14 Temmuz 2013 Pazar

Madan Sarup - Post-yapısalcılık ve Postmodernizm

Postyapısalcılık ve postmodernizm gibi hayli kapsamlı iki konuyu Lacan, Derrida, Foucault, Deleuze ve Guattari, Cixous, Irigay ve Kristeva gibi feminist isimler, Lyotard ve Baudrillard üzerinden okuyucuya aktarmaya çalışan Hint asıllı yazar kendi görüşlerini de ortaya koymaktan kaçınmıyor yapıtında. Misal, Foucault'dan pek hazzetmiyor yazar. Lakin sıkı Lacan'cıdır. Marksizmi bütünüyle terketmeyerek savunmacı bir rolü sahiplenir. Bu kadar ismin bir arada anıldığı bir kitap yerine ister istemez okuyucu ansiklopedi beklentisi içine giriyor ki kitap 200 sayfayı bir miktar geçiyor. Dolayısıyla kitabın Türkçe'ye çevrilmeyen orjinal adının hiç farkına varmıyoruz aslında. Post-yapısalcılık ve postmodernizme giriş rehberi.
Kitap özne ve birey arasındaki farkı yansıtarak açılıyor. Descartes'ın düşünüyorum öyleyse varım tümcesindeki ben, kendini bilen bilinçli bir özne olarak aslında post-yapısalcılığın eleştirisi altındadır. Bu anlamda özneye bağlı kalan Lacan, Foucault ile Derrida'dan daha ayrıksı ve doğru bir noktada durur. Postyapısalcılar, yapısalcılar gibi tarihselciliğin eleştirisini yapmaktadırlar. Genelde gösterilen karşısında göstereni önemseyerek anlamı eleştirmek de postyapısalcıların diğer bir özelliğidir. Son olarak da felsefenin eleştirilmesi sözkonusudur.
Lacan psikanalize dayanarak çoğunlukla görüşlerini belirlemiştir. Ona göre benlik ve toplum arasında hiç bir ayrılık yoktur. Çünkü insanlar dili benimseyerek toplumsal olur, bizi özne kılan dilin kendisidir. Lacan deliliği biyolojik yolla açıklayanlara karşı organik yaklaşımları reddeder. Delilik yalnızca zihinsel değil tüm varlığı kapsar. Lacan Freud'un kelimeleri ile konuşur, onları esnetir, yadsır, karşı gelir, yeniden kurar, kısacası revize eder. Freud'un tersine Lacan'a göre bilinçdışı mantıksal düşünce karşısında ikinci önemde bir role sahiptir. Ya da insanın doğuştan gelen bir doğası yoktur. Düşler kesin anlama sahip olmayan metinlerdir.  Hatta Lacan fallus terimini fiziksellikten kurtararak teorisine farklılaştırarak dahil eder. Ona göre psikanalistler doğrudan doğruya bilinçdışında olanla ilişkiye geçmeli yani bilinçdışının diliyle alıştırma yapmalıdırlar, şiirin uyakların içsel mırıldanmaların diliyle. Dil, herhangi bir kimsenin ayrı bir varlık olarak kendinin ayırdına varmasının önkoşuludur. Özneleri, aralarında birbirlerine göre taşıdıkları karşıtlıklar yoluyla tanımlayarak, Ben-Sen diyalektiliği vasıtasıyla öznelliğin temelini oluşturur. Bilinçdışı kendisini düşlerde, şakalarda,dil sürçmelerinde arazlarda gösterir. Dil bilinçdışının da varlık koşuludur. Lacan için Odipus kompleksi çocuğun kendisinin , dünyanın ve başkalarının farkına varmasıyla kendini insanlaştırdığı bir andır.
Lacancı dil görüşünde bir gösteren her zaman başka bir göstereni gösterir. (gösterilen ile gösteren bağıntısı yoktur yani) Hiç bir sözcük eğretilemeden ( bir gösterenin yerine başka bir gösterenin geçmesidir) özgür değildir. Anlamlama zincirinde bir kayma sözkonusudur. Bu yüzden hiçbir anlamlama edimi doyuma kavuşmaz. Her sözcük ancak diğer sözcükler doğrultusunda tanımlanabilir. Örneğin başkalarıyla olan ilişkilerimizi tanımlamaya çalıştığımızda her zaman bir boşluk bir gedik mevuttur. Hiçbir zaman başkasının bize verdiği karşılığın anlamından emin olamayız. Kimliğimizle ilgili bir düşünceye sahibizdir ama bu gerçekliğe karşılık gelmez. Özne bir süreçtir asla tamamlanamaz.
Freud için fikirlerini inşa ettiği yapı içgüdü ve dürtü üzerinde yükselirken bu Lacan için arzudur. Arzu, bütüne erişmeye yönelik varlıkbilimsel bir çabadır. Aslında bu terim Hegel tarafından geliştirilmiştir. İnsan misal açlığı deneyimlerken o arzunun bilincine varmakla kendisinin de bilincine varır. Birey arzusunu ifade etmek için ister istemez ben sözcüğünü kullanır. Arzunun beni, arzulanan ben-olmayanı yok eden, dönüştüren ve özümseyen bir eylemle gerçek bir olumlu içerik kazanan bir boşluktur. Arzu, başkasının arzusunu da arzuladığı zaman insancadır. Hegelci felsefenin tikellik ve tümellik terimleri de efendi köle ilişkisi bağlamında Lacan'ın arzu üzerindeki düşüncelerine yansır. Tikellik bireysel bir eyleyene karşılık gelir. Tümellik ise insan varoluşunun toplumsal yanına. İkisinin birleşimi bireyselliği meydana getirir.
Lacan'a en büyük eleştiri feministlerden gelmiştir. Bununla birlikte genellikle görüşleri tamamiyle reddedilmemiş uyarlanıp geliştirmeye çalışılmıştır. Özellikle eleştiriler kuramın erilliğe dayanması yönünde yoğunlaşmıştır.
Derida'nın dil anlayışında da gösteren doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Anlam sürekli olarak bir gösterenler zinciri boyunca devinir ve asla onun kesin yerleminden emin olamayız, çünkü anlam tek bir göstergeye bağlanamaz. Gösterge her zaman başka bir göstergeye yol açar-gönderir, bunlardan birinin yerini bir başkası ile değiştirmek kimileyin göstereni gösterilen yapar. Anlamın çevrede dolanıp durmasına eğretileme diyebiliriz. (somut bir örnek olarak Marksist alt-yapı üstyapı terimlerinin aslında inşaat ile ilgili olması)  Bu yüzden gösterge üzerinde bozuma sokmak gibi bir üsluba bağlı kalınarak çalışabilir. Yapıbozum, herhangi bir metin içinde geçen kavramların metnin bütünlüğü açısından tutarsız ve ikircikli kullanımlarından yola çıkarak, metnin yazarının kurduğu kavramsal ayrımların başarısızlığını açıklamak amacıyla geliştirilmiş bir metin okuma yöntemidir. Gayitri Spivak süreci daha da somutlaştırır:
Metnin şifresini çözerken geleneksel yollara başvuruluyorsa eğer, ne yapılıp edilse üstesinden gelinemeyen bir çelişkiyi besleyen bir sözcük ile karşılaştığımızı görür, bu çelişkili sözcük nedeniyle kimileyin çelişkinin bu ucu kimileyince diğer ucu doğrultusunda çalışırız; böylelikle metnin bütüncül bir anlamı olmadığına işaret eder ve o sözcüğü yakalamış oluruz. Yok eğer eğretileme bize yananlamlarını gösterir gibi olursa, o zaman o eğretilemeyi yakaladık demektir. Metnin gizli yapısındaki eğretileme serüvenlerini açığa çıkartmanın peşinde koşmakla, metnin daha baştan kendi kabul ettiği kuralları çiğnemesini ve metnin karar verilemezliğini açığa çıkartmış oluruz. 
Doğruluğun dağılıp saçılmasını, birliğin patlatılıp parçalarına ayrılmasını, sağgörülü tartışmalar yerine hakkında karar verilemez tartışmalara geçilmesini, ciddiyet ve uysallık yerine şenliğin ve histerinin konulmasını övgüyle karşılar yapıbozumcular. Dolayısıyla yorumlamadan öte bir şey yoktur. Bu metin hakkında karar verilemezlik konusu, Derrida'nın tarihdışı ve siyaset açısından kaçamak yanıtlarla dolu oluşu ile birleşince statükonun devamını sağlatıcı olması eleştirisiyle yüzyüze gelmesi de kaçınılmaz oluyor.
Derrida, düşüncemizdeki metafiziğin yaşamını sürdürmesine önayak olan madde/tin, özne/nesne, yanlış/doğru, ruh/beden, metin/anlam, içsel/dışsal gibi karşıtlıkların yapıbozuma uğratılarak kırılabileceğine inanmaktadır. Doğa/kültür gibi bir zıtlığı da reddederek, doğanın kendisine sürekli yeni şeylerin eklendiği sürece varolduğunu belirtir. Bu yüzden uygarlık üzerine düşünümde örneğin, yapısalcıların imgelediği türden salt otantik diye bir şey yoktur, kaybolan masumiyet romantizmi yanılsamadır. Aynı sebepten Freud'un doğrucu ve otantik düşününü devam ettirdiği Lacan'a da şüpheyle yaklaşır, Derrida.
Gelgelelim Foucault'ya. Foucault dışsal şiddetin yerini içsel şiddete nasıl olupta geçtiği temasını işler. Hatta ona göre ortaçağda deliler kilitlenmeyerek sınırsız bir özgürlüğe sahiptir. (hakeza cinselliğe18., cinsel yaşama ise 19. yy dan itibaren sahip olmuştur insanoğlu. Bundan öncesi sahip olduğumuz tek şey kuşkusuz yalnızca bedendir) Bununla birlikte Foucault, ussallığın bakış açısından deliliğin ruhunu nasıl yakalayabildiğine dair eleştiri altındadır (ki bence toplumun normal diye sunduğu prototipin gayet uzağında olmasıyla haksız bir eleştiri). Bu süreçte suçu işlemekten çok suça niyet etmek artık temel suçluluk ölçütüdür. İktidarın disipliner karakter kazanmasıyla denetlenebilen bir yasadışılığın yararlılığı da keşfedilmiş oldu. Bu genel bir gözetleme için toplumun bütünün polisleştirilmesine hem bir araç hem de meşru bir zemin sağlamıştır. Yazar tarafından panopticon, sonsuz bilgi sahibi hristiyan tanrısına benzetildiği gibi usdışı kaynaklı arzuların içsel gözetimcisi Freud'un süper ego-üstben kavramına da benzetilir. Foucault'nun iktidarın sadece olumsuzluğa işaret edilmesine ve bastırma varsayımına da itirazı vardır. Özgürleşme de başka bir kölelik biçimidir, çünkü halihazırdaki doğal cinselliğimiz gerçekte iktidarın bir ürünüdür. Yani bireyler iktidar ilişkileriyle belirlenir. Aynı zamanda iktidar ekonomiye ikincil bir konumda ya da onun hizmetinde olan bir şey değildir. İktidar ilişkileri egemen ya da devletten yayılmaz, ne de iktidar belli bir birey ya da sınıfın özel mülkiyetindedir. Elde edilebilecek ya da gasp edilebilecek bir mal değildir. Daha çok bir ağ niteliği taşır ve iplikleri her yere yayılır. Dolayısıyla iktidarın uygulanması üzerine eğilmemiz gereken konudur. İktidar burjuva sınıfının siyasal ve ekonomik yararına kullanılmaya başladıkları andan itibaren yaygınlık göstermiştir. İktidarın uygulanması yeni bilgi nesnelerinin ortaya çıkmasına yol açar. Bilgi olmadan iktidarın uygulanması ve bilginin iktidara yol açmadan varolması olanaksızdır. Özne de çok yönlü, dağınık ve belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiği olarak anlanmalıdır. Foucault Althusser ile gelecekte asla şeffaf bir toplum olamayacağımız görüşü üzerinde ortaklaşır. İkisi de anti-hümanist bir yaklaşımın takipçileridir. Poulantzas ile de iktidar ilişkilerinin üretkenliği konusunda benzer fikirler savunurken Foucault her zaman küçük ( ve yerel olsa gerek) başkaldırıların önemine inanır. Madan Sarup, kişisel eleştiriler konusunda elini korkak alıştırmaz, haklı haksız sorguları vardır: İktidar her yerdeyse nasıl direnilir noktasında direniş kavramı , devlete yönelik çözümleme eksikliği, sınıfların ve sınıf mücadelelerin gözardı edilmesi, görüşlerinde bilimsel değergelere dayanılmaması, cinsel ayrılıklar karşısındaki körlüğü...
Deleuze ile Guattari arzuyu iki türe ayırır: Paranoyak ve faşist birincisi, şizofrenik ve devrimci diğeri. Faşizme karşı mücadele etmek faşist paranoya yerine devrimci şizofrenyamızı kurmak için kafalarımızdaki faşizm ile de savaşmak gerekir. Bununla birlikte Marksizm de üstizge -mastercode-ye dayanmaktadır yani yorumlamaya ihtiyaç duyar. Anlam üretilmesi açısından da aşkın konumdadır. Bilinçdışı arzuyu üretirken arzunun psikanaliz tarafından ister istemez bastırılması, onu devletin bekçi köpeği durumuna sokar. Lacan'ın kişinin toplumsallaştığı Odip çözümlemesini hatırlarsak, bu simgesel geçişin kişiler için trajedi boyutunda etkisi olduğuna inanır ikili. Şizofren gibi marjinal kümeler ise ki ikili tarafından yüceltilir, bu komplekse hiç uğramamışlardır. Sonuçta Deleuze ve Guattari'nin üretken arzusu, Nietzche'nin iktidar istencinden başka bir şey değildir.
Jean François Lyotard, usdışının da gündelik dil gibi bir yapısı bulunduğunu ve bu dilin Başkası'nın dili olduğunu öne süren Lacan'cı görüşü eleştirir. Lyotard'a göre modern sanat insanı özgürleştirebilir. Benzer şekilde sembolik eylemlerin şok edici etkisine inanır. Şeyleri sürekli kurumlaştırmaya çalıştığımız sürece, sözkonusu şeyleri asla oldukları gibi yaşayamayız. Yaşamda siyasetten önemi şeylerin de varolduğunun altını çizmektedir yani. Lyotard, şimdilerde Marksizmi dinsel bir söylem biçimi olarak görmektedir, her türden zulme maruz kaldığı varsayılan işçi sınıfı gelecekte bir gün dünyayı kurtaracaktır. Dil kuramında Wittgenstein'in dil oyunlarından etkilenmiştir. Lyotard için konuşmak her zaman kavga etmektir. Geleneksel toplumlarda anlatısal biçimin üstünlüğü sözkonusudur. Anlatılar (popüler öyküler, söylenceler, efsaneler ve masallar)  toplumsal kurumlara meşruluk kazandırırlar. (Lyotard'ın öğrenmenin bilgisayar diline dönüşerek geleneksel öğretmenin yerine hafıza bankalarının geçebileceğine dair görüşleri internet tabanlı bilgiye ulaşım çağında ufuk açıcı bir perspektif sunuyor.) Öğrenciler için yaşamsal değeri olan, herhangi bir sorunu şimdi ve burada çözerken gerekli verileri yaşama geçirebilme potansiyeli ve ilgili verileri etkili bir strateji doğrultusunda organize edebilme yetisidir. Lyotard için üstanlatılara dayanan genelleştirici büyük öykülere karşı bireysel ve parçacıklı yerele dayanan küçük öyküler her zaman yeğdir. Her bir tarafın kendi doğruluk iddialarını askıya alarak diğer tarafın bakış açısının ayrılığına saygı gösterdiği çoğulcu bir bakış açısını benimsenir.
Feminist kuram altında, Cixous, Irigay ve Kristeva'nın görüşleri incelenir. Kültür/doğa , erkek/kadın gibi karşıtlıklarda terimlerden biri diğerine göre daha üstün tutulur. Yani Hegelci diyalektik hareket birbirine karşıt iki terim arasındaki iktidar eşitsizliğine dayanır. Cixous, kadını fallusun üstün konumuna mahkum etmelerinden ötürü gerek Freud'cu gerekse Lacan'cı cinsel ayrım örnekçelerini reddeder. Bunların yerine, cinsel ayrımın yadsınması olarak değil ama çoksesliliğin, erilliğin ve dişilliğin birey öznedeki eşanlı bulunuşunun ve bireyin içindeki dişilliğin canlı bir farkedilişi anlamında kullandığı çift-cinsiyet (bisexuality) olanağından sözeder. Irigay için kadını erkekleştirecek hali hazırda geçerli olan dizgenin terimlerini kabul etmek büyük bir tehlikedir. Irigay aydınlanmanın usunu tam anlamıyla eril bir us olarak görür. Batı kültürü tekcinsli bir kültürdür, kadının değergesi erkekten daha az, erkeğe göre aşağıda ve eksiktir.Yansız olarak alınan herşey, örneğin felsefe ve bilim, gerçekte cinsiyet bağımlıdır, her şey erkek öznesinin söylemidir. Bunu değiştirmenin tek yolu ancak güçlü bir dişil simgesel yaratmakla olanaklıdır. Kadının altından kalkılamaz sorunlarla karşılaşması da , kadının bunların (nefret, kıskançlık ve rekabetin kadınlar arasındaki yaygınlığı) üstesinden gelebileceği bir simgesellik bulamamasından kaynaklanmaktadır. Anne-kız ilişkisi, kadınların simgesel düzende annelik işlevinden apayrı bir kimliğe sahip olmalarını oldukça zorlaştırmaktadır.  Sözkonusu görüşe göre kadınlar ben ile başkası arasındaki ayrımın açık olmadığı, içlerinde kimliklerini kaybedecekleri ilişkilere girmeye hayli eğilimlidir. Yine bu kadının simgesel düzendeki konumunun belirtisi yada sonucudur. Sonuçta, kadınların kendilerine özgü bir dil oluşturmak zorundadır. Kristeva bölünmüş ve merkezini yitirmiş bir konuşan özne düşününe sahiptir. Dil yalnızca düşünüme dayanan toplumsal ilişkilerin tersine üretkendir. Kristeva Cixous'un tersine dilin dişil görünümlerine kadının libidosunda yer vermez. Dişil, erkek ve kadın yazarlara açık bir dil kipidir bu anlamda. (Şiirden dergisinin kadın dosyasında Gülten Akın'ın şiirin dişilliği konusundaki görüşlerini hatırlatır) Anne ise kadının yaşadığı annelik deneyiminden çok anneliğe ilişkin eril bir düşlemin sonucudur. Kadınlar için Odip düzleminde iki seçenek vardır: kadının ruhsal yaşantısını Odipus dönem öncesi içeriğinin değerini arttıracak ve onun bilinçdışını simgesele iade edecek olan anneyle özdeşleşme, ya da aynı simgesel düzenden kendi kimliğini türetecek ve bir kadın yaratacak olan babayla özdeşleşme.Göstergesel anneyle, simgesel ise Baba Yasasının tahakkümü ile ilintilidir. Göstergesel her ne olursa olsun güçlendirilmelidir. Ancak yıkıcı göstergesel süreçler hem karizmatik bir lidere duyulan sevgiyle hem de çok daha keskin ve bozulması olanaklı olmayan sıradüzensel bir organizasyonla özdeşleşmesi faşizm gibi bir yöne sevkedilebilir. İnsanları erkek-kadın olarak ayrıştırmayan ve feminist tutumlara karşı anlamaz bakan biri olarak Bibliotech dergisinin 18. sayısındaki A.Adnan Akçay'ın Mühim Olan İnsanlık makalesi oldukça anlaşılır bir somutluğa sahip olmasıyla çarpıcıdır.
Postmodernizm ile birlikte düşünülen başlıca özellikler, sanat ve gündelik yaşam arasındaki sınırların silinmesi, elit ve popüler kültür arasındaki sıradüzensel ayrımın çökmesi, biçemsel eklektizm ve kodların karışımı,yüzeysellik,vurgunun içerikten biçime kayış, gerçekliğin imgelere dönüşümü, zamanın sürekli bir şimdiler dizisine parçalanması,...
Baudrillard her bireyin belli bir düzendeki yerini nesneler aracılığıyla aradığına inanır. Metaların işlevi bu anlamda yalnızca bireysel ihtiyaçları karşılamak değil aynı zamanda toplumsal düzenle ilişkisi açısından bireyi anlatımlamaktır. Tüketim nesneleri en iyi , özgül bir ihtiyaca ya da soruna yanıt olabilecek bir arayış değil, ama arzuyu kışkırtmak yönünde tüketilemez bir yetiye konu havada uçuşan bir gösterenler ağıdır. Baudrillard'ın simgesel mübadele düşüncesi, üretken etkinliğe yönelik olumlu bir karşı savdır. Baudrillard çok daha fazla enformasyonun ama çok daha az anlamın bulunduğu bir evrende olduğumuzu söyler. Bu bombardımanla başa çıkabilmenin tek yolu, imgeleri yalnızca gösterenler, yalnızca yüzeysel görünüşler olarak kabul etmek ve bunların anlamları ile gösterdiklerini reddetmektir. Ona göre doğruculuk ve eleştiri modası geçmiş ümitsiz kavramlardır. Baudrillard'ın konumu ahlaksal ve siyasal bir nihilizme yol açtığına dair eleştirilerle karşı karşıyadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder