdir sezgi. Diyalektiğin tersine çelişkiler ve farklılıkların gerilimli kalmasına müsaade edilmelidir. Hatta bir şeyin, ne olmadığı üzerinden tarif edilmesine dayanan diyalektiğe de eleştirel bir tutum takınmaktadır filozof. Farklılığı ve oluşu sabit noktalar gözünden gördüğü için olumsuz bir karakter taşıyan diyalektikten bizi zaman-imge kurtarır. Şunu anlamamızı sağlar: Hayat, ayrı şeylerin gerçekleştiği hareket ve oluştur. Dünya bir imgeler ve algılar akışıdır. Biz ise hareket eden şeyler dünyası görürüz ama bu ancak bir hareket bütününden soyutladığımız için mümkündür. Kendi oluşumuzdaki hareketleri ve bizi ilgilendirmeyen farklılıkları gözardı ederiz. Ki gören herhangi bir göz bile bir hayat akışıdır zaten. Diğer bir deyişle de hayat, durağan bir dış dünyayı temsil eden ayrıcalıklı bir noktanın (insanın kendi içinde kapalı zihni) etrafında dönmez, diğerleri arasında bir makine olan zihin veya beyinle birlikte makineye özgü bağlantıların üremesidir hayat. Kısacası sinema insan gözü ve algılama için yeni olanaklar sunmasından dolayı Deleuze'ün fikriyatında önemli bir yer tutar. Hem zaten bütün varlıklar hayat-oluş akışında görece değişmez uğraklardır. Doğrudan oluşu algılayamayız bile.
Anlam, bir şeyin gerçekte ne olduğunu değil ama oluş gücünü ifade der. Hayatın anlamı üretebileceği tek yolun dil olmasının nedeni budur, çünkü sözcükler bir şeyi alıp diğer şeylerle sanal bağlantılar içine yerleştirmemizi olanaklı kılar. Anlam bir olaydır ama yeni oluş çizgileri üreten bir olay. Ne sanat ne de felsefe zaten orada olan bir dünyanın temsil edilmesiyle ilgilidir, bilakis bağlantılar üretmek ve arzulayan makineler olmakla ilgilidir.Bu duygusal bağlantılar insanı insan yapan şeyleri yaratır. Kendi felsefesini zamansız olarak olumlayan Deleuze, zamansız olmanın kapitalizm karşıtı olmanın ötesinde kapitalizmi ortaya çıkmasına izin vermiş olan gücün yıkılmasını gerektirdiğini öne sürer. Bu güç, aynılık eğilimi, tek tip nicelleştirme, tüm oluşların tek bir ölçü veya sermaye alanında sabitlenmesinde görülebilir. Hayatın karmaşıklığı ve farklılığını tek bir mübadele sistemine indirgeyebildiğimiz için kapitalizm vardır. Mübadil şey para da olur, çok-kültürcülük de, cemaatin iyi dilek mesajları da farketmez. Ancak hayatın yurtsuzlaşma sürecini sağladığı için olumlu bir yana da sahiptir. Yurtsuzlaştırmak derken, sırf dini sebeplerle yapılan bir resmin bu gün amacından bağımsız sanatsal veya duygusal gayelerle hiç de dindar olmayan sanatseverler tarafından değerlendirilmesi gibi. Dolayısıyla bu bakış açısı bizi insan denen kavramın bize dayatılan ırkçı bir imge olduğuna dair kabule götürür.
Az çok Foucault okumuşsak batı medeniyetinin aşkınlık üzerine kurulduğuna dair tezlere aşinayız demektir. Düşünme biçimimiz, kurumlarımız vesaire daima bir dışsal temele dayanmaktadır. Deleuze özneyi de bir aşkınlık biçimi olarak görür. Deneyimlerden özne oluşmaya başlar. Ama öncesinde zihinde benlikte düzenlenmemiş bir algılar ve düşünceler çokluğu vardır ki bu yığın, dış dünya kavramını üretir. Sonucunda dışsallık ve dışarısı arasında ayrım yapılır. Yaratıcı hayvanlar olabilmek için hakikat, varlık gibi aşkınlıkları inşa etmek durumunda kalırız. Yani her türlü temel, köken ve ya nihai dışarının deneyimin sonucu görülmesine bağlı olarak aşkınlık olumlanabilir. Ampirizm ise fikirlerin deneyim sonucu oluştuğunu savunur. Dünyanın kendisi bizim sonucu olduğumuz fikirleri veya imgeleri üretir. Buradan gelinmek istenen nokta Deleuze'un kendi felsefesinin tanımlarken kullandığı aşkın ampirizm terminin açıklanmasıdır. Hume'un klasik ampirizm öğretisinden farklı olarak aşkın ampirizm hiç bir temel, özne ve deneyimleyen varlık olmadığında diretir, yalnızca deneyim vardır. Bu red sayesinde ampirizm aşkın olur zaten.
Arzu olumlu ve üretken olup bir eksiklikten doğmaz. Hayat kendisini devam ettirmeye ve zenginleştirmeye (farklılaştırmaya) çalışır. Bunu da diğer arzularla bağlantı kurarak yapar. Bu nedenle güç/iktidar arzunun bastırılması değil yayılmasıdır. Deleuze'cü felsefenin asıl amacı çıkarcılığın arzudan nasıl türediğini göstermektir.
Bu arada kitap Baudrillard ve Deleuze'ün farklı simulakra yorumlarını karşılaştırır. Amerikada fotoğrafı en çok çekilen ahır artık turistik bir mekan olarak hizmet vermeye başlamıştır. Baudrillard açısından bu, ahırın gerçek fonksiyonelliğinden koparılarak sanallaşmasıdır, acınası bir haldir. Deleuze ise gerçeğin daima edimsel-sanal olduğunu öne sürer. Varlıklar kopyalama, taklit etme, görüntüleme ve simülasyon süreçlerinden ortaya çıkar. Oluşun sanal gücü sayesinde edimsel varlıklara sahibizdir. Hayatın her olayı, ahır olarak kullanılan ahır bile, simülasyondur. Çünkü herhangi bir şeyin ne olduğu, onun başka olma gücüdür. Kendisine bağlı olmama gücüdür.
Standardı ve normu olmayan kadın-oluş gibi kavramlar minör olarak nitelendirilerek olumlanır. Edebiyatın bir kısmı da minör-edebiyat şeklinde tanımlanarak ilerici bir araçsallığa taşınır. Sinemada efektler ve montajın büründüğü öneme edebiyatta üslup kavuşur.Üslup, konuşucuların ve mesajların saptanmasını sağlayan duyguların yaratımıdır. Dilin kendisini konuşuculardan ve niyetlerden özgürleştirdiği serbest-dolaylı üslup minör edebiyat eserlerinin verilmesini sağlar. Minör edebiyat ise zamansız bir geleceğin yolunu döşer. Minör bir politik gruba her katılım , o grubun ne olduğunu değiştirebilmesiyle değerlidir.
Amaçlanan şey, kendimizi hayatın algılanışlarının akışına kaptırmamızdır. İnsan böylece melez-oluş sürecine girerek kendisinden daha fazlası olur. Kaçış çizgileri meydana gelir. Yani özgürlük hayatı olumlamak için insanın ötesine geçmesi demektir. Daha somut olarak, zaten bir varlık çoklu oluşların gücüdür.Hayatta en yüksek ayıda karşılaşmayla mümkün olan bir şekilde değişim geçirip çeşitlenerek hayatımızı ve güzümüzü zenginleştiririz. Oluşlarımızı önceden verili kod ve normlarla sınırlandırdığımız ölçüde hayatımızı da kısıtlarız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder