Ahhh. Indie zehirlenmesi geçirdiğim şu günlerde ilacım bu oldu. Eskiden dinlediğimde de çok sevmiştim bu death metal albümünü, şimdi de değişen bir şey yok. Kabul etmek gerekir ki grup bu albümde tribünlere oynamış. Basit sözler, lineer besteler, hız, paramparça olan bir bateri set, melodik rifler ki birkaç yerde nwobhm mi dinliyorum demedim değil, gruuvi ritim bu albümün öne çıkan öğeleri. Teknik olsun düşünelim taşınalım değil, tepinelüm diyenin müziği. Kelle koltukta yani. Özellikle vokalin çiftlendiği yerde ki baştacı For All Our Sins oluyor, albüm daha bir şenleniyor. Kısacası öyle derin şeyler beklemediğim için ben çok beğendim. Ancak grubun fanları için aynı şeyi söylemek mümkün değil. En azından hepsi için.
8,50-/10
30 Mayıs 2015 Cumartesi
28 Mayıs 2015 Perşembe
José González - Vestiges & Claws (2015)
İsveç'te doğup amerikan sade folku yapan Meksikan isimli bir adamı dinliyoruz. Daha kurcalamıyorum, bu kadar karışıklık yeter. Müziği ise tam tersine pekgüzelbir yalın. Hani, hani kırmızılı siyahlı oduncu gömleğinizi giymişsiniz kafanızda bir bere. Tek odalı bir dağ kulübesine yorgun argın varmışsınız, belki de sundurmaya oturmuşsunuz sallanan bir sandalyeye. Sisin bastığı ormanın kızıl bir günbatımı ile yıkanmasını izlerken bir mahmurluk çökmüş. Ama uyuya kalacak kadar değil. Keyifle bu müziği dinliyorsunuz. Şarkıların melodileri ritimleri uykunun unutkan kollarına sizi atmayacak. Leaf Off/The Cave'in alkışlı temposu ya da What Will, sihirli bir şarkı bu, ya da kapanışı amerikan yerlilerinin çıngırağıyla ritim tutturularak yapan Afterglow, güzel üç örnek buna. Lakin özellikle akustik gitarın tonu ve vokalin sesi sayesinde yorgunluğunuzu giderecek bir terapi kürüne gireceksiniz. Söylemem şu ki beste konusunda arkadaşın potansiyelini görüyorsunuz, ancak gördüğünüz şey biraz ucundan olmuş. Boşuna ilk iki albümünün gölgesinde kaldığı söylenmiyor. Hatta bunlardan birinde Massive Attack'ın Teardrops'unu coverlamış, orada durmamış überşükela bir klip çekmiş. Pazar günü oneloveda olacaktı. Denk gelsem iyi olabilir. Eveeeet Austra var sırada.
7,25/10
7,25/10
27 Mayıs 2015 Çarşamba
Za Frûmi - Chapter 1: Za shum ushatar Uglakh (2000)
Orta Dünyadaki kötülerin ve dolayısıyla orkların kullandığı Kara Lisan'ı sözlerinde kullanması ile dikkat çeken bu albüm orklar bildiğiniz kaba saba şiddet yanlısı bir ırk değil teziyle hareket edip bu konseptle işe girişen Za Frûmi yani The Spirits yani Ruhlar isimli grubun çıkış albümü oluyor. İsveç yöresinden çıkagelen bu ilginç proje bayağı bir albüm yayımlamış durumda. Öncelikle şunu hatırlayalım, Tolkien Kara Lisan namına sadece bir kaç cümle kurmuş ki en ünlüsü o yüzüğün iç tarafında yazılanlar. Diğer bir deyişle bugün bu lisan ile yapılan şeylerin hepsi uyduruk gayduruk şeyler. Neyse konsept muhteşem, tribal ambiyans bir müzik etrafında gelişiyor her şey. Demek isterdim ama diyaloglar çok fazla değil mi? Çünkü sahnenin bilfiil tozunu yutmuş bu arkadaşlar tiyatro ile ambiyans müziği bir ork grubunun hikayesi üzerinde birleştirmeyi hedeflemişler. İçinde sadece müziğin olmadığı sanatsal bir proje ile karşı karşıyayız. Ork grubu içinde konuşmaları sinir bozucu cırtlaklık derecesine varan goblinlerle birlikte ormanda dağda tepede doğanın doğal yaşamlarının keyfini sürerlerken bir büyücünün de entrikasıyla yollarını bir şatoya vardırır. Ve bir vampir lord ile, evet vampir..., düşmanlıklarını pekiştirip savaşa tutuşurlar. Neticede içlerinden biri ölür. Hatta albümün sonunda cırtlak seslilerden biri acı acı ağıt yakar. Grubun lideri kart sesli Uglakh da geri durmaz. Toparlayalım: Ben şahsen müzik dinlemek isterim. Yarı teyatral üstelik dil olarak da uyduruk bir dilin hakimiyetindeki teyatral bir iş ne kadar sık dinlenebilir, şüpheliyim. Ama ambiyans ve efektler süper, sinematik bir keyif alabiliyoruz. İşte burada ikinci problem ortaya çıkıyor. Tabi benim açımdan. Müzik flütler ve ince ince işlenen perküsyon alet edevatı ve tabi ki ambiyatik synth ve efektlerle kurulmuş durumda. Eski Mısır musikisini, belgesellerden ve kurgulardan duyduğum kadarıyla, yoksa gerçekliğini tartışmıyorum, hatırlatıyor. Ork derken bu kadar incelikli hatta ve hatta narin bir sound beklemiyordum. Ork dediğin tam tam davullar vuracak, hatta sound endüstriyele yaklaşacak. Karanlık bir atmosfere boğulacağız. İşte ben bu albümü bu kafamdaki tasarımla bir türlü bağdaştıramadım.
6,75/10
6,75/10
26 Mayıs 2015 Salı
Metronomy - Love Letters (2014)
Beni dumurdan dumura uğratan bir çalışma. Biraz sabırla en azından dinlenebilir, duyumsanabilir duruma geliyor. Kulağıma gelen bu yabancılığın sebebi albümün büyük oranda seksen ve öncesi ,altmışlara kadar gidiyor, dönemin farklı akımlarını kendine dayanak olarak alması. Bazen değerlendirecek kelime bile bulamadığım anlar oluyor. Monstrous misal barok keyboard ile açılıyor ve anlamlandıramadığım, böyle de bir kelime yazdım ya hah ha, bir melodi ile devam ediyor. Art pop, indie pop, progresive pop diye bir tür tanımı varsa eğer tam da o yaptıkları. Yani dinlemeden önce beklediğim elektronik dans ekolünü hayli esnetmiş durumdalar. Synth ağırlıklı olmakla beraber trompet gibi farklı enstrümanları da dinlemek mümkün. 70'lerin prog rock çalışmaları geliyor aklıma. Bununla birlikte Love Letters gibi tarihin tozlu raflarından gelen şarkının ritmi sözkonusu edildiğinde chillout bir dinleme de değil. Yine de analog kaydından belki de nostaljik, hippievari ve dinlendirici, tüm bahsettiğim ritimlere rağmen, sakinleştirici bir etkide bulunduruyor dinleyici üzerine böyle yumuşak yumuşak böyle pembe pembe. Unutmayalım ki ünlerinin yürüdüğü önceki albümleri English Riviera'nın gölgesinde kalıyor bu çalışma, kalıyormuş. Dolayısıyla o albümüne de bir kulak atmak lazım. Bu arada Month of Sundays, yine garip bayan vokaller eşliğinde elektrogitarların da devreye girmesiyle pek hoş. Su ve kuş sesleriyle tam bir Akdeniz şarkısı The Most Immaculate Haircut da öyle.Yağ bu albüm bi garip.
Toparlarsak, ilk dinlemede ara sıra haddini aşan bir vokal ve sakinliği bozan çıkıntı ritim ve melodilerle ayrıca kuşak farkı dolayısıyla gelişen yabancılıkla bu ne lan! dedirtse de biraz sabırla oldukça farklı ve bir seviyeye kadar keyif alınabilecek bir çalışma ile karşı karşıyayız. Mütevazi olmayalım, meyvesini alacaksınız.
One Love layap'larından Jose Gonzales'i de konuk edelim, bakalım sayfamıza.
6,75/10
Toparlarsak, ilk dinlemede ara sıra haddini aşan bir vokal ve sakinliği bozan çıkıntı ritim ve melodilerle ayrıca kuşak farkı dolayısıyla gelişen yabancılıkla bu ne lan! dedirtse de biraz sabırla oldukça farklı ve bir seviyeye kadar keyif alınabilecek bir çalışma ile karşı karşıyayız. Mütevazi olmayalım, meyvesini alacaksınız.
One Love layap'larından Jose Gonzales'i de konuk edelim, bakalım sayfamıza.
6,75/10
25 Mayıs 2015 Pazartesi
Mehmet H. Doğan - Türk Şiirinden Son Okumalar
2008'de hayata gözlerini yuman ve anladığım kadarıyla edebiyatçı kimliğinden çok eleştirmenliğiyle daha çok tanınan bir isim Mehmet H. Doğan. Bu kitap ile dergilerde çıkan son yazıları üç ana başlıkta derlenmiş durumda. Şiir, şair ve eleştirmen diye özetlenebilir bu başlıklar. Özellikle ilk yazılardaki kıvrak kalemin ağızda bıraktığı lezzet polemik denen şeyin nasıl layıkıyla yapıldığına dair yol gösteriyor. Şairler arasında ise Nazım Hikmet, Halikarnas Balıkçısı, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Edip Cansever, Haydar Ergülen, Haşim Çatış, Ahmed Hamdi Tanpınar, Metin Altıok ve Behçet Aysan'in şiir dünyalarına misafir oluyoruz. Nurullah Ataç, Orhan Burian ile Eser Gürson da eleştirmen olarak kitapta hakkında bahsi geçen isimler oluyor. İtiraf etmek gerekirse bazen şiir değil şiir üzerine yazılanları okumak daha keyif verici oluyor. Bir bakıma bunu bu kitapta da yaşıyorum. Ama büyük bir eksiklik var doğrusu. Şiir çözümlemesi içermiyor kitap. Ve yazıların en azından zamanında hangi dergilerde basıldığına dair isimleri zikredilse iyi olurmuş.
24 Mayıs 2015 Pazar
Cogito - Michel Foucault (Sayı 70-71)
550 sayfa olunca artık bu dergiyi dergiden saymak güçleşiyor. Akademik makalelerden oluşması ve dosya konusundan başka bir yazı içermemesi Cogito'yu tam bir düşünce ansiklopedisi haline getiriyor. İşin aslını söylemek gerekirse bir kaç makale kapsam dışında tutularak dergi hafifletebilinirmiş. Hemen bir örnek vereyim: Bölge üzerine yazılan yazı hayatımda okuduğum en yavan yazılardan biriydi. İlk bölümdeki makalelerde tekrara dönmeye başlamış.
Derginin Foucault özel sayısı girizgahı dışarıda tutarsam ve yanlış saymadıysam yirmiyedi yazı içeriyor. İçlerinden ikisi söyleşi ve konferans dökümü. Sözleşme Teorileri ismi taşıyan söyleşi ümit vermeyen ismine rağmen Hobbes, Locke ve Hegel'e uzanımla birlikte hiç beklenmedik keyifte okuma sunuyor. İlk bölümde daha çok Foucault'nun geç dönem tezlerine, biyo-politika üzerine eğiliniyor. Makale başlıkları bu ilk söyleşi/konferans'a kadar şu isimlerle yer alıyor:
Kimlik, Doğa,Yaşam Üç Biyopolitika Yapıbozumu (Judith Revel); Foucault'dan Agamben'e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir Yanıt Denemesi (Zeynep Gambetti); Biyo-Politikanın Doğuşu ve Foucaultcu Eleştiri (İmge Oranlı); Foucault:İktidardan Biyoiktidara (Utku Özmakas); Homo Economicus'un Bir Soykütüğü:Neoliberalizm ve Öznelliğin Üretimi (Jason Read); Yeni Girişimciler: Foucault ve Tüketim Toplumu (Todd May)
Kaan Atalay ve Ömer Albayrak'ın verdiği yukarıda bahsi geçen sempozyum ile bizzatihi Foucault ile yapılan Şen/Gey Bilim namlı söyleşinin arasındaki makaleler yönetimsellik ve cesur söylem Parrhesia üzerine odaklaşıyor: Modernliğe Karşı Durmak:Irk ve Irkçılık Konularında Foucault ve Arendt (Dianna Taylor); Devlet Şiddetinin Yönetimi Foucault'da Siyasi iktidarın Yönetimsellik olarak Yeniden Ele Alınması (Johanna Oksala); Michel Foucault'nun Son Derslerinde Açık Sözlülük, Risk ve Güven; Foucault ile Anarşizmin Rabıtaları Michael Kohlkaas ve Tahrir BAğlamında Kolektif PArrhesia (Süreyyya Evren); Tehlike Söylemleri:Emma Goldman'ı Bulmak. Özellikle bu son makale cesur söylem bağlamında anarşist aktivist Emma Goldman'ın kamuoyundaki yansımasını tekrar irdelemesi ile dikkat çekiyor. Takip eden kısımda ise yazılar çoğunlukla beden, cinsellik ve özne üzerine yoğunlaşıyor: Bedenler ve İktidar, Tekrar (Judith Butler); Michel Foucault'da Cinsellik, Hazlar ve Etik (Veli Urhan); Foucaultcu Beden ve Deneyimin Dışlanması (Lois McNay); Foucaul'ya Bir Bakış:Öznenin Cinselliğinden Kendliğin Haz Ahlakına (A.Nilüfer Zengin); Michel Foucault'da İktidar Kurma Pratikleri: Türkiye'de Kadın Bedenini, Namus'u ve Şiddeti Yeniden Düşünmek (Hayrunnisa Göksel); Evlilik Öncesi Cinsellik,Bekaret ve Beden Disiplini: Kadınların Aşk Üzerinden Cinsel Ahlak Mücadelesi (Tuğçe Ellialtı). Son olarak da ortaya karışık yazılar yer alıyor. Eleştiri ve Foucault (Hakan Gündoğdu), Çıkarın Ötesinde Sanat-ekonominin Sonundaki Güç (Brian Massumi); Foucault'nun Temsil Anlayışı Üzerine (Tolga Yalur); Foucault'nun Sokrates Okuması:Etiğin Bir Soybilimi (Süreyya Su); Söylemden Yönetimselliğe Foucault ve Postkolonyal Kuram (Burak Köse); Bölge Tarihini Nasıl Yapmalıyız (Stuart Elden); Olaysallık:Hakikat Siyaseti ve Sonluluğun Mantıksal Çözümlemesi (michel Dillon); Foucault, Deleuze ve Yeni Medya (Mark Poster).
Siyasette izdüşümü bulunan bazı düşünürlerin yazılarına, Hardt ve Negri gibi, yer verilmemesi eksiklik olarak göze çarpsa da her Foucault okurunun kütüphanesinde olması gereken bir yapıt diye ayrıca belirtmenin gereği yok diye düşünüyorum.
Derginin Foucault özel sayısı girizgahı dışarıda tutarsam ve yanlış saymadıysam yirmiyedi yazı içeriyor. İçlerinden ikisi söyleşi ve konferans dökümü. Sözleşme Teorileri ismi taşıyan söyleşi ümit vermeyen ismine rağmen Hobbes, Locke ve Hegel'e uzanımla birlikte hiç beklenmedik keyifte okuma sunuyor. İlk bölümde daha çok Foucault'nun geç dönem tezlerine, biyo-politika üzerine eğiliniyor. Makale başlıkları bu ilk söyleşi/konferans'a kadar şu isimlerle yer alıyor:
Kimlik, Doğa,Yaşam Üç Biyopolitika Yapıbozumu (Judith Revel); Foucault'dan Agamben'e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir Yanıt Denemesi (Zeynep Gambetti); Biyo-Politikanın Doğuşu ve Foucaultcu Eleştiri (İmge Oranlı); Foucault:İktidardan Biyoiktidara (Utku Özmakas); Homo Economicus'un Bir Soykütüğü:Neoliberalizm ve Öznelliğin Üretimi (Jason Read); Yeni Girişimciler: Foucault ve Tüketim Toplumu (Todd May)
Kaan Atalay ve Ömer Albayrak'ın verdiği yukarıda bahsi geçen sempozyum ile bizzatihi Foucault ile yapılan Şen/Gey Bilim namlı söyleşinin arasındaki makaleler yönetimsellik ve cesur söylem Parrhesia üzerine odaklaşıyor: Modernliğe Karşı Durmak:Irk ve Irkçılık Konularında Foucault ve Arendt (Dianna Taylor); Devlet Şiddetinin Yönetimi Foucault'da Siyasi iktidarın Yönetimsellik olarak Yeniden Ele Alınması (Johanna Oksala); Michel Foucault'nun Son Derslerinde Açık Sözlülük, Risk ve Güven; Foucault ile Anarşizmin Rabıtaları Michael Kohlkaas ve Tahrir BAğlamında Kolektif PArrhesia (Süreyyya Evren); Tehlike Söylemleri:Emma Goldman'ı Bulmak. Özellikle bu son makale cesur söylem bağlamında anarşist aktivist Emma Goldman'ın kamuoyundaki yansımasını tekrar irdelemesi ile dikkat çekiyor. Takip eden kısımda ise yazılar çoğunlukla beden, cinsellik ve özne üzerine yoğunlaşıyor: Bedenler ve İktidar, Tekrar (Judith Butler); Michel Foucault'da Cinsellik, Hazlar ve Etik (Veli Urhan); Foucaultcu Beden ve Deneyimin Dışlanması (Lois McNay); Foucaul'ya Bir Bakış:Öznenin Cinselliğinden Kendliğin Haz Ahlakına (A.Nilüfer Zengin); Michel Foucault'da İktidar Kurma Pratikleri: Türkiye'de Kadın Bedenini, Namus'u ve Şiddeti Yeniden Düşünmek (Hayrunnisa Göksel); Evlilik Öncesi Cinsellik,Bekaret ve Beden Disiplini: Kadınların Aşk Üzerinden Cinsel Ahlak Mücadelesi (Tuğçe Ellialtı). Son olarak da ortaya karışık yazılar yer alıyor. Eleştiri ve Foucault (Hakan Gündoğdu), Çıkarın Ötesinde Sanat-ekonominin Sonundaki Güç (Brian Massumi); Foucault'nun Temsil Anlayışı Üzerine (Tolga Yalur); Foucault'nun Sokrates Okuması:Etiğin Bir Soybilimi (Süreyya Su); Söylemden Yönetimselliğe Foucault ve Postkolonyal Kuram (Burak Köse); Bölge Tarihini Nasıl Yapmalıyız (Stuart Elden); Olaysallık:Hakikat Siyaseti ve Sonluluğun Mantıksal Çözümlemesi (michel Dillon); Foucault, Deleuze ve Yeni Medya (Mark Poster).
Siyasette izdüşümü bulunan bazı düşünürlerin yazılarına, Hardt ve Negri gibi, yer verilmemesi eksiklik olarak göze çarpsa da her Foucault okurunun kütüphanesinde olması gereken bir yapıt diye ayrıca belirtmenin gereği yok diye düşünüyorum.
23 Mayıs 2015 Cumartesi
Godspeed You! Black Emperor - 'Asunder, Sweet and Other Distress' (2015)
Ortalarda sıkıcı ve maalesef uzun drone denemelere vakit ayırmaları bu albüme bu kadar da eleştirel tutum takındırtmamalı diye düşünüyorum. Çünkü Mt. Zion etkisini taşıyan ilk parça Peasant pırt fırt, kemanlarla canlanan oldukça etkileyici bir açılış yapıyor. Diğer sıkıcı parça olan ve üçüncü sırada yer bulan Asunder, Sweet de en azından final şarkısına bağlanırken ilgi çekici bir hal almayı başarıyor. Kapanışı yapan Piss Crowns Are Trembled ise klasik GY!BE post-rock çizgisini yansıtmasıyla birlikte albümdeki en sevdiğim parça ünvanını elde ediyor. Altın madalyayı son parçaya törenle uzatırken, şaka maka bir önceki albümden bir tık daha iyi buluyorum. Bu da ilk ve son şarkıların gücüyle bağlantılı. Hem de en zayıf iki drone ambiyans parçayı da bu albüme dahil etmelerine rağmen.
8,0+/10
8,0+/10
22 Mayıs 2015 Cuma
Marşandiz # 8, Peyniraltı Edebiyatı # 24, UP XIV2, Meçhul #9, Karazin #2
Marşandiz
Gerçeklerle arası iyi olmayan fanzin sloganını benimseyen yayın mizanpajı ve tabi ki kapak çizimleri ile dikkat çekiyor. Hatta benim için dergiyi satın almamda en büyük etken bu. Öykülerinde saf fantastik kurgudan ziyade büyülü gerçekçilik, gerçekçi büyücülük, postmodern zihin bulanıklığı, psikolojik kabusçuluk gibi akımlar sayfalarda boy gösteriyor. Bu sayının başlangıcında küçük İskender şiiriyle destekte bulunuyor. 28 sahifenin yarısını kaplayan şiirler arasında diğer öne çıkan ise Boş Sırada Kan Lekesi ile Şakir Özüdoğru'nun şiiri oluyor. Öyküler arasından ise açık ara fark ile Aksak Karabasanların Zifir Makinesi fantastiği, korkuyu, ironiyi buluşturarak diğerlerinin önüne geçmiş bulunuyor.
ACIKAYIP / küçük İskender
Bana da her şeyi başkaları anlattı cesede ulaşamadık
Gece gündüz ormanı aradık, uçurumlardan sarktık baktık
Bu koşturmada kardeşlerim öldü kucağımda
çok da arkadaş buldum
Elimdeki meşale binlerce ağacı tutuşturdu istemeden
Kapana basan da oldu, ayağı kopan da, gözü çıkan da
Allah'ı gören bile oldu ama o cesede ulaşamadık
Ona cesed demeyelim diye bağırdı arkalardan biri utandık
Hayat kilitli bir sandıktı biz anahtarını aramızda kaybettik
Gece gündüz uçurumları aradık, ormandan sarktık baktık
Başımız önde döndük gerisin geri yıllar sonra
Birimiz süt sağmaya gitti en sevdiği inekten
Birimiz kan sağdı kendi bedeninden
Şimdi düşünüyorum da onu nerede nasıl kaybettiler
Bizi halkını kaybeden insanlar diye tarihe kaydettiler
Peyniraltı Edebiyatı
Nihayet Didem Madak sayısı... Şair hakkında yazılan o güzel yazılar arasından özellikle Emre Kundakçı'nın ki söze vardıramadığım düşünceleri somut hale kısa ve öz bir formatta döktüğünden dolayı oldukça doyurucu geldi bana. Yine şiirler ve hikayelerle dopdolu bir sayı. Bir kaç bana hitap eden hikaye içerse bile, işte bu dedirten bir örnekle karşılaşamadım maalesef.
SUDANUCUZYAZI / Furkan Özdoğan
sakin göllerin kuğusu ya da yarılan ekmeğin buğusu olmak ya da olmamak;
işte bütün mesela bu!
mesela;
kapı aynı, sesi aynı. duvarların rengi aynı..
bu da bütün.
büttük yani bi yerde, kavuşukken de büttük ayruk üken de..
yolyordam
zamanmekan
çaysigara
rövoşatagol
imankuran
her biri ayrı ayrı önemsiz.
önemsizliklerin bütünü benim bahsemediğim de.
dilimi sağa büktürememeyebilen her ne ise,
yola çıkarabilen yahut yoldan ayırabilebilen bile aynı şey hani..
onca bokluktan gram etkilenemeyen, aynadan götüne bakan, sevgilisi hediye almadı diye ağlayan, jölesi tükenince isyan çıkaran, korkak nice gençlerimizi yetiştiren yüce aileleri ve onların yakın çevreleri ve inandıkları ve inanamadıkları ve anladıkları ve anlatamadıklarım;
bakamayınca göremezsiniz elbet,
göremeyince de anlayamazsınız,
anlayamayınca da kurşuna dizmez misiniz?
lütfen bunu yapmaz mısınız?
inançlı iseniz Allah aşkına bunu yapmaz mısınız?
değil iseniz insanlık namına bunu yapamayabilir misiniz?
rica ederim bi gider misiniz yahut bi bırakır mısınız?
bi konuşmaz mısınız?
bi anlamadan etmez misiniz?
bir cevap vermeye,
bir kötü yola başvurmaya,
bir daha anlamamaya kalkmaz mısınız?
“ceylan gözlerine kurban olduğum,
tanrı selamını almaz mısınız?
mevlam sizi süs için mi yaratmış?
gel demedikçe gelmez misiniz?"
İNSANIN ÜÇ KITASI /İsmail Sertaç Yılmaz
I.Kıta Ruh
ruhumun, üzerinde tepiştiği birinci ada/bak şunun arasından su aksa buraya geyikler iner/ben bunların eteğinde uykuya dalmış ailesiz bir ayıyım/türümün son örneği olduğuma birçok konuda ikna etti beni insanlık/parmaklarımın üzerinde yürüyerek ben de terk ederim aslında kendimi/ama kış gelir yaz gelir/kendimde kalmak tanrı ile kul arasında kalmaktan iyidir.
içimde güzel çiçeklere dair köşeler var/devrimi tetikleyecek nitelikte düşünceler de yok değil/oturup/üşenmeden dünyadaki herkes için eskimiş bütün kotları kese kese şorta çevirmeli/
başka bir yola çıkan yollara topuklamalı/akarsuları denizlere kauşturacak aşklar yaratmalı/denizleri falezler konusunda ikna etmeli/yunusları başkomutan ilan etmeli/
kahkahayı silaha seksi kalkana çevirmeli/gibi şeyler geçiyor içimden /trenler de atlar da geçiyor/
bende dünyayı iyi edecek bir eylem yok./ama/sakinim
budümnyanın her şeyi kabul etme gibi bir bayağılığı vardır.
II.Kıta Kendi
insandan başka yokuş yoktur/kendi içine uzanırken eğil/
palavra sıkıyorum be kendime/
bir bel ağrısıyım ben./
sen hiç işemeye yer aradın mı hayalarını sıka sıka./
bak ruhunu bu duruma sokma dişlerini sıka sıka/
olduğun yere işe, olduğun yere bağlanma/
ruhun dişi yoktur,sıksan da kaçar/çünkü gidenler hiçbir şeyi değiştirmek için arzu duymazlar/
özellikle kendini.
sıkma canını cengaver!/bir yerlere gidemeyeceğini yolda öğrenirsin
ve yol zaten hiç bir yere varamama eylemidir de.
ne diyecektim kendime ben/unutuyorum ama sıkıntısı kalıyor/
o kalp terlemesi çarpınıtsı yavaşlıyor şimdi/yangın sönüyor ve beynim dumanaltı/
aklımda sönmüş hatıralar/bu belleğe ben kendim işedim.
siz sıçtınız.
III.Kıta Bellek
ben bunları denize atmayı seviyorum/neleri dedi
dedim kendimi,ruhumu ve belleğimi/ben üç kıtadan oluşan bir atlasım
dedi sence benim atlasım kaç kıtadandır./dedim sen bence ayrılmış olduğum yerlerin
içini dolduran çok hoş bir denizsin/dedi denizin hoşu nasıl olur/
dedim kaçmak isteyenin yolculuğu/yüzmek isteyenin huzuru/boğulmak isteyenin mağarası
dedim akıllanmayanın dalgası/hayal kırıklığına uğrayanın vefalı dostu/
unutmaya kalkışanın üzerinde uzandığı güzel bir orospu olunca olur.
sonra suratına çevirdim kafamı/dedim gözünde göz seker senin.
dedi kaç seker gözün?/dedim benim sekmez.
dedi sen çok kötü bir karaktersin/
dedim hayır,sen çok kötü bir okuyucusun./
dedi sen çok kötü hatırlıyorsun/
dedim hayır, ben iyi bir unutkanım./
ama hatırlamak yürümek kadar masum bir eylem değildir.
UP
Bu sayının kapağını sanatsal saiklerle oynadığı filmler sayesinde porno yıldızı olan , olmuş yada) Sasha Grey süslüyor. İç sayfalarda Sasha'nın yine sanat projesi olarak müzik işlerine de bulaştığı gibi detayları öğrenebiliyor, bununla da kalmıyor yaptığı işlerle ilgili söyleşiyi hatmedebiliyorsunuz. Burroughs, Beckett, Proust ve Deleuze üzerine yazılan uzunca makale konseptinden ayrıklığın getirdiği yabancılaşmayı sindirdikten sonra ilginç bir hale bürünüyor. Diğer bir yazıda ise Jim Morrison ve Kurt Cobain'in şairliği irdeleniyor. Müzik köşesinde endüstriyel soundun isimlerinden Godflesh konuk edilmiş. Alper Çeker'in köşesi de tek sayfaya pekbirçok sıradışı bilgi ve yorumları sıkıştırarak ilgi çekiyor. Şiir olarak ise Nikolay Glazkov, Tuli Kupferberg, Lindita Ahmeti, Robert Duncan, Can Gox, Semih Yıldız, Taylan Taftaf, Jörg Fauser sayfalarda yer buluyor. Görüldüğü gibi çeviri ürünlerin sayısı bir hayli fazla.
sen bana,
damlar üzerinde dolaşan ruhlardan,
meçhul bilinmezlerden,
hiç sahip olmadığım güzelliklerden bahsediyorsun.
ben sana,
ışığı aç, diyorum.
Lindita Ahmeti
Meçhul
Meçhul'un geçen ayki dosyası benim de oldukça merak ettiğim ikinci yeniden etkilenmiş ve İslami duyarlılıkta bir şair olarak bilinen Cahit Zarifoğlu'na ayrılmış. Hayatı ve görüşleri mısra alıntılarıyla birlikte anlatan yazılar şairi daha çok bilmeyene tanıtmaya yönelik. İçinde tanıklıklar ve anekdotlar da barındırarak keyifli bir hale bürünüyor, bu yazılar. Zeynep Ulusoy'un fantastik hikayesi üçüncü bölüme ulaşmış, yavaş yavaş ben de ısınmaya başlıyorum kurguya. Seyahat köşesinde ise Berlin'e uğruyoruz bu sefer. Sınırlı sayfalara yine deneme, öykü ve şiir elverdiğince sığdırılmaya çalışılmış. Alihan Varkan peygamberlerin unutulan/unutturulan insani karakterlerini vurgulayan Elçi isimli denemesinin ilk bölümüyle alaka uyandırıyor.
Karazin
Edebiyat yarışmalarının günümüzde aldığı hali kıyasıya eleştiren makalelerle, çıkış yazısının altı dolduruluyor. Dosya konusu ile ilgili yazılar çeşitlendirilerek tartışma ortamı sağlansaymış daha iyi olurmuş diye düşünmemek elde değil yine de. Hikayelerden A.Kadir İnce'nin kaleminden çıkan Değişim ilgi çekici bir twist içeriyor. Fanzin'de sayıca fazlasıyla yer verilen şiirlerin işçiliği göze çarpıyor hemen. Onların arasından kapalı anlatımına rağmen beyin de ısrarla anlamlandırma dürtüsü yaratan Tan Doğan'ın şiirini alıntılıyorum.
SANA MASAL GELEN
ruhumu fırlattım göğe newton
sonrası seninle tanrı-doğa arasında
sonra tozlu ve puslu bir yolda
yürüyorum rüyamda:
borusunu üflüyor bir melek-bach çalıyor
bir 'mavi' geçiyor birden tenimden
terimi içiyor bir 'gonce gül'-ki kızıl
üç tel saçım lir ve ş'ir
antik bir sızı yüreğim gayr:
kış ve kuş
ve ne çok seviyorum o an bulutları -ey 'ışk'
üzüm ağacı her yanım-eksik ve esrik
hayyam'ım
bir dümya'ya düşüyorum bir yükseliyorum
ay'a -anam çaresiz
sonra bir ada bürünüyorum bir adada -ne
robinson ne cuma
kumlar yalıyor derdimi kumsalda-ah güneş
ah dalga
anılarım acısı yitik 'zaman'
üç maymun beynim-darwin sus
üç savaş yaşıyorum üç ölüm
bir sipere düşüyorum bir yükseliyorum
gayya'ya-babam çaresiz
borusunu üflüyor aynı melek-bach çalıyor
hala
bir 'beyaz' geçiyor birden teminden
yol bitiyor
ruhumu fırlattım göğe newton
öncesi benimle 'hayat' arasında
Etiketler:
KARAZİN,
MARŞANDİZ,
MEÇHUL,
PEYNİRALTI EDEBİYATI,
UP
21 Mayıs 2015 Perşembe
Tom Odell - Long Way Down (2013)
Tom Odell, Tommodel, o bir model. Bir de müzisyenlik yapıyor, sevdiği tarzda söylüyor. Bir Bieber değil. Bu yüzden bir teşekkürü hak ediyor. Tıpkı oldukça şık bir parça olan Another Love'u yazması sebebiyle olduğu gibi. Evet şarkılarını da kendi yazıyor. Kardeşimizin sesi henüz tam oturmamış gibi. Bir kaç yerde kuş cıyırtısı çıkarabiliyor. Sesi rahatsızlık vermekle gençliğinden kaynaklı hmm enteresan bir tadı varmış arasındaki ince çizgiyi zorluyor. Aklıma gelmişken bir hikaye anlatayım. Geçmiş zaman önce bir muhabbet kuşumuz vardı. Ya üniversite sınavına hazırlanıyorum ya da yeni işe girmişim ya da işsiz kaldığım bir vakitler. Evet geçmiş zaman benim için tam bir karmaşa. Neyse, bu kuş ki adı Maviş'dir Fıstık'tır, unuttum gitti, sadece renklerden esinlenecek kadar basit bir aile miyiz isim verirken, bilmem, bir insan canlısı anlatamam. Tam bir insansever. Omzumuza, kafamıza tünmesini geçtim, çay içerken ağzımıza götürdüğümüz bardağın kenarına konup dudağımıza öpücük kondurması felan. Bir de şamatacı gürültücü. Peki ben ne yaptım,o stresli günlerimde aldım bunu kafesine hapsettim, üzerini de örttüm ki ötmesin. Aylar boyu böyle işte. Sonra kafesinden çıkarttığımız bir ara ki hayvancağıza o kadar da güveniyoruz hani, açık pencereden uçup gitti. Gitmeden önce bana son bir bakışı vardı ki insanoğlunun beden dilinde orta parmak göstermeye denk geliyordu, unutamam, içim acır. Nasihat vermek için uzun uzadıya hikaye anlatıp sonradan nereye bağlayacağını unutan senior vatandaşlardan tek farkım üzerimde kahverengi hırkam olmaması, yani şu an... Ben de şuraya bağlıyorum, olduğu kadarıyla artıkın: yaptığı piano pop rock ki köken olarak klasik amerikan rock hissiyatı ve onun da ardından sadece gölgesi düşen bluesumsu bilimum bişilikler içinde orjinallik namına bir şey sergilenmiyor. Sözler ise gençlerin saf aşkları üzerinde ilerliyor pardon hiç bir yere gitmiyor. Dinleniyor mu dinleniyor sonuç olarak. Tam da bu noktada bir pazar günü geç saatlere kadar konserde kalmamız için bir sebep sunmayarak ayrı bir teşekkürü hak ediyor. Bir nevi Julian için orada olacağız demek kim. Sıradan Metronomy gelsin.
5,75-/10
5,75-/10
19 Mayıs 2015 Salı
Hot Chip - In Our Heads (2012)
Kliplerinden denk geldiğim kadarıyla grup hakkında düşüncem cılız vokaller, akılda kalmayan sıkıcı melodiler, uçtu uçacak zayıflıkta beatler etrafında şekilleniyordu. Şimdi anladım ki buna da önyargı deniyormuş. Şu albümü dinlediğim kadarıyla bütün bu yargılarımın temelden değiştiğini söylemeliyim. Yani karar kılmak için klipler yetmiyor. Hoş, vokali hala yetersiz buluyor ve soul tatlar zerk eden Look At Where We Are'da boyundan ya da boynundan büyük işlere bulaştığını düşünüyorum. Ancak böyle bir şarkının bile bir sabah gereksiz ve sebepsiz bir mutluluk anımda dilime dolanması ilginç oldu. Aslında albümün böyle bir pozitif etkisi var. Kimileri bir hüzün de hissediyormuş da herhalde doom metal hayatlarında duymamışlar.Vokalin enteresanlaştığı bir şarkı da Ends of the Earth, böyle disko havalarını seviyorum galiba. Flutes özellikle albümün en ihtişamlı parçası. Onun dışında Motion Sickness pek bir âlâ, la la la. Night and Dayi le How Do You Do'yu da albümün güçlü şarkıları arasında saymak lazım. Dinlediğim versiyon ekstra bir siğdi içeriyor ki uzak duralım megabitten tasarruf edelim.
Allah Allah bu yaştan sonra kendime dair farklı şeyler keşfediyorum bu albüm sayesinde.
Tom Odell sıra sende.
7,50-/10
Allah Allah bu yaştan sonra kendime dair farklı şeyler keşfediyorum bu albüm sayesinde.
Tom Odell sıra sende.
7,50-/10
17 Mayıs 2015 Pazar
Fakir Baykurt - Can Parası
1974 yılı Sait Faik Ödülü sahibi bu kitap yazarı Fakr Baykurt ile yapılan bir röportaj haricinde 21 adet hikaye barındırıyor. Anadolu köylüsünün diline hakimiyeti ile dikkat çeken yazar, toplumsalcı bir duyarlılıkta köy yerinin ya da köy ile şehrin çatışmasının hikayelerini anlatıyor. İster istemez bu karşılaşmanın dramatik sonuçlar barındıracağı kesin. Bunun izlerini en çok da Ankara'ya hasta kızını tedavi için getiren ve bin bir mücadele ile ameliyat parasını indirmeye çalışırken kızının bir han odasında ölümüne tanık olan babanın hikayesinin anlatıldığı Can Parası'nda görmek mümkün. Domuz avı etrafında şekillenen köylü ve batılılaşmış kentli arasındaki gerilimi yansıtan Domuzcular da bu konuda iyi bir örnek. Hastalığın birbirine sadık eşlerin bile aklını pratiğe dökmeden bile nasıl çeldiğini gösteren çarpıcı Güldede hikayesi de ilk sayfalarda yer alıyor. Zaten yol hikayelerini hep sevmişimdir. Açıkcası tüm hikayeleri özetleyecek değilim. Bunu internette yapanlar olmuş. Hemen bir örnek:(http://birazkitap.blogspot.com.tr/2014/04/can-parasi.html) Yalnız yazarın öğretmen ya da müfettiş olmasından dolayı seyahatlerinde biriktirdiği kurgudan çok izlenimlerine dayalı örneklerin ağırlık kazanması ile birlikte kitabın ortalarına dair öykülerin etkileyiciliğini bir miktar kaybettiğini söylemeliyim. Yine de bu tarz öyküler arasında Datçalıların yaşamlarına dokunmak oldukça keyifli bir tanıklık yaratıyor okuyucu nezdinde. İlginç gelen bir öğe de günümüzde aykırı olarak etiketlendirilen bazı tür cinselliğe tıpkı Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı'sında olduğu gibi yer verilmekten çekinilmemesi.
16 Mayıs 2015 Cumartesi
Arcturus - Aspera Hiems Symfonia (1996)
İlk ekstrem müzik dinlediğim vakitlerde bu albümden en az iki bilemedin üç şarkıyı defalarca dinlediğim için o kadar yabancısı değilim. Yıllar geçse de bir o kadar yabancısı kalacağım. Çünkü grup öyle bir sounda sahip ki bu çıkış albümlerinde, tek kelimeyle alışılmışın ötesinde konumlanıyorlar. Bir deyişle Satürnlü amelelerin göktaşı tarlalarında söylediği hasat türküsü gibi bir şey. Black metal üzerine senfoni çok değişik bir şey değil. Ama synth tonları ve hatta clean vokaller dünya ötesi bir etkide bulunuyor. Tam da kessinlikle her musikişinasın üye olması gereken rym'den buraya bir yorum almanın sırası: Alien atmosferi ile Sailor Moon çizgi dizi müziğinin karışımı gibi bir şeyler. Hah hah ah haaaa. Zoraki kahkahalara zamanımızı yedirmeden şunu ekleyeyim. Ekstrem ve avangard işlere alışıksanınız bu benzetmenin ikinci tarafı maalesef ağır basabiliyor. Zaten grup da kısa sürede avangard progresif metalin öncülerinden biri haline geliyor ve bu sene de bir albümle metal camiasına geri dönüş sağlıyorlar. Bir baştan bir de sondan yapacağız inşallah.
7,50/10
7,50/10
14 Mayıs 2015 Perşembe
Bela Bartok - The Miraculous Mandarin; Music for Strings, Percussion and Celesta (Antal Dorati 1985)
Bela Bartok'un 20. yy başlarında yaşamış bir besteci olmasından dolayı bu albümü dinlerken atonal ağırlıklı itici yankılanan modern bir eser duymayı beklerken gayet konstrüktif bir besteyle karşılaşıyoruz. Mucizevi Çinli gibi basitleştirilebilecek bir ada sahip olan eser oldukça dinamik, hızlı ve farklı bir melodiyle açılıp aynı sinematek izlenimi süresince devam ettiriyor. Neredeyse görsellikte yansıyacak somutluk tesadüf değil. Çünkü bu eser kısa bir bale olarak bestelenmiş bir sahne müziği. Yani arkasındaki hikayenin sesi olmak zorunda. İlk bölüm etrafta takılan bir kızla birlikte tezgah atan serserileri tanıştırıyor dinleyiciye. İlkin kız yaşlı bir adamı baştan çıkarmaya çalışır. Para vermeye yanaşmayınca dehlenir bu adam. İkincisinde de genç bir adamı. Çulsuz olduğu anlaşılınca serseriler bu genci döverek kapı dışarı ederler. Müzik başlangıçta olduğu gibi temposunu arttırınca ve arkadan artık klişeleşmiş Çin musikisi tadında ritimler attırılınca oltaya zengin Çinli bir adamın takıldığını anlarız. Eserin bel kemiğini oluşturan 5. parçası kadının baştan çıkarma dansını temsil ediyor. Bu parçanın başlarda yeterince güçlü olmadığını düşünüyorum. Arzuları şelale olan adam kızın peşindeyken dövülür, değerli neyi varsa alınır, boğulur, bıçaklanır yine de ölmez. Serseriler asar eder, Çinli mandarin garip bir ışık saçmaya başlar. Yine de gözü kızdadır. Kız adamlara der: durun ben anladım işi, der. Adamın kendisine sarılmasına izin verir. Yılların yalnızlığı sonuçta... bir insan dokunuşuna hasret kalmış adam ancak ondan sonra ölür. Bu esrarengiz kısımlarda sözsüz bir koro da müziğin ayrılmaz parçası olarak tekinsiz havayı çoğaltır. Bu tuhaf hikayenin müziği de tuhaf olmakla beraber kaos içinde boğulmaması üstelik hikayeyi taşıyabilmesi oldukça önemli. Bir miktar daha bumbastik olabilir miydi? Daha tuhaf olacağı kesin. Ayrıca kişi ve olayların temsiliyeti enstrümanlarla da ilişkilendirilmiş. Bu kadar detaya gerek duymadığım için trompet şudur trompet budur koro şudur diye belirtmeyeceğim.
Albümün diğer yarısında ise biraz durularak bestecinin olgunluk dönemini yansıtan Music for Strings felan felan'ı dinleme olanağı buluyoruz. Fırtına toplayan bulutların ağır atmosferi altında beşik gibi sallanan bir denizin ağıdını duyuyoruz sanki yaylı ağırlıklı müzikte. Sondaki piyano ile kemanın kesik ritimlerle atışması kolayda kalan en acayip noktası oluyor bu bestenin.
8,0+/10
Albümün diğer yarısında ise biraz durularak bestecinin olgunluk dönemini yansıtan Music for Strings felan felan'ı dinleme olanağı buluyoruz. Fırtına toplayan bulutların ağır atmosferi altında beşik gibi sallanan bir denizin ağıdını duyuyoruz sanki yaylı ağırlıklı müzikte. Sondaki piyano ile kemanın kesik ritimlerle atışması kolayda kalan en acayip noktası oluyor bu bestenin.
8,0+/10
11 Mayıs 2015 Pazartesi
Julian Casablancas + The Voidz - Tyranny (2014)
İngiliz black metal gruplarını dinleme kampanyamın ardından kader beni One Love gruplarını ardı ardısıra araştırıp kulak vermeye yönlendirdi. Ucuzdu naneydi şekerdi derken çiftegünlük biletimi aldım. Ve pişman oldum.Yalnız, ecnebilerin line-up dediği kadro bu kadar mı duyulmamış, duyulsa da dinlenmemiş gruplardan oluşur? Arkadaşım, pazar gününün solistliğini, yine ecnebi sözlüğüne bakıyoruz headliner'ı tek bir albüme sahip genç bir arkadaş seçilmiş. Tamam güzel, yakışıklı ama neyse dinleyeceğim bakalım neymiş nasılmış müziği. Çevremde müziği bu kadar arzu hevesle dinleyen bir ben varım, hangi yüzle insanları çağıracağım bilemiyorum. Yalnızım galiba bu sene. Bu arada rock namına da pek bir şey göremedik, en yakını bu herhalde. Hakaret ediyormuş gibi oldum bu derken ama gerçekten kuul bir müzik yapıyor bu arkadaşlar. Garaj rock müziğini tekrardan hortlatan gruplardan The Strokes'un vokalisti toplamış kankalarını güzel bir grup kurmuş. Progresif müziğin alasını bulacalısını yapıyorlar. Şöyle nitelendirmek istiyorum:garaj noise rock synth punk (etno) saykedelia elektro pop. Yani bugün progresif rock diye yere göğe sığdırılmayan türün kendini tekrarlamasına bakıyorum da benim aradığım bu tarz şeyler yafu. Yine de albümdeki parçaları iki ayrı kampa bölebiliriz. Biri daha ılımlı indie mırıldıngaçları diğeri de benim sevdiğim kirli, vokalin yerin 7 olmasa da üç kez altından geldiği pis soundlu, cızırtılı, dengesiz, gürültülü ve enerjik örnekler. Crunch Punch, jilet keskinliğinde kısa ve net M.utually A.ssured D.estruction gibi.10 dakikalık süresinde çılgınlığı bir üst seviyeye taşıyan ve biraz da Mars Volta havasını taşıyan Human Sadness gibi. Yedinci dakikadaki solo yedi bitirdi beni, açmadığın parantezi kapa). Punkoğlupunk Business Dog gibi. Garip ama bu iki kamp arasında dengede duran bir parça ise Afrika ve Karayip ritimlerinin müziğe sentezlendiği Father Electricity oluyor, değişken tempo ve melodileri hatta bi ara post-punk'a dahi kayan türleri ile birlikte yine de hareket ettiği dans zeminini koruyabiliyor bu şarkı. Diğeri de Nintendo Blood çok ahenkli akıyor. Albümün saykedelek bombası ise etnik kiçliği dibine kadar yaşatan bir melodiyle açılan Dare I Care oluyor. 2.25 de bir kopuyor sonra düzeltebilene aşk olsun. İşte bu noktada grup elemanların tarif etmek için öyle kafaları iyi, tüttürüyorlar, haylar hay gibi sıfatların hafif kaçtığını anlıyorum. Bonzaiden az değil, fazla fazla kullanıyorlar. Konserleri nasıl olacak merak içindeyim. Her musibette bir hayır varmış mı diyeceğiz? Az sonra Hot Chip'te görüşeceğiz.
8,0/10
8,0/10
10 Mayıs 2015 Pazar
Nazım Hikmet - Bütün Şiirleri
yıldızlar ihtiyardılar
toprak çocuktu
Geleneksel şiirlerinden sonra Rus şairlerden etkilenerek kısa bir dönem avangard tarzına bağlı ürünler veren Nazım Hikmet, çok fazla vakit geçirmeden kendi sesini bulur. Ve özellikle benim sevdiğim hikayeye yaklaşan anlatı tarzını Kuvayı Milliye Destanı ile bağlayarak Memleketimden İnsan Manzaraları'nda yetkin hale getirir. Halbuki geçiş döneminde bu tarzda kaleme aldığı ilk uzun şiir olan Türk filmi tadındaki Dağların Havası'ndan, Taranta Babu'nun, Si-Ya-U'nun, Benerci'nin, Şeyh Bedrettin'in, mektupları vasıtasıyla Ayşe'nin hikayelerine, hiç biri o meşhur destan'ın çok da gerisinde yer almıyor. Burada uzunluklarından dolayı alıntılayamayacağım bu şiirlerin isimlerini en azından hatırlayalım istedim. Pazarlamacı kimliğiyle hareket etmekten kaçınırım amma ve de lakin efsane şairimizin şiir alanında tüm hayatı boyunca ürettiği her şeyi okuyabilmek, işte bir de böyle düşünün, aylar süren doyurucu bir serüvene atılabilmek için internetteki satış fiyatıyla 75 TL hiç kimseye pahalı gelmemeli.
GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o «an»
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
Emret ki ölelim
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!
PROVOKATÖR
bu adam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını...
bu adamın ayaklarında dolaşıyor
korku,
gölgesi gibi..
karanlık bir su gibi yaşıyor
bu adam.
güneş batınca her akşam,
kaldırımlarda karısının donunu sürüyerek,
parmaklarının ucuna basıp yürüyerek
size doğru yaklaşan odur.
siz tanıyın onu
kalbinin boynunda sallanarak seslenen
mel'un çıngırağından,
ve bilin ki onun
döküyor parça parça cüzzam illeti
ruhunun
etini...
bu adam bugün açtır.
açtır ama,
kaybetti bu adamda
kudretli ve büyük açlık bile kudsiyetini...
a dostlar, bu adam
güneş batınca bir akşam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını...
KALBİM
Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!
•
Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!...
•
Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!
Yandı 15 yaramdam 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
ÇAR-PA-CAK!!
CEVAP
O duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız!
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakısındandır.
O yalnız
tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezelî kanunlarına.
Sükun yok, hareket var
bugün yarına çıkar
yarın bugünü yıkar
ve durmadan akar
akar
akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
münadisiyiz.
Biz durmadan akan,
yıkıp yapan
akışın
çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,
adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çöken emperyalizme vuran,
yarını kuran—
—larız.
O duvar,
o duvarınız,
vız gelir bize vız!
KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana...
«Deeeert
çok,
hemdert
yok»
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum.....
NİKBİNLİK
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir.
Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..
Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz.....
MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN
VE HANIMELLERİ
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
hanımeli
açan ev..
GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ
Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Taşları birbirine vurun çocuklar.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun
doldur içelim.
Başları
göklere
atalım
serden geçelim..
Heeey, nerden geçelim?
Yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
Heeey
hop
Heeey
hep
birden geçelim.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!.
toprak çocuktu
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
Geleneksel şiirlerinden sonra Rus şairlerden etkilenerek kısa bir dönem avangard tarzına bağlı ürünler veren Nazım Hikmet, çok fazla vakit geçirmeden kendi sesini bulur. Ve özellikle benim sevdiğim hikayeye yaklaşan anlatı tarzını Kuvayı Milliye Destanı ile bağlayarak Memleketimden İnsan Manzaraları'nda yetkin hale getirir. Halbuki geçiş döneminde bu tarzda kaleme aldığı ilk uzun şiir olan Türk filmi tadındaki Dağların Havası'ndan, Taranta Babu'nun, Si-Ya-U'nun, Benerci'nin, Şeyh Bedrettin'in, mektupları vasıtasıyla Ayşe'nin hikayelerine, hiç biri o meşhur destan'ın çok da gerisinde yer almıyor. Burada uzunluklarından dolayı alıntılayamayacağım bu şiirlerin isimlerini en azından hatırlayalım istedim. Pazarlamacı kimliğiyle hareket etmekten kaçınırım amma ve de lakin efsane şairimizin şiir alanında tüm hayatı boyunca ürettiği her şeyi okuyabilmek, işte bir de böyle düşünün, aylar süren doyurucu bir serüvene atılabilmek için internetteki satış fiyatıyla 75 TL hiç kimseye pahalı gelmemeli.
insanların hünerleri çoktur:
insanlar
sevilmeden de sevmesini bilirler
GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o «an»
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
Emret ki ölelim
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!
PROVOKATÖR
bu adam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını...
bu adamın ayaklarında dolaşıyor
korku,
gölgesi gibi..
karanlık bir su gibi yaşıyor
bu adam.
güneş batınca her akşam,
kaldırımlarda karısının donunu sürüyerek,
parmaklarının ucuna basıp yürüyerek
size doğru yaklaşan odur.
siz tanıyın onu
kalbinin boynunda sallanarak seslenen
mel'un çıngırağından,
ve bilin ki onun
döküyor parça parça cüzzam illeti
ruhunun
etini...
bu adam bugün açtır.
açtır ama,
kaybetti bu adamda
kudretli ve büyük açlık bile kudsiyetini...
a dostlar, bu adam
güneş batınca bir akşam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını...
KALBİM
Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!
•
Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!...
•
Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!
Yandı 15 yaramdam 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
ÇAR-PA-CAK!!
CEVAP
O duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız!
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakısındandır.
O yalnız
tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezelî kanunlarına.
Sükun yok, hareket var
bugün yarına çıkar
yarın bugünü yıkar
ve durmadan akar
akar
akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
münadisiyiz.
Biz durmadan akan,
yıkıp yapan
akışın
çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,
adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çöken emperyalizme vuran,
yarını kuran—
—larız.
O duvar,
o duvarınız,
vız gelir bize vız!
KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana...
«Deeeert
çok,
hemdert
yok»
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum.....
NİKBİNLİK
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir.
Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..
Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz.....
MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN
VE HANIMELLERİ
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
hanımeli
açan ev..
GÜNEŞİN SOFRASINDA SÖYLENEN TÜRKÜ
Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Taşları birbirine vurun çocuklar.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun
doldur içelim.
Başları
göklere
atalım
serden geçelim..
Heeey, nerden geçelim?
Yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
Heeey
hop
Heeey
hep
birden geçelim.
Doldurun çocuklar,
doldurun
doldurun,
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!.
TARANTA - BABU'YA
ONUNCU MEKTUP
NOT:
Bu onuncu mektubun başına,
yine gazetelerden kesilmiş
şöyle bir telgraf haberi iliş-
tirilmişti.
......İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da
harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin
bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...
Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
belki bu yıl Afrika'da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
memelerin
gibi tatlı yemişlerle beraber
ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
bir bahar çiçeği takıp girecek...
BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ
Rüzgâr,
yıldızlar
ve su.
Bir Afrika rüyasının uykusu
düşmüş dalgalara.
Işıltılı, kara
bir yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir sayısız
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.
Yıldızlar
rüzgâr
ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi
su gibi bir türkü.
Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»
Bu türkü
diyor ki,
«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı.»
Bu türkü
diyor ki,
«Çizmişiz rotamızı
dostların alkışlarıyla değil
gıcırtısıyla düşmanın
dişlerinin.»
Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»
Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük
ışıklı geniş ve sınırsız bir limana
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»
Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar
rüzgâr
ve su...»
Başüstünde bir gemici korosu
bir türkü söylüyor;
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi,
su gibi bir türkü..
KUVAYI MİLLİYE
ALTINCI BAB'dan
Buna rağmen :
Sene 1922
ve 15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
İnanılmaz şeyler düşmandadır ki
bunların arasında :
7 göl, 11 nehir
ve köklerinde baltamızın yarası
ve yangınlarıyla bizim olan
yüz kere yüz bin dönüm orman,
bir tersane, iki silâh fabrikası,
ve 19 körfez ve liman ki
belki birçoğunun
rıhtımı,
mendireği,
kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
ve belki sularında
ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
fakat onlar
tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
Sonra, 3 deniz,
6 kol tren hattı,
sonra, göz alabildiğine yol :
sılaya gittiğimiz,
gurbette göründüğümüz
ve neden
ve niçin olduğunu sormadan
çöle, Çanakkale'ye,
ölüme gittiğimiz yol
ve sonra toprak
ve o toprağın insanları :
Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
Manisa'lı saraçlar,
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
ve kurnaz
ve cesur
ve ağırbaşlı ve çapkın
ve kütleleriyle delikanlı
İstanbul ve İzmir işçileri
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,
kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın,
ve sonra, ırgat,
ortakçı,
maraba,
davarlı ve davarsız,
yarım meşin çizmeli
ve ham çarıklı köylüler.
15 vilâyet ve sancak
ve 9 büyük şehir
düşman elindedir.
.
.
.
Namussuzun biriydi Mansur,
muhakkak.
Düşmana satılmıştı,
orası öyle.
Kaç kişinin başını yedi,
malûm.
Ama ne de olsa
mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
YEDİNCİ BAB'dan
.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
..
.
SEKİZİNCİ BAB'dan
.
.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
.
.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
PİRAYEYE MEKTUPLAR
24 Eylül 1945
En güzel deniz :
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür...
1945 yılı Aralık ayının dördü
İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
kadını...
BİR CEZAEVİNDE, TECRİTTEKİ ADAMIN
MEKTUPLARI
3
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
RUBAİLER
İKİNCİ BÖLÜM
5
Ben, bir insan,
ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibâret ben...
* * *
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
YAŞAMAYA DAİR
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
AŞI
1
tarla hazırdı
koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak
tarla hazırdı
şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya
uzun sürmedi bekleyiş
sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum
hazla ürperdi toprak
içine çekti akanı
açılıp kapanarak
açılıp kapanarak
sonra da mahmur
bir kat daha güzel
terli kabarık
gerindi
ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi
gebeydi artık
***
İlerleyen aydınlığın içindeyim,
ellerim iştahlı, dünya güzel.
Doyamıyor gözlerim ağaçlara :
öyle ümitli onlar, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arasından,
hapisane revirinde penceredeyim.
Duymuyorum ilaçların kokusunu,
bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
İşte böyle, karıcığım, işte böyle,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele ...
SEN
sen esirliğim ve hürriyetimsin,
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
sen büyük, güzel ve muzaffer
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...
MEŞGALE
Öküzlerimin boynuzlarında ağarırken ortalık
Toprağı sürüyorum sabırlı bir kibirle.
Çıplak ayaklarımda toprak nemli ve ılık.
Pazılarımda pırıltılar
Demir dövüyorum öğleye kadar,
Kırmızıya boyanıyor karanlık.
Yapraklarında yeşilin en güzeli,
Zeytin devşiriyorum ikindi sıcağında,
Üstüm, başım, yüzüm gözüm ışık.
Her akşam mutlaka misafirim var,
Kapım bütün şarkılara
Alabildiğine açık.
Geceleyin suya dizboyu girip
Çekiyorum denizden ağları:
Yıldızlarla balıklar karmakarışık.
Benden sorulur oldu
Dünyanın hali artık:
İnsan ve toprak, karanlık ve aydınlık.
Anladın ya işim başımdan aşkın,
Anladın ya, gülüm,
Ben sana aşık olmakla meşgulüm...
TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.
İçerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.
İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.
Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.
Bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.
İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.
VASİYET
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
YAPIYLA YAPICILAR
Yapıcılar türküler söylüyor
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz zor.
Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl
ama yapı yeri bayram yeri değil.
yapı yeri toz toprak.
Çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur
ellerin kanar.
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak
ne herkes kahraman
ne dostlar vefalı her zaman.
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı
bu iş biraz daha zor,
zor mor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
alt katlarında.
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var her putrelinde
her tuğlasında
her kerpicinde.
Yükseliyor,
yükseliyor
yükseliyor yapı kanter içinde.
KARLI KAYIN ORMANINDA
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?
Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.
Ben ordan geçerken biri :
"Amca, dese, gir içeri."
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.
Eski takvim hesabıyle
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.
Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.
Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.
Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak :
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.
Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?
Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.
Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
BOR OTELİ
şu varna'da uyumanın yolu yok geceleri,
uyumanın yolu yok:
yıldızların bolluğundan,
yakınlığından, parlaklığından,
kumlukta hışırtısından ölü dalgaların,
sedefleriyle,
çakıllarıyla,
tuzlu yosunlarıyla hışırtısı;
denizde bir yürek gibi atan motor sesinden,
istanbul'dan çıkıp
boğaz'ı geçip
odamı dolduran anıların yüzünden
kimisinin gözü yeşil,
kimisinin bilekleri kelepçeli,
kimisinin bir mendil var elinde,
lavanta çiçeği kokuyor mendil.
şu varna'da uyumanın yolu yok, gülüm,
şu varna'da, bor oteli'nde.
MAVİ LİMAN
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
* * *
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
* * *
Seviyorum seni ekmegi tuza banıp yer gibi
geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,
ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz,
telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,
seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldanan bir şeyler gibi,
seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.
***
Her günüm mis gibi dünya kokan bir kavun dilimi
Senin sayende.
Bütün yemişler elime güneştenmişim gibi uzanıyor
Senin sayende.
Senin sayende yalnız umutlardan alıyorum balımı.
Yüreğimin çalışı senin sayende.
En yalnız akşamlarım bile duvarında gülen bir Anadolu kilimi
Senin sayende.
Şehrime ulaşmadan bitirirken yolumu
Bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende
Senin sayende, içeri sokmuyorum
En yumuşak urbalarını giyip
Büyük rahatlığa çağıran türküleriyle kapımı çalan ölümü.
OTOBİYOGRAFİ
1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya
Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.
***
taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın
VATAN HAİNİ
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
MEMED'E SON MEKTUBUMDUR'dan
Ölmekten, oğlum korkmuyorum,
ama ne de olsa
iş arasında bazen
irkilip ansızın,
yahut yalnızlığında uyku öncesinin
günleri saymak biraz zor.
Dünyada doymak olmuyor, Medet,
doymak olmuyor...
Dünyada kiracı gibi değil,
yazlığa gelmiş gibi de değil,
yaşa dünyada babanın eviymiş gibi...
Tohuma, toprağa, denize inan.
İnsana hepsinden önce.
AYŞENİN MEKTUPLARI'ndan
Çalıştığın yerde seninle yan yana çalışmak istiyorum,
dövüştüğün yerde yine yan yana dövüşmek,
(ekonomik istiklal için
ve ev işleri esirliğinden filan kurtulmak için değil)
burnunun dibinden ayrılmamak için.
ROMANYA'YA DAİR LİRİK RÖPORTAJ'dan
..
Yaşamak güzel şey.
Hep beraber yaşıyorsak güzeli
Romanya yaraştı kadınıma
Kirpikleri bir kat daha mavileşti
Saçlarında Romanya'nın gökyüzü ile dönecek eve
Saman sarısı saçlarında firuze tarak
ve yayla çiçeklerinin güneşli aklığı telinde
dudaklarında Karadeniz'in tuzu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)