Yazarın Hain evreninde geçen romanlarından biri de Rocannon'un Dünyası adını taşıyor. Karanlığın Sol Eli'de hatırladığım kadarıyla aynı evreni mekan olarak paylaşsa da bu mekan olma durumu kitaplar arasında bağlantı kuracak sağlamlıkta değildi. Bu küçük kitap belki de yazıldığı yıllar yıllar öncesinin izlerini taşıdığından olsa gerek o günlerin palp fikşın bilimkurgu havasını aksettiriyor. Tabi ki yazarın kendine has üslubunu duyumsamamak zor. Yani bir gezegen, uzay gemileri, bilimkurgu tarafı. Ancak hikayeye adını veren Gezgin lakaplı Rocannon'un farklı ırkların yaşadığı bir dünyada kötüye karşı çıktığı maceralı yolculuğu fantastik kurguyu betimliyor. Anlatılan sadece şiddet, intikam hikayesi değil. Ama o günlerin havasını taşıyor dedim ya. Yazarın sonraki eserlerinde göreceğimiz tematik ve sosyal kavramlar zayıf. Yine de farklı kültürlerin içine giren bir yabancı ile birlikte kafamızda oluşan oluşturulan soruların bir çoğu cevapsız bırakılarak meydana getirilen gerçekçi ve izlenimci saptamalar tam da Ursula LeGuin'e yakışan has bir tavır. Konu şu:
Rocannon'un insanları içinde farklı ırkların bulunduğu dünyayı gözlemlerler. İçlerinden mağarada yaşayan karanlığı seven sinsi ve kısa bir ırkın teknolojik olarak ilerlemesine yardım ederler. Arada evrensel isyanlar savaşlar çıktığı için bağlantı kopar. Zaten vergi toplayan bu yıldız insanlarından bu ırklar özellikle insandan pek de farklı olmayan feodal lordlar Angya ve onların serfleri Olgyiolar pek de hoşlanmazlar. Bu gezegene kanı ısınmış bulunan Rocannon'un gemisi gezegende düşürülür. Tek sağ kalan odur. Uzaydaki isyancıların bu gezegene üs kurduğunu öğrenir. Zaten sevimli dağı güneşi yeşili seven herkeşlerin favorisi Fian ırkından köylere saldıracak kadar bile şerefsizdir düşman. Onurlu bir Aingya lordu olan Mogien'in desteğini kazanarak bazı serfler ve köyündeki herkesi kaybeden bir Fian'la birlikte yola çıkarak düşman kampına sızmayı hedefler. 8 yıl uzaktaki insanlarına evrende saklanıp burada üstlenen düşmanın koordinatlarını aktarmayı planlar. Yolculukta bir macera bir macera. Bir şato ele geçirilir, kaçgın Oilgyoların işkencehanelerinden geçilir, Fianlardan yardım görülür, kilinsanlarını ise tavır gösterir. Güzellikleri ile etkileyici ama hayvansı dürtülerden başka hareketi olmayan, tabi arada güzel de bir şehir kurmuş olan vampirik yaratıkların elinden sözcük ustası evcil hayvanımsı şirineler sayesinde kurtulurlar. Aingyaların atalarının yaşadığı yer bulunur. Telepatik güçler yine garip bir yaratığın sayesinde kazanılır. Ama bedeli olacaktır bunun. Sayıları azalır da azalır. Mogien de şanlı bir şekilde ölür. Rocannon nam-ı diğer Gezgin ki bu ünvanı geçtiği yerlerde bir kehaneti çağrıştırır, nihayetinde üsse sızar. Uzaktan güdümlü bombalarla düşman kampı yerle bir olmuştur. Yıllar sonra ancak gelebilen kurtarma ekibi Rocannon'un bir lord olarak yaşayıp sevildiğini ve kısa bir süre önce de öldüğünü öğrenir.
31 Temmuz 2013 Çarşamba
30 Temmuz 2013 Salı
Sergei Rachmaninoff - Dances: Symphonic Dances; Dances From Aleko; Capriccio bohémien (The Philharmonia/Neeme Järvi) 1993
3 Hareketten oluşan hayli uzun Symphonic Dances op.45 ile açılıyor albüm. Elitistlerin seveceği şekilde kompleks bir beste diyebiliriz. Temponun coşduğu belli anlar ilgi çekse de kısa sürüyor. Asıl Erkek ve Kadın versiyonu olarak 2 parça halinde yer alan Dances from Aleko merak uyandırıyor. Çünkü Slavik folklorun izleri çok daha belirgin bu örneklerde. Rachmaninoff'u seçmemde de ana gaye bu havayı teneffüs etmekti zaten. 18 dakikayı bulan Capriccio bohémien de bir yönüyle folklorik ifadeyi devam ettiriyor. Süresinden anlayacağımız üzere müzikal olarak hırslı sıfatıyla bile değerlendirebiliriz. Albümün geri kalanında olduğu gibi orkestral düzenlemeler ustalık eseri. Lakin bu sefer araya giren sessiz kısımlar o kadar yoğun ki, sonuna kadar sesi açıp zil titreşimlerini anca duyabiliyorsunuz mesela o anlarda, dinamik kontrast diye adlandırılabilecek bu klasik müziğin sevmediğim genel karakteristiği yüzünden konsantrasyonu kaybetmemek olanaksız. Symphonic Dances'un ilk bölümünde olduğu gibi bu parçanın da sonlarına doğru bu uyku büyüsünden kurtulduğumuz oluyor.
6,75/10
6,75/10
28 Temmuz 2013 Pazar
RETRO: Accept - Best Ballads
Şu Ruslar bir garip doğrusu. Fi zamanında aldığım mp3 cd'si klasik grupların best oflarından oluşuyordu. Ama doğru düzgün resmi albümleri yerine bootlegleri tercih etmişler. Bunları bulmak daha zor yafu. Accept'in bu albümünün de aslında ne olduğunu bulana kadar google'ı bayağı yordum terlettim, hatta ağladı biraz da. Ha!, kötü demiyorum.. Tam tersine heavy slowları dinlemeye bayılırım. Ve görülüyor ki Accept faal oldukları o uzun dönem boyunca bir hayli balad da kaydetmiş. İşin garibi en bilindikleri Mistreated şarkısı, UDO tarafından değil sadece onlarla tek albümde çalışma imkanı bulmuş başka bir vokal tarafından seslendirilmiş olması. Ve o albümleri grubun en çok eleştiri alan albümlerinden biri olması diye de ekleyelim. Yine de bugüne kadar grubun müziğine nedense pek eğilmediğimi söyleyebilirim. Tek dinlediğim albümleri bu. Uzun süredir faal olduklarından dolayı bu yavaş tempolu şarkılarda bile farklı dönemlerin izini sürmek mümkün. Mistreated dedik, bir hair metal kokusu yok mu? Ya 70 sonlarında yayınladıkları ilk albümden alınma Glad To Be Alone da duyduğumuz blues köklere dayalı hard rock. Biraz Deep Purple/Rainbow ? Kimi zaman da Judas'ı hatırlıyoruz. Balad kavramını Neon Lights gibi yine bilindik bir şarkıyı derlemeye ekleyerek sanırım biraz esnetmişler gibi. Ayrıca UDO'nun In The Darkness ve Sweet Little Child gibi şarkıları da eklenerek albüm zenginleştirilmiş. Ziyadesiyle keyifli bir derleme çıkmış ortaya sonuçta.
8,25/10
8,25/10
27 Temmuz 2013 Cumartesi
Edge of Sanity - Crimson (1996)
Daha önce dinlediğim Crimson II ile arasında küçük farklılıklar bulunduran bu Dan Swanö projesinin ses getiren çalışması belki bir ya da bir kaç tık, türün takipçileri tarafından Daha fazla seviliyor. Belki kronolojik olarak öncelemesinden dolayıdır. Ama parçalara ayrılan serinin 2. çalışması, evet Crimson tek bir şarkıdan oluşuyor manası çıkıyor bu durumda, bir miktar daha kolay dinleniyordu, daha tabir-i caizse hafifti. Crimson ise görülüyor ki daha sıkı bir performansa sahne oluyor, çalması sıkı, ritimleri sıkı. Hikayeyi hatırlarsak yeni bebelerin doğmadı bir krallıkta kralın kızı hamile kalır mucizevi şekilde ve çocuğu doğrururken ölür. Bir süre sonra sevilen saygı gören kral da ölünce ülke iç savaşa sürüklenir. Sonra kırmızı tabut benzeri odasında kalmakta olan herkesin umudu ve taptığı güzel kız uyanır, halkı etrafında toplaşır. Yalnız bu kız şeytanın kızıdır, insanları intihara sürükler. Ölenlerin ruhlarından beslenir. Bir grup muhalif de onu etkisiz hale getirir. Temposuyla, inişleri, çıkışları ile bu senaryo müziğe de yansıtılarak, akustik, gregoryan geçişler, clean vokalle temsil edilen ümitkar pasajlar dinlemeyi roman dinliyormuş ( artık kitaplar da dinlenebiliyor ya) havasına bürüyor. Aynı zamanda bas gitarın dahi duyulduğu, her enstrüman çalan arkadaşın dur biraz da ben öne çıkayım şurada hünerimi göstereyim deyip işlerini sergileyebildiği yapısıyla albüm tam da progresif metalin nasıl bi şi olması gerektiğine dair emareler sunuyor. Yalnız ters adamım ya, ben ikincisini daha bi beğenmiştim, tekrar dinledim de, öyle valla.
8,25/10
8,25/10
26 Temmuz 2013 Cuma
John Scalzi - Son Koloni
John ailesiyle gözlerden ırak bir gezegende idareci amir olaraktan günlük sıkıcı işinde vaktini harcayarak ailesi Jane, üvey kızı Zoe ve neredeyse taptıkları Zoe'nun koruması olan ki duygu ve bilinç aparatlarını tecrübe ederek ırklarıyla düzenli bir paylaşım içindedirler, iki adet Obin huzurlu bir yaşam sürmektedir. Savitri de iğneleyici ve muhalif tavırlarıyla yardımcılığını yapmaktadır. Gel gör ki biraz da şantaj hile ve tehdit yoluyla Koloni Birliği'nin en yeni kolonisini yönetmek için atanırlar. KB, o güne kadar sadece dünyadan gelen göçmenlerle koloni kurmuşken, büyümüş palazlanmış diğer koloni gezegenlerin itirazları sonucu bu yeni projeyi en büyük 12 gezegenden alınan eşit sayıda koloniciyle ortaklaştırır. Bu arkadaşları taşıyan gemi gezegene varan uzay atlayışı yapınca bir gerçek ortaya çıkar. Ne bu gezegen koloni kuracakları gezegendir, ne de uzay gemisinin kontrolleri ellerindedir artık. Ancak bizzatihi o gezegen bu gezegendir. Şöyle ki evrende kolonileşmeyi adaletli bir mekanizmaya tabi tutarak barışı kardeşleşmeyi inşa eden bir meclis kurulmuştur. Ve meclise katılmayan her ırkın kolonileşmesi durdurulmakta, önce uyarılmakta, seçenekler sunulmakta, en sonda imha edilmektedir. Lanet olsun dostuuum insanlar daha doğrusu KB elbette böyle bir oluşumun içinde değil. Tam tersine terslik meclisin işlerini bozmaya çalışır. Zaten zavallı dünyalıların hiç bir şeyden haberi yoktur. Bütün iletişim de KB'nin elinde olduğu için kolonilerden pek de kimse meclisi bilmemektedir. Bu yepisyeni koloniciler de meclisin katliamcı olduğu kandırmacası ile teknolojinin eski çağ ve kablo seviyesine indiği bir inşa süreci ile kolonileşmeye çalışır. Zira meclisin evrende onları keşfetmemesi sağlanmalıdır. Diğer yandan KB de meclisin beceriksizliğini evrene yayarak onları rezil etme çabası içindedir. Bizim ekip bir yandan değişik kolonilerden gelen temsilcilerle diğer yandan kurtadam istilasıyla ayakta kalmaya çalışır. Diğer yandan gizlice Jane'e verilen bir zerk sayesinde yine gelişmiş özel kuvvetler birliği elemanı gibi olmuştur. Bizim Ceyn 10 kaplan gücünde. Bu süreçte ikilimiz KB'nin de gerçek yüzünü keşfeder, ama n'apcaklar? çekecekler.. Bir zaman geçer bu sefer de tam KB'nin istediği gibi meclis gemileri koloniyi bulur. Her meclis üyesi ırkın amiral gemisi kuşatır yeni koloniyi. Meclisin idealist lideri gezegene iner, John der böyle böyle iste gel Koloni Birliğinden ayrıl bize katıl, ister ana gezegeninize geri dönün. John da içtenlikle onu uyarır, al askerlerini al git. Anlamaz adam ve tüm o gemiler, bu liderin hariç uzayda yok edilir. İnsanoğlu yine kalleş, pusuya düşürmüştür meclisi. Hesaba katılmayan şey o tüm ırkların amiral gemileri yokedildiği için, bütün meclis üyelerine bir nevi savaş açılmıştır. Meclisin dağılması hedeflenirken bu ılımlı lidere karşı sertlik yanlıları güçlenmiştir. Artarda yapılan saldırılar neticesinde bazı koloniler kaybedilmiş, KB bazı gezegenleri de gözden çıkarmıştır. Elbette John'un kolonisi dahil. Fakat Koloni Savunma Güçleri'nden eski generallerinin gizli desteğiyle yeni bir plan tertiplenir, bu ılımlı liderin hayatı bir suikaste karşı kurtarılarak güveni tekrardan tesis edilir ve bu ufak koloniyi istila eden hardkor fraksiyon başı uzaylı tutsak edilir. Bu kadar olay olur, insanlar hala meclisin varlığından bihaberdir bu arada. Şalter atar bizim ekipte, meclise üye her ırktan ticaret gemileri ile izole edilmiş dünya ufkunda belirirler. Ve insanlığın KB'den ibaret olmadığını gösterip dünyayı meclise davet ederler.
25 Temmuz 2013 Perşembe
The Ruins of Beverast - Foulest Semen of a Sheltered Elite (2009)
Efsane grup Nagelfar'ın has davulcusu Alexander von Meilenwald tek başına grubunu kuruyor ve şanını şöhretini bundan sonra The Ruins of Beverast namıyla yürütüyor. Bir süreden beri. Zira bu üçüncü albümü. Kayıttan tut her tür enstümana her bi şeyi tek başına götüren bu adamı önce bir takdir edelim. Çünki yaptığı düz tremololara dayalı klasik anamızın black metali değil. Bir de üstelik üzerine kafa yorulduğu belli bir iş üretiyor ağbimiz. Bir kere albüm projeye benziyor. Endüstriyel tınılarda, içinde çok şık ve sert tonlarda sludgevari rifler barındıran genelde ağır ve orta tempoda gayette doomy şarkılarla karşılaşıyoruz. Her bir şarkı 10 dakika, 12 dakika, 15 dakika... Ufak ufak geçişlerde var. Etti mi 80 küsür dakika! Bestelerin güzel bir tarafı da koro kayıdın yer yer kilise atmosferi taşıyan gregoryan tarzda yer yer bildiğin clean ve hatta operet vokalle şenlenmesi. Tek kişinin eseri olduğu için istediği gibi at koşturabiliyor ağbimiz. Örneğin Mount Sinai Moloch ekip işiyle bu şekilde kotarılabilir miydi, aynı olabilir miydi, tartışılır. Şarkı bir yandan yankılanan ritimle bir yandan karanlık rifiyle ve çarpıtılmış şeytani guruldanmalarla gayet tırstırıcı bir çalışma. Albümün ilk dakikaları biraz daha kafa yapıcı bir atmosferde ilerliyor. Doom yan ağır bastığı durumlarda sıkılmaya da başlayabiliyorsunuz. Bu manada Kain's Countenance Fall oldukça dengesiz bir çalışma. Blood Vaults'un başlangıcındaki kahkaha biraz sinir bozucu. İşte böyle bir kaç ufak tefek pürüz bu güzelim progresif çalışmayı lekeleyen şeyler oluyor. Yoksa ferfecir bakan şu gemi hala açık denizde.
8,25+/10
8,25+/10
24 Temmuz 2013 Çarşamba
Turgut Uyar - Büyük Saat
Arz-ı Hal gibi geleneksel formda yazılan şiirlerin baskın olduğu ilk kitaplarında dahi imgenin gücünü hissetmemek olanaksız. Kah özellikle şiirlerde sevdiğim sıradan insanların hayatına konuk ediyor bizi, Yasin Efendi oluyor kimi zaman Bektaş, Hüsnü Efendi, kah hangi cebini karıştıran yalnızlık gibi bir mısra ile sonrasını haber veriyor. Anadolucu yaklaşım Türkiyem ismindeki ikinci kitabı ile 1952'de de devam ediyor. Yurdun dört bir köşesi selamsız bırakılmazken folklorik lirizm ağır basıyor. Yine de şair ben neye sevdalıyım böyle, bilmem / binlerle yıldız kayıyor kanımda mısralarından mahrum bırakmıyor bizi. Diğer eserlerinden farklı bir yerde duran bu iki kitapta sosyal olgular, günbegün barideler ekseriyatla hüzünlü bir karamsarlık kisvesiyle birlikte doğrudan okuyucuya aksettiriliyor. benim yatağım simsiyah olmalıydı bu bakış açısının marjinal bir örneği. Diğer yandan tarzındaki niteliksel değişimin ilk işaretlerini aşağıdaki gibi güzel bir örnekte duyumsamak da mümkün.
Bana yollardan bahsedin artık,
Büyüsün yalnızlığım.
Bir kadın ve bir gecelik sarhoşluğun peşinde
ölüme benzer duraklardan.
Şimdi bir garip ürüzgâr geçer bilir misiniz?
Perdesiz, yataksız, ateşsiz
Saplı'nın hanındaki kavaklardan.
Halbuki ben yıldızlara bakanda
Ağlamalıydım.
Bulutlar bir yeşil, bir beyaz öylece
Kalbimde bir üzüntü kimsesiz, ürkek
Tatlı baş dönmelerine benzer bir gece
Sonra bir eski şarkı hatırlar gibi
Bir ses, yabancı ve güzel, uzaklardan.
Herkes kendi hürlüğünde ölmeli
ölmek, ölmekse.
Asırlarca evvel bu dünya
Başka insanlarındı.
Kardeşçe uzatıyorum yanaklarımı, işte
İnsanca ateşler almak için
Gelip geçtikçe öpen dudaklardan.
Şimdi bir rüzgâr geçer kavaklardan
Saplı'nın hanındaki.
Hancı ısınır, yolcu üşür yalnızlığında,
Bir uzun iç çekiş büyür dağlara doğru
Bu son gecesidir artık ağladığımın,
Bırakın yeniden üzüleyim
İçimdeki yıllanmış meraklardan.
Müsamere şiirlerini hatırlatan Yaşa Mustafa Kemal Paşa dizeleriyle sonlanan şiirleri de yer veren Türkiyem'in ardından şair devrim gibi bir kitap çıkartıyor: Dünyanın En Güzel Arabistanı. Daha ilk şiir adım atılan yol hakkında ipucu veriyor. Şair Geyikli Gece'de modern yaşamdan kaçışın yolunu çiziyor, kendi orta dünyasını keşfe çıkıyor. Nesnel bir gerçeklikten öte bir kaçış hali.
halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
herşey naylondandı o kadar
ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
ama geyikli geceyi bulmadan önce
hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.
geyikli geceyi hep bilmelisiniz
yeşil ve yabani uzak ormanlarda
güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
hepimizi vakitten kurtaracak
bir yandan toprağı sürdük
bir yandan kaybolduk
gladyatörlerden ve dişlilerden
ve büyük şehirlerden
gizleyerek yahut dövüşerek
geyikli geceyi kurtardık
evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
üç güvercin görsek meksika geliyordu aklımıza
caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
bilir bilmez geyikli gece yüzünden
'geyikli gecenin arkası ağaç
ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı'
ister istemez aşkları hatırlatır
eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
şimdi de var biliyorum
bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...
hiçbir şey umurumda değil diyorum
aşktan ve umuttan başka
bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.
biliyorum gemiler götüremez
neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
geyikli gecenin karanlığında..
aldatıldığımız önemli değildi yoksa
herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
gümüş semaverleri ve eski şeyleri
salt yadsımak için sevmiyorduk
kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
ne iyiydik ne kötüydük
durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...
ama ne varsa geyikli gecede idi
bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
büyük otellerin önünde garipsiyorduk
çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
yahut bir adam bıçaklasak
yahut sokaklara tükürsek
ama en iyisi çeker giderdik
gider geyikli gecede uyurduk
'geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
imdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
sultan hançerleri gibi ay ışığında
bir yanında üstüste üstüste kayalar
öbür yanında ben
ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
domino taşları ve soğuk ikindiler
çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
gölgemiz tortop ayak ucumuzda
sevinsek de sonunu biliyoruz
borçları kefilleri bonoları unutuyorum
ikramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
iyice kurulamıyorum saçlarını
bir bardak şarabı kendim için içiyorum
'halbuki geyikli gece ormanda
keskin mavi ve hışırtılı
geyikli geceye geçiyorum'
uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
Tel cambazında hikayenin öznesi ve şair birbirine karışır. Ama Akçaburgazlı Yekta'nın hayatı vasıtasıyla, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine konu olan hikayelerin derinliği eşelenir. O kadar aldatmaların, ölümlerin, cinayetlerin arkasındaki aşk mıdır tutku mu yalnızlık korkusu mu? Yekta aşıktır, misafirdir, yalnızdır ve pişman değildir.Yalnızlığı can acıtıcı olduğunda şunlar dökülür Yekta'nın ağzından:
karşımızda binler mumluk bir lamba yanıyor
n'apalım akşamdır. uydurulmuş yıldızların çöreklendiği
elini elime alıp davut'la mızıka dinlediğimiz
benim kenarından bir ucunu kaldırıp baktığım –
sonra ürküp birden indirdiğim
biz küçük adamlarız. davut'la ben. şiirler okuruz.
Âşık olmuşluğumuz vardır. sapıtmışlara
peygamber olduğumuz
yoklukların sonuna vardığımız kapkara masmavi gözlerle
bilmişliğimiz yoktur. bağışlayıp inandılar. hamd ederiz
gelip dikilen bu ucuz akşamla yeni bir hüzne başlıyoruz
ama davut yok. yalan söyledim. davut ölmüş.
kaldırıp gömmüşler mi? bilemiyorum.
yakıp savurmuşlar mı? bilemiyorum.
o kalabalıkların toptan günahkâr olduğu yahut
bağışlandığı
akımsı kalın kumaşların kanlanıp kumlara belendiği
o kıvırcık sakallar ve kargılar döneminde
o bakır döneminde
o hep birden sayılmanın erinci döneminde
parçalayıp dağıtmışlar mı? bilemiyorum.
davut yok. yalan söyledim. onun sürekli ölmesi var yanımda.
elimi elime alıp mızıka dinliyorum
yeni bir hüzne başlıyorum.
bu gidişe ben, tek başıma ayak uyduramadım
pencerede bir elleri öbür kulaklarında
kıvıl böcek kurtları yavruları
karanlık bir yelkenden hızla boşalan kıllı tükenmez rüzgâr
şehirler. yolları boyunca dükkânlar açık,
mostralar düzdük
bilimleri sürdük getirdik çılgın ateş yalnızlığımızdan
o bizi dövüp sövemeyen acemi, haydi yufka
yürekli tanrılar katına
kaldım. durmadan davut'u büyütüp öldürdüm.
başka üç kişi daha öldürdüm.
sonunda durdum sana başladım.
sana başladım. akşam mıydı?
gelip gelip gidiyordu havuzların balıklı boşluğu
heykellerin ayıpsız çıplaklığı
davutsuzduk. umutsuzduk. umutsuz kalmak iyiydi.
iyiydi, dinlendiriyordu. dönendiriyordu.
kara kara kuyulara kapandık. korktuk. çıkmadık.
bu benim gerçeğim. durmayıp şarkı söylemek.
durmayıp yalnız kalıyorum. ufacık, yeşilli adalarda.
yalnız kalmaya savaşıyorum. kadınlarla. erkeklerle.
çocuklarla.
tarihlerle, bilimlerle, kalabalıkla savaşıyorum.
büyük tapınaklar kuruyorum. kara taştan. kalın
arabalar koşuyorum
kendim girip tek başıma tapınıyorum. yaralarımı sarıyorum.
birden bir yerden o ışık. bir yerden o ses.
artık sana attığım temeller tutmuyor.
çünkü sen hiç yoksun. hiç olmadın.
Aynı içtenlik ikili karşıtlıkların içinde seçeneksizliğe mahkum bir kandırmaca ve kabulleniş sözleriyle Kan Uykusunda da dizelere dökülüyor.
bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin
bir de bu terli karanlık
sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum
nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum
yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor
akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum
oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar
daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su
sarı topraktan testileri güneşte pişiriyorlar
bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum
gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum
sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları
kısrakları birden yavrulamış
havaları birden güneşli
kadınlarla yattığım yetse ya
bir de kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor
hoşlanmıyorum
Kan aynı zamanda kentleri de betimleyen olumsuz bir niteleme olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Turgut Uyar'ın bu kitabında ortaya koyduğu sinematografik anlatım bugünün bakışıyla leziz bir nostaljik lezzet bırakıyor okuyucuda. Bu anlatım ne kadar tersyüz edilse de..
o benim bildiğim sevdiğim bellediğim güneş diye bellediğim güneş değildi odadaki
mor tozlu halılarda iplik döküntülerinde oymalı cigara masalarında, o değildi
perdenin arkalarındaki oydu bir çıksam karşılaşacaktım oydu vurulurdum çıksam
o benim bildiğim sevdiğim güneş diye bellediğim güneş değildi odanın içindeki
bu güneşi değiştiren evlerde terzilik yapılır giyimler prova edilir
acı gülümser kızlar ağır ayak gebeler kumaş iğneler teyel atar
hiç içilmeyen likörler saklanır büyük camlı dolaplarda
aldım kendimi oralara götürdüm ben bu evlerde döner kebap yiyemem
çocukları sevmek gelmez içimden gülsuyu koklayamam durur saçlarımı tararım belki
eski zaman adamlarını eski zaman kadınlarını eski zamanları düşünürüm
ağır kumaşlardan sultani elbiseler içinde kimbilir nasıl bu soğuk güneşler gibi soğuk sevişirlerdi
nasıl kalkıp kalkıp çiçek sularlardı geceler karanlıklarında
kimbilir serinlemek için
elbet serinlerlerdi
ben bu evlerde döner kebap yiyemem ölürüm
tıraş olurum en güzel giyimlerimi giyerim oturur beklerim,
yıkarım temizlerim adam ederim o soluk güneşleri ya da
iplikleri toplarım kızları öper öper uyandırırım,
sabahlara akşamüstlerine kıvırcık marullara hazırlarım onları beslerim
alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini kuzuları mutluluğu ölmemeyi
ölüme karşı durmayı en çok en çok onu yenmeyi
o karanlıklarda kalmış yaşamak yerlerini bulurum çıkartır gösteririm
elbet bellerlerdi
ben o evlerde döner kebap yiyemem yiyemem
ben prova yapamam iplik dökemem acılıl acılı gülemem gülersem
durur kuruntularımı beslerim mutsuzluğumu süsler büyütürüm
bir o güne beslerim o ak pak güneşe
o her şeyin birden serpilip ortaya döküldüğü gelişeceği gizlide kalmış uçların bir bir belireceği günlere,
sular gibi dururum.
Geyikli gece okuyucuyu nasıl nemli ıslak ve pastel karanlığında bir dehlize sokuyorsa Göğe Bakma Durağı da bir o kadar ferahlığa kavuşturuyor. Hayata bir dur çağrısı, bir değil çok, en azından iki kişi dur ve göğe bak!
ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım
falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
inecek var deriz otobüs durur ineriz
bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
beni bırak göğe bakalım
senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
seni aldım bu sunturlu yere getirdim
sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım
şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin, bir ellerim yeter belleyelim yetsin
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım
Derinliğinde çağıldayan karamsı akıntıyı gizleyen duru bir su kıvamındaki kitap, işte tam da bu sebeple bütününden koparılması can yaksa da ve buna rağmen alınası, ayrı bir yere konulası dizelere de ev sahipliği yapıyor.
benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü
yadırgamadan gökyüzüne aşka acımaya alışkın
zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam (üçyüzbin)
ölü kadınların öpölü çocuklar doğurması (kankentleri)
kadınlar olmasa güç dayanırlar tuğlalara kağıtlara deniz-gök oyumuna (o zaman av bitti)
ağlamaktı en uzun neşesi kızların bir zaman
olsun olsun, güneş olsun güneş olsun, olsun
büyüsün o şeyler, büyüsün bu arılan şey
birisinin birşeylerin olduğunu bilmek var, dünyada
sakın kapanma,dur, ey şuramda beni boşaltan delik
ey büyüyen bir şey sakın durma, dünyada (dünyada)
Evet, şiirler kendi içinde harmonik bir bütünsellik gösteriyor. Ölümlü Yaşamaya Hergünkü Çağrı gibi nesir ile nazımın birbirine karıştığı bir cinayet ve fantastik sorgu hikayesinde, bütünlüğü bozmadan hangi dizeyi cımbızlayabilirim ki?
Dünyanın En Güzel Arabistanı okuduğum en iyi şiir kitapları arasında yerini böylece sağlamlaştırmış oluyor. Şairin en sevdiğim kitabı olduğunu da tahmin etmemek zor değil. Her ne kadar takip eden eseri Tütünler Islak Terziler Geldiler gibi dev bir kalp çarpıntısını içerse de.
Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,
"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."
Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.
Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."
Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."
Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,
"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."
kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."
Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
Kimileyin sesli kimileyin mırıldanarak beklenti doğuran bir heyecanla ama her zaman nefes nefese bir okuma sunuyor bu şiir. Toplumsalın en dolaylı hali. Ayrıca şair bu kitabıyla su metaforunu daha da fazla kullanmaya başlıyor. Korkutucu kent imgesi arkada bırakılıp doğaya yönelmenin izleri görülüyor. Yine de bir terkediş sözkonusu değil. Benzer bir rahatsız edici etkileyiciliği Övgü, Ölüye de bulmak mümkün. Bu manada yazarın epik uzunluktaki şiirlerinde duyguyu çok daha iyi ifade edebildiğini söylemek de ...
Tütünler Islak küçük bir eser. Bir önceki kitabı güzel yapan ahengin solduğu, alternatif imgeler arayışında daha da ileriye gidilen bir yapıt. Sevdiğim bir kaç dize yine de mevcut.
çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız (çok üşümek)
Her Pazartesi ise yayımlandığı tarihin politik ruhunu belli ölçütlerde de olsa içeriyor. Bağlı Kalmanın Yeri ile daha ilk sayfalarda buna tanık olmak mümkün.
Akıyor şarkısı büyük bedenin,
Kovuşturulan şarkısı. Bir meydana
Hep meydanlara. Meydanlara.
Nasıl bakıyorsa bir koltuk bir duvara,
Başkaldırmanın sınırlandırıldığı bir dünyada,
Akıyor…
Toplumsal mücadelerinin etkisi Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir isimli yapıtında en somut halini bulur. Satır aralarında boşlukların büyüdüğü, imgelerin zorlaştığı bir kitap Her Pazartesi. Bu manada anlamlandırmada rolü büyük okuyucunun. Belki de bu yüzden kekeme şairler arasında yer alıyor Turgut Uyar da. Önceki kitaplar arasındaki farkı en iyi Geyikli Gece ya da Terziler Geldi formuna yakın destansı ve uzun bir şiir olan ve iyi ki geldiniz burada bulundunuz / her şey öyle uzun, biz soğukuz ve / öyle solgunuz... ile başlayan Ölü Yıkayıcılar üzerinden karşılaştırabilmek mümkün. Uzun şiir geleneği haftanın her gününü başlık olarak taşıyan alt bölümlerden müteşekkil Yenilgi Günlüğü'nde de devam ettiriliyor. Şairin kendi içine döndüğüne şahit oluyoruz bu şiir vasıtasıyla.
yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
Malatyalı Abdo için Bir Konuşma ise Anadolucu gerçekçiliğin şairin yeni tarzı ile birleşmesine güzel bir örnek. Kişi isimleri şairin her daim şiirinde kullanmayı sevdiği öğelerden biri oluyor.
Her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
Her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır.
Divan şiirini yeniden diriltmekten ziyade esin kaynağı olarak kullandığı Divan ismindeki yapıtını daha çıkarmadan önce bu kitabına da bir kaç gazel dahil etmiş şair. Bunlardan birisinde her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça diyor. Nihayetinde Her Pazartesi farklı yönelimlerin bir araya getirildiği, konu çeşitliliğinin (toplumsal, kişisel ve kadın erkek ilişkileri ) geniş tutulduğu bir derleme olarak değerlendirilebilir.
kullanmam ucuz özgürlüğü sana sığınırım
azarladığım bir dünyayı suya bırakıp
günlük dövüşü en uygun yerinde keserek
ve kan biraz daha akar durur, akmalıdır
bir çaresizlik sanırım, öfkem büyür uğunurum
oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır
ve kuytulardan, unutulmaktan tek tek
ölülerimiz toplanacaktır.
senin yıldızların güneşlere dönüşür
en karışık en bozgun bir öğle uykusunda bile
ve sonsuz sevinç taşıyan bir çığlıktır
bir suyun bir başka suya karışması
kanları çökelirken bir soylu tabaka
bir bahar anlatıcısının
bir mutluluk dülgerinin
-gecelerde ve yalnızlıklarında hepsi üşür-
ölülerimiz toplanacaktır.
ne kadar hüzün geçmişse dünyadan
ne kadar acı geçmişsse yaşayacağız
hepsini yeniden, bir bir dünyada
dünyadan ve dünyayla sana sığınırım
acılardan ve hüzünlerden değil
kaçmalardan ve korkulardan değil
çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarıma
çünkü kanları, kanları, kanları hatırlarım
çünkü ölülerimiz toplanacaktır
ve yüceltilecektir bir mavide.
haberlere yorumlara ve büyük tirajlara
asalak otlara karşı, türeyip giden
bir sun'i ilkahla üreyip giden
bir soya, bir sanrıya karşı
kuşanıp kahramanca tek silahını, kanını
diri bir su gibi gidenleri hatırlarım
odalarda ve güzel bir dünyada
sararken bir başına eski güneş
yıldızımız uzak bir iklimde
bir tüfek olacaktır. bir tüfek
ölülerimiz toplanacaktır.
ve bizim bir haziranımız
bir yıl kadar yetecektir dünyaya
çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
hayasız pençelerini kokuyla gizleyen
bir olgu olmayacaktır sana
ölülerimiz toplanacaktır
doldurulan bir kıyı gibi.
anılacaktır bir general pantolonundan
nasıl sezgiler ve gerekçeler çıkardığımız
nasıl kırgın ve nasıl umutlu olduğumuz
bir şenliğin başlangıcından ve sonundan
sığınmamız da anılacaktır.
ölülerimiz toplanacaktır
kenar köşe kasaba hanlarından
deniz en güzel aşkken ayışığına
küçük ve karanlık odalarda öldürülenler
direnerek ve akarak ölenler
yüceltilecektir
anılacaktır ölümleri
bir şehir akşamında herkes kaçışırken
ormanlar bir çözülmeye bozulurken
karanlığa kanıyla karşı duran
kanıyla ışıtan, yalazlayan karanlığı
yalnız ve dayanıklı gecelerinde üşüyen
ölülerimiz toplanacaktır.
biraz daha kan, kan ve suyun akışı
ey suyun güvenli akışı
sana bir yamaç gerekmez mi
ki sonun özlemine hızlı varsın
ki sen varsın, akıtılmış kanlarla varsın
ve kan ve akışın o soylu tabakta
ormansız bir halka sunulacaktır
bir orman olarak
ona sığınılacaktır.
sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca
sana sığınıyorum kırılıp toplanınca
değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların
en en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
sana sığınılacaktır
ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
akıtılan ve akıp gelen kanlarda
bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
eller temizlenecektir
bir tören olacaktır
ölülerimiz toplanacaktır
Çok ses getiren Divan isimli yapıtında sadece bu eski geleneğin formlarını kullanmaz, gül ve diğer çiçekler gibi bilinen imgelerin kullanılması ile birlikte daha aydınlık bir fonun aldatıcılığına kapılır insan. Halbuki anlatılanlar gittikçe bireyselciliğe ivmelenen şiirinin doğrultusunda bir kırılmaya yol açmaz. Yine hüzün, yine üzünç, yine ölüm hikayeleridir anlatılan.
adın bir güzelliğe yakışır elbet yakışır
bir intiharda mı, bir şiirde mi bilmiyorum (karışık saatler'e)
şimdi bu kışa girişin hüznü müdür o mudur
benim her duygum biraz hüzün gibidir. Mesela (kışındır)
Yalnız sunulan estetik ve tezat bir şekilde sarayı değil halk kültürünü simgeleyen basit dizeler, hatta belki gösterilenin (gösteren/gösterilen) kayıp olduğu dizeler okuyucunun kafasını karıştırır.
haydi ben geldim oturup konuşalım ey gök
bütün altın tarlası bütün komşularımla
tarla tapan ırgat esnaf bütün komşularımla
in dolaş bir yerlerde buluşalım ey gök (rubai)
Şair hikaye anlatıcılığının bir örneğini vermekten kaçınamamış bu kitapta da. Baharat Yolu ismindeki şiiri temaya uygun olarak bir aktarın akdeniz'den hind'e egzotik yolculuğunu işliyor.
suyu alınmış yemişler, güneşte kurutulmuş nesneler
koyu yeşiller, asya kırmızıları, gecelerle tükenmeyen kösnüler
Kitaba farklı bir duyarlılık sinmiştir. Bir göç bir hareket gözlemlenir örneğin, divan geleneğinin tersine. Diğer yandan misal Anneler Kaçar Gibidir'den alınan aşağıdaki dizeler tam da bir kadının kendi acısını dillendirmesi değil midir?
saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur
Bu kitaptan bütünüyle alıntılayacağım şiir ise Münacat ismiyle kitabın başında yer alıyor. Şair kendi söz ve sıfatlarıyla Tanrı'ya yakarışlarını yöneltiyor.
birden hatırladık seninle buluşamadığımız günleri
gel ey büyük bakış yüce suskunluk gel artık beri
kentleri ve kasabaları ve köyleri çevirdik senin adına
kapıları tutmaktan artık herkesin nasır oldu elleri
olsun daha da tutarız sen varsan düşüncemizde ama gel
tutarız karaları ve denizleri ve yaşayan yürekleri
kendin karşı koydun yaptığın saraylara zindanlara tellere
yine kendin kullan artık kendi yaptığın tüfekleri
bozgun bir şubat sensin, ekmek ve kan senden, ekim sensin
nerende taşır büyütürsün nerende sonsuz gelecekleri
hatırla, kendini hatırlat, o büyük haklılığı denize giden
hatırla, karada ve denizde onardığın her yeri
hatırla, karada büyük taşları üstüste kodun, hatırla
yürüttün canalıcı denizlerde cesur gemileri
«...senin hüznün bir yazgıdır, bir eski zamandır
büyüksün artık büyük dirimine beni inandır
bir değişmezlik sanırsın çoktan beri her şeyi oysa
bir vakitler güneyde öyle kötü kullanılmış ki...»
gecikmiş bilgeliğin yaşamış bir eski ağacı hatırlatır
ki sen emzirirsin duyguyu, sen beslersin kalemleri
sen yarattın, sendeyiz, suyumuz, toprağımız kanımız
senden ey yüce bekleyiş, sanki bu kalın eller kimin elleri
artık bize soluk ver, bizi besle, kendini hatırla
ey biraz yavaş, biraz kutsal, beklerken az sevinçli
seni bağışlamam çünkü ben büyük bir dirim taşırım
çünkü ben ey derim ve severim ey demeyi bilenleri
biz bir aşk nedir biliriz seninle, biz biliriz
ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin kürekleri
Toplandılar'da sıkkınlığın ve bıkkınlığın belirtileri daha bir aşikar olur. Sözcükler arasındaki denge yitime uğramaya başlamıştır. Kent ile gayri ihtiyari bir uzlaşma sağlanmıştır. Bir boşvermişlik edasıyla yazdığı şiirin her bir dizesi herhangi bir başka şairin şiirini zenginleştirecek imge ve hayalle doludur, şairin. (Sözcük'de olduğu gibi) Tematik olarak dağınık bir kitaptır aynı zamanda. Karakterler kendi aralarında yaşanmışlıkların nüansları üzerinden değil siyasal tutumları aracılığıyla sayfalara sızar bu sefer.
Şair ellisine varmadan yaşlandığının bilincine donanmıştır. Yaşlılık ustalık getirmiştir ne kadar kaçınsa da.
artık kaçınılmaz bir ustalığa vardım
acı çekmede ve rüzgarı tanımada
olumsuz şeyleri tartışmada
üstüme yoktur biliyorum
Yetmişlerin toplumsal olaylarını taşıyan kargaşalı günlerde mücadelenin dili, şairin kendini sıklıkla ifade ettiği temaları vurgulayan ve betimleyen araç olarak kendine yer buluyor mısralarda. aşkın öbür adı artık kentlerde kaybedilmiş bir savaşın tarihi olarak anlatılmaktadır. Hüzün ve yalnızlıktır aslolan. aslolan mutsuzluktur.
şimdi bir köşede bir bakkalda biliyorum
o, bir kadına bir savaşı anlatıyordur
hüznün bir cephe olarak kullanıldığı ve yoksulluğun bir silah olarak.
Yine de sınırlar bulanıklaşıyor.
ben şimdi diyorum ki
buna inanmak gerek
bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu
ve direnmek
hep direnmek devam etmek adına
diyorum ki acılığı eksilmesin ağzımızdan
boyuna tükürmek için
boyuna
Ama yazarın kalemine aşılamaya çalıştığı umut çok yabancı . Zaten anlatılanlar sokaktaki, cephedeki bir eylemcinin değil balkonundan olan biteni izleyen, gençlere öykünen bir gönüldaşın sözleri. Kalbi meydanda atıyor. Dili küfürün eşiğinde.
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
sevgilim senin ellerin bir keçi sever kadar taze
sevgilim kolera yavaşladı
üstelik birkaç kez de aya gidildi
gelindi bile
şimdi ey benim badem gözlüm
su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
ancak ölünce hatırlanan sarışınım
altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
-sana onu da öğretirim-
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
ve kanların bağışlamaz dirimini taşıyan
sana bir türkü söyleyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur
bir tarihte bir dağ yamacında
onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
ölenlerin bir kısmı, tüfeksiz, onların bir kısmı
tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi
sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bir süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi
bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda eski bir zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi
bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde
atı ve insanı doyuran çavdar
sevgilim hazırlığın tamdır
ve şiire artık saygın yok
üstelik ben de seninleyim bu konuda
pazardan karsız dönen köylüler gibi
kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye
yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler
Diğer yandan umut sahtedir dedim ya, zavallı Hasanı mutluluğu sebebiyle tatlı sert azarlayıp hainlikle suçladığında şair, buruk bir tebessüm beliriverir yüzümüzde. Eskiden başvurduğu ironi hala güçlü bir silah.
hasan, sonuncu hasan
sözgelimi mustafa'nın kardeşi olan hasan
ölülerin de gözleri vardır hasan
beyaz da çirkin olabilir
sakindir uzay ve karnı toktur
her şeyi hazırlamıştır
beklemekten başka yapacak işi yoktur
sen hasan
sen hasan
senin hiç başka işin yoktur
mutluluktan başka
mutlu ol hasan
Ölümün etrafında bir dans tutturuyor şair. Hep yakın hep yakınında dönüyor.
senin gibi ölürsem
ölünce seninle yaşıt olurum
Bu sarmal ezgiyi daha önceki gürül gürül akan lirik şiirlerini hatırlatan Kavşakta'da duyumsayabiliyoruz.
artık gelince biliyorum, önceleri korkardım
şöyle ufak bir şey, sudan kaçmış ayışığı
otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı
önceleri açılıp gider sanırdım her şeyi
her şeyi aııp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa
menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa
şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya
örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum
tamam.
oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim
sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de
niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile
romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane
turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri
eskiden büyük adamlar geçmiş topuz gibiymiş her biri
(o koku)
hangi budala söylüyor artık bu sözleri
el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım
ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne berikiyi
daha demin uyanmıştım, az önce, baktım
vakit akşam.
hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar
hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım
geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam
ben geldim gittim işe yaramayan şeyler topladım
kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan
dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman
bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım
ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım
kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle
derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey
anlatamam.
ilaç milaç bok püsür.
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.
1982 yılında çıkarttığı Kayayı Delen İncir'in ismine bir önceki kitabındaki dayanıksız duvarları düşünüyorum / 62 santimlik toplara dayanıp / bir yabani incire dayanamayan dizeleri bir anlamda haberci olmuştu. Bu kitapta şairin yine kendi içine kapandığını, daha doğrusu kendine (kendi derken şair ve eşi Tomris Uyar'ı hep bir düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi) odaklandığını görüyoruz . Bir tür tinsel teslimiyet havası hakim şiirlere. Yoksa Söylenir'deki mutlu hal nasıl açıklanır? Geçmişin sorunsalı bile bir kayıtsızlık örtüsü altındadır.
ölüm
olsa da olur olmasa da
ama güzel bir ölümse
şaşkın bir ölümse yaşamaktan
ya bir geyikse bu ölüm
ne olursa olsun
o bir parantezle çıkar aradan
yeri sonra saptanır
tarihte ya da coğrafyada
yani hayatla birlikte
tavrım bir şeyi bulup coşmaktır derken şair, eski eserlerindeki coşkunun aynısını yakalayamıyor bu eserinde. Hatta başka bir şiire geçmeden itiraf ediyor yaza yakışır kaygısız halet-i ruhiyeyi.
eylül toparlandı gitti işte
ekim filan da gider bu gidişle
tarihe gömülen koca koca atlar
tarihe gömülür o kadar
Ölüm ve yenilginin ilacı aşktır, yazaduran bir aşk. Ama bu şiiri alıntılamamın tek ve yegane sebebi bu değil. Memleketimin adını bir şairin dizelerinde her zaman rastlayamam doğrusu..
"öyle pek derin değil ölüm denilen ırmak
sezmeksizin geçivereceğiz öte yana"
bu kadar bile değil
sezmeksizin yaşanır bile arasıra
yalnız akşamın alacasında
bir sakız sardunyasının tozunda
bindenbire Gümüşane'de
ya da Üsküdar'ın ortasında
yenilgiyle bitince kavga
sevinç çılgın bir taraktır saçlarımda
oradan oraya savurur parmaklarımı
caddeleri karışlarım ürkütmez
yarasını okşarım birinin
sevgilimin saçlarını da
ve uzakta bir kış gecesinde
bir mutlunun düşlerine girdiğimi anlarım
bindenbire Kars'ta
ya da Ordu'nun Perşembe'sinde
ürperten bir dalga
ıslatır hepimizi
ıslatır ne kelime
ey dirim
memelerin hep dursun ağzımda
Büyük Saat koleksiyonu içine entegre edilmiş son kitap Dün Yok Mu? adını taşıyor. Bir önceki yapıttan sadece bir kaç sene sonra yayınlandığından olsa gerek benzer bir şiir anlayışına sahip bu kitap da.
sözgelimi ben
cennetteki payımdan ödüyorum
bu akşam saatinin mutluluğunu
gibi çarpıcı bir tespit, Sonsuz ve Öbürü gibi yalın bir tepkisellik dikkat çeken çalışmalar.
en değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
sağolunuz efendim
gökyüzünün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz
öğrendim
yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
zamanın boyutlarının sonsuzluğunu
ve havanın bazan kuşa döndüğünü öğrettiniz
öğrendim efendim
ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz
efendim
baskının zulmun kıyımın açlığın
bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın
aşk mutluluğunun ve eski hesapların
aritmetiğin bile
bunları bulmayı bana bıraktınız
size teşekkür ederim
Büyük Saat şairin kitaplarında yer almamış son şiirleri ile sonlanıyor. Son dönemdeki çizgisinden farklı ve hayli nostaljik bir şiirle biz de sözümüzü sonlandıralım. ADI diyelim.
.............
..........
...............
....
.......*
inanmazsınız
"Bunlar bir yaz içinde oldu
Ben o zaman otuzbir yaşındaydım"
*ben gittiğimde satranç oynuyorlardı
hayır babam başkan değildi o zaman
ama ben onun oğluydum
yanımızdaki bahçede biri
iri güller yetiştiriyordu
ve inanılmaz şeyler olmuyordu
satrancı hangisi kazandı bilmiyorum
yazgökleri geceyarısına kadar uzuyordu
sonra evlendik işte
Bana yollardan bahsedin artık,
Büyüsün yalnızlığım.
Bir kadın ve bir gecelik sarhoşluğun peşinde
ölüme benzer duraklardan.
Şimdi bir garip ürüzgâr geçer bilir misiniz?
Perdesiz, yataksız, ateşsiz
Saplı'nın hanındaki kavaklardan.
Halbuki ben yıldızlara bakanda
Ağlamalıydım.
Bulutlar bir yeşil, bir beyaz öylece
Kalbimde bir üzüntü kimsesiz, ürkek
Tatlı baş dönmelerine benzer bir gece
Sonra bir eski şarkı hatırlar gibi
Bir ses, yabancı ve güzel, uzaklardan.
Herkes kendi hürlüğünde ölmeli
ölmek, ölmekse.
Asırlarca evvel bu dünya
Başka insanlarındı.
Kardeşçe uzatıyorum yanaklarımı, işte
İnsanca ateşler almak için
Gelip geçtikçe öpen dudaklardan.
Şimdi bir rüzgâr geçer kavaklardan
Saplı'nın hanındaki.
Hancı ısınır, yolcu üşür yalnızlığında,
Bir uzun iç çekiş büyür dağlara doğru
Bu son gecesidir artık ağladığımın,
Bırakın yeniden üzüleyim
İçimdeki yıllanmış meraklardan.
Müsamere şiirlerini hatırlatan Yaşa Mustafa Kemal Paşa dizeleriyle sonlanan şiirleri de yer veren Türkiyem'in ardından şair devrim gibi bir kitap çıkartıyor: Dünyanın En Güzel Arabistanı. Daha ilk şiir adım atılan yol hakkında ipucu veriyor. Şair Geyikli Gece'de modern yaşamdan kaçışın yolunu çiziyor, kendi orta dünyasını keşfe çıkıyor. Nesnel bir gerçeklikten öte bir kaçış hali.
halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
herşey naylondandı o kadar
ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
ama geyikli geceyi bulmadan önce
hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.
geyikli geceyi hep bilmelisiniz
yeşil ve yabani uzak ormanlarda
güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
hepimizi vakitten kurtaracak
bir yandan toprağı sürdük
bir yandan kaybolduk
gladyatörlerden ve dişlilerden
ve büyük şehirlerden
gizleyerek yahut dövüşerek
geyikli geceyi kurtardık
evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
üç güvercin görsek meksika geliyordu aklımıza
caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
bilir bilmez geyikli gece yüzünden
'geyikli gecenin arkası ağaç
ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı'
ister istemez aşkları hatırlatır
eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
şimdi de var biliyorum
bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...
hiçbir şey umurumda değil diyorum
aşktan ve umuttan başka
bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.
biliyorum gemiler götüremez
neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
geyikli gecenin karanlığında..
aldatıldığımız önemli değildi yoksa
herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
gümüş semaverleri ve eski şeyleri
salt yadsımak için sevmiyorduk
kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
ne iyiydik ne kötüydük
durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...
ama ne varsa geyikli gecede idi
bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
büyük otellerin önünde garipsiyorduk
çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
yahut bir adam bıçaklasak
yahut sokaklara tükürsek
ama en iyisi çeker giderdik
gider geyikli gecede uyurduk
'geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
imdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
sultan hançerleri gibi ay ışığında
bir yanında üstüste üstüste kayalar
öbür yanında ben
ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
domino taşları ve soğuk ikindiler
çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
gölgemiz tortop ayak ucumuzda
sevinsek de sonunu biliyoruz
borçları kefilleri bonoları unutuyorum
ikramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
iyice kurulamıyorum saçlarını
bir bardak şarabı kendim için içiyorum
'halbuki geyikli gece ormanda
keskin mavi ve hışırtılı
geyikli geceye geçiyorum'
uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
Tel cambazında hikayenin öznesi ve şair birbirine karışır. Ama Akçaburgazlı Yekta'nın hayatı vasıtasıyla, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine konu olan hikayelerin derinliği eşelenir. O kadar aldatmaların, ölümlerin, cinayetlerin arkasındaki aşk mıdır tutku mu yalnızlık korkusu mu? Yekta aşıktır, misafirdir, yalnızdır ve pişman değildir.Yalnızlığı can acıtıcı olduğunda şunlar dökülür Yekta'nın ağzından:
karşımızda binler mumluk bir lamba yanıyor
n'apalım akşamdır. uydurulmuş yıldızların çöreklendiği
elini elime alıp davut'la mızıka dinlediğimiz
benim kenarından bir ucunu kaldırıp baktığım –
sonra ürküp birden indirdiğim
biz küçük adamlarız. davut'la ben. şiirler okuruz.
Âşık olmuşluğumuz vardır. sapıtmışlara
peygamber olduğumuz
yoklukların sonuna vardığımız kapkara masmavi gözlerle
bilmişliğimiz yoktur. bağışlayıp inandılar. hamd ederiz
gelip dikilen bu ucuz akşamla yeni bir hüzne başlıyoruz
ama davut yok. yalan söyledim. davut ölmüş.
kaldırıp gömmüşler mi? bilemiyorum.
yakıp savurmuşlar mı? bilemiyorum.
o kalabalıkların toptan günahkâr olduğu yahut
bağışlandığı
akımsı kalın kumaşların kanlanıp kumlara belendiği
o kıvırcık sakallar ve kargılar döneminde
o bakır döneminde
o hep birden sayılmanın erinci döneminde
parçalayıp dağıtmışlar mı? bilemiyorum.
davut yok. yalan söyledim. onun sürekli ölmesi var yanımda.
elimi elime alıp mızıka dinliyorum
yeni bir hüzne başlıyorum.
bu gidişe ben, tek başıma ayak uyduramadım
pencerede bir elleri öbür kulaklarında
kıvıl böcek kurtları yavruları
karanlık bir yelkenden hızla boşalan kıllı tükenmez rüzgâr
şehirler. yolları boyunca dükkânlar açık,
mostralar düzdük
bilimleri sürdük getirdik çılgın ateş yalnızlığımızdan
o bizi dövüp sövemeyen acemi, haydi yufka
yürekli tanrılar katına
kaldım. durmadan davut'u büyütüp öldürdüm.
başka üç kişi daha öldürdüm.
sonunda durdum sana başladım.
sana başladım. akşam mıydı?
gelip gelip gidiyordu havuzların balıklı boşluğu
heykellerin ayıpsız çıplaklığı
davutsuzduk. umutsuzduk. umutsuz kalmak iyiydi.
iyiydi, dinlendiriyordu. dönendiriyordu.
kara kara kuyulara kapandık. korktuk. çıkmadık.
bu benim gerçeğim. durmayıp şarkı söylemek.
durmayıp yalnız kalıyorum. ufacık, yeşilli adalarda.
yalnız kalmaya savaşıyorum. kadınlarla. erkeklerle.
çocuklarla.
tarihlerle, bilimlerle, kalabalıkla savaşıyorum.
büyük tapınaklar kuruyorum. kara taştan. kalın
arabalar koşuyorum
kendim girip tek başıma tapınıyorum. yaralarımı sarıyorum.
birden bir yerden o ışık. bir yerden o ses.
artık sana attığım temeller tutmuyor.
çünkü sen hiç yoksun. hiç olmadın.
Aynı içtenlik ikili karşıtlıkların içinde seçeneksizliğe mahkum bir kandırmaca ve kabulleniş sözleriyle Kan Uykusunda da dizelere dökülüyor.
bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin
bir de bu terli karanlık
sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum
nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum
yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor
akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum
oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar
daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su
sarı topraktan testileri güneşte pişiriyorlar
bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum
gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum
sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları
kısrakları birden yavrulamış
havaları birden güneşli
kadınlarla yattığım yetse ya
bir de kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor
hoşlanmıyorum
Kan aynı zamanda kentleri de betimleyen olumsuz bir niteleme olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Turgut Uyar'ın bu kitabında ortaya koyduğu sinematografik anlatım bugünün bakışıyla leziz bir nostaljik lezzet bırakıyor okuyucuda. Bu anlatım ne kadar tersyüz edilse de..
o benim bildiğim sevdiğim bellediğim güneş diye bellediğim güneş değildi odadaki
mor tozlu halılarda iplik döküntülerinde oymalı cigara masalarında, o değildi
perdenin arkalarındaki oydu bir çıksam karşılaşacaktım oydu vurulurdum çıksam
o benim bildiğim sevdiğim güneş diye bellediğim güneş değildi odanın içindeki
bu güneşi değiştiren evlerde terzilik yapılır giyimler prova edilir
acı gülümser kızlar ağır ayak gebeler kumaş iğneler teyel atar
hiç içilmeyen likörler saklanır büyük camlı dolaplarda
aldım kendimi oralara götürdüm ben bu evlerde döner kebap yiyemem
çocukları sevmek gelmez içimden gülsuyu koklayamam durur saçlarımı tararım belki
eski zaman adamlarını eski zaman kadınlarını eski zamanları düşünürüm
ağır kumaşlardan sultani elbiseler içinde kimbilir nasıl bu soğuk güneşler gibi soğuk sevişirlerdi
nasıl kalkıp kalkıp çiçek sularlardı geceler karanlıklarında
kimbilir serinlemek için
elbet serinlerlerdi
ben bu evlerde döner kebap yiyemem ölürüm
tıraş olurum en güzel giyimlerimi giyerim oturur beklerim,
yıkarım temizlerim adam ederim o soluk güneşleri ya da
iplikleri toplarım kızları öper öper uyandırırım,
sabahlara akşamüstlerine kıvırcık marullara hazırlarım onları beslerim
alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini kuzuları mutluluğu ölmemeyi
ölüme karşı durmayı en çok en çok onu yenmeyi
o karanlıklarda kalmış yaşamak yerlerini bulurum çıkartır gösteririm
elbet bellerlerdi
ben o evlerde döner kebap yiyemem yiyemem
ben prova yapamam iplik dökemem acılıl acılı gülemem gülersem
durur kuruntularımı beslerim mutsuzluğumu süsler büyütürüm
bir o güne beslerim o ak pak güneşe
o her şeyin birden serpilip ortaya döküldüğü gelişeceği gizlide kalmış uçların bir bir belireceği günlere,
sular gibi dururum.
Geyikli gece okuyucuyu nasıl nemli ıslak ve pastel karanlığında bir dehlize sokuyorsa Göğe Bakma Durağı da bir o kadar ferahlığa kavuşturuyor. Hayata bir dur çağrısı, bir değil çok, en azından iki kişi dur ve göğe bak!
ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla bu evleri de bunları da
göğe bakalım
falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
inecek var deriz otobüs durur ineriz
bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
beni bırak göğe bakalım
senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
seni aldım bu sunturlu yere getirdim
sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım
şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
bir ellerin, bir ellerim yeter belleyelim yetsin
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım
Derinliğinde çağıldayan karamsı akıntıyı gizleyen duru bir su kıvamındaki kitap, işte tam da bu sebeple bütününden koparılması can yaksa da ve buna rağmen alınası, ayrı bir yere konulası dizelere de ev sahipliği yapıyor.
benim yırtıcı kuşlara tutkum işte bundan ötürü
yadırgamadan gökyüzüne aşka acımaya alışkın
zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam (üçyüzbin)
ölü kadınların öpölü çocuklar doğurması (kankentleri)
kadınlar olmasa güç dayanırlar tuğlalara kağıtlara deniz-gök oyumuna (o zaman av bitti)
ağlamaktı en uzun neşesi kızların bir zaman
olsun olsun, güneş olsun güneş olsun, olsun
büyüsün o şeyler, büyüsün bu arılan şey
birisinin birşeylerin olduğunu bilmek var, dünyada
sakın kapanma,dur, ey şuramda beni boşaltan delik
ey büyüyen bir şey sakın durma, dünyada (dünyada)
Evet, şiirler kendi içinde harmonik bir bütünsellik gösteriyor. Ölümlü Yaşamaya Hergünkü Çağrı gibi nesir ile nazımın birbirine karıştığı bir cinayet ve fantastik sorgu hikayesinde, bütünlüğü bozmadan hangi dizeyi cımbızlayabilirim ki?
Dünyanın En Güzel Arabistanı okuduğum en iyi şiir kitapları arasında yerini böylece sağlamlaştırmış oluyor. Şairin en sevdiğim kitabı olduğunu da tahmin etmemek zor değil. Her ne kadar takip eden eseri Tütünler Islak Terziler Geldiler gibi dev bir kalp çarpıntısını içerse de.
Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,
"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."
Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.
Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."
Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."
Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,
"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."
kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."
Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
Kimileyin sesli kimileyin mırıldanarak beklenti doğuran bir heyecanla ama her zaman nefes nefese bir okuma sunuyor bu şiir. Toplumsalın en dolaylı hali. Ayrıca şair bu kitabıyla su metaforunu daha da fazla kullanmaya başlıyor. Korkutucu kent imgesi arkada bırakılıp doğaya yönelmenin izleri görülüyor. Yine de bir terkediş sözkonusu değil. Benzer bir rahatsız edici etkileyiciliği Övgü, Ölüye de bulmak mümkün. Bu manada yazarın epik uzunluktaki şiirlerinde duyguyu çok daha iyi ifade edebildiğini söylemek de ...
yorgun bir asker
kılığında ayakların vardı. herkes. o, bir ay çiçeğidir
ayı ve çiçeği alınmış, sakalları artık tükenmiş
uzamaktan. neden evleri yadırgamış ve barbar
gecelerine özlemli. aslında her yeri uygun sarılara ve
otobüslere.
ayakların vardı. numarası bir kalıba uygun ama
rahatsız. başta sabırsız ve kahraman. sonda
geceyi uzun uzun bölen ve sonuna gitmeyen.
öbür ayakları kışkırtmayan. sakalları artık
tükenmiş uzamaktan.
birdenbire o sabahlardı, peynirlerin kötü
kâğıtlara sarıldığı dükkânlardı. önlüklü
kadınların sevinçsiz şarkılarla çocuklar
doğurduğu, yaşamayı isteksizce uzatan. aysız.
ve çiçeksiz vazgeçmelere boynumuzu uzattığımız.
ölü,
ölüye neresinden yanaşmalı. donuk ve çekici, sonsuz
ölü. bütün kumsalların ve asfaltların ve
karantinaların, yeleklerin ve saat kösteklerinin,
gölgelerin ölüsü. bulaştığımız bir şey. her yönü
limon mu kokardı? vardı...
ölü vardı. şakayı sevmeyen insanların, dağlara
çıkmayı tasarlardı, balıkları ve tuğlaları
üstüste koymanın sevincine vardığı zamanlardı,
ama ölü vardı, ölü.
bitmeyen büyük bir akşamdı, kurtulmadığımız
ondan, ne bulursa, donukluğuyla, bilgeliğiyle,
ne bulursa hinliğiyle karalardı. o artardı.
onun hiçbir şeyi yoktu. bir, tanımı vardı.
yabancılar ve tırnaklar geldi. bütün suçlar övüldü.
pisliği göklere çıkardılar, katıldık. ve dondurmalar dondu...
sen belki de sonsuz bir çinisin, kerestelerin
olmadığı, tabelâsız dükkânların ve uzayıp giden
duran bir zamanın... tanrısal umutsuzluktan.
suyu büyük bakraçlara konunca gökten korkan, sen
ey, acemi duvar resmi, senin sakalların tükenmiş
uzamaktan. kent özlüyor seni, para kazanansın,
kırallar küçülüyor, para kazanansın, para
harcamalısın peynirlerin kötü dükkânlara
sarıldığı o kâğıtlarda. alış ölüye,
ölüye...
ölü en güzel. en alışılacak. ayakların vardı, korkak.
ellerin nasıl olsa yıkılmış gitmiş para saymaktan,
cıvatadan, balatadan, üremesiz kadın okşamaktan,
topraktan,
ağır gelişen, karşı koymayan miskin topraktan,
ölü yiyici topraktan. asıl ölüye nasıl yanaşmalı o
topraktan. trenler süslü, vagonların kopuk...
ayakların vardı. pisti yıkanmamaktan. kutsal kitap
irmaklarından. her yanın pisti ölüye bulaşmaktan.
birdenbire, o narlardı, dipdiri, umulan, sonsuz
erinçli ırmak boylarından bir adamın dışarı
çıkması ve girmesi, güneşin utanması sarhoş
kılıklardan. kıyıcılıkla yaratış arasında bir şey
olmamaktan.
küçük kuşlar gümüş parmaklıklar ardında
bütün atlar, bütün, bukağılandı,
kimseler korkmadı yanlış olmaktan
ölü unutuldu sokak ortasında...
ben hiç kırlangıç olmadım. hiç sesim çıkmadı
kırallar oturup içki içtiler,
uyruklar oturup içki içtiler.
alkol çünkü bir büyük uğraştı
şaşmayan bir sen misin uslu denize
ölüyü sokak ortasında bıraktık
çoğalttık süpürgeleri ve tozları
kandan ve kireçten resimler yaptık.
üşürdük elbet hep ıslaktık...
sonra kanlarmış,
sakallarıydı,
göklerin cinsel andacı...
.......
bıkkınlık yürürse ayaklarıyla, o kıyıcı duygusu
gökler sofrasından artık olmanın, üleşilmenin
beş on paya, tanrıya iğreti konukluk, talaşla toz
yürürse, uzayan ıssızlığı işe yaramamanın, yürürse
ayaklarıyla, duralım ve bağıralım,
her şey bir büyük gerçektir, cumhuriyet ve at
ve varsa denizlerde yitmek, ve varsa yetmemek o da
ve varsa ilgisizlik o da, ve varsa hiçbir şeyi
sevmemeyi sevmemek o da, ve varsa her şeyi sevmeyi
sevmek o da,
ama bir su sakin akıp giderdi
denizde bir gemi sakin giderdi
bir kadın sakin doğurup giderdi
bir din sakin eskiyip giderdi
bir başkaldırma sakin gelişip giderdi...
sessiz ve uğultulu şarkıları boşuna taş kırmaların.
alkol bir büyük uğraştır, ey mağribî, ey değerini
ve sonsuz düzenini bulmamış göçebe.
pencereler yaslısı
senin zamanını düşünüyorum, sonsuz bir sarı...
bir arabistan ve karşılıksız bir çek
bir para ile dengesi
korkunun sonsuz gelgiti kanında
külotlar, korseler ve adamlar...
ve çöl yürürse üstüne ey,
tramvaylardan ve tartışmalardan korkan, ey mağribî,
ayakların vardı senin, pis ayakların, kaçmaya
yarayan,
senin sürülerin vardı beytlehem kıtlığını otlayan
tuzlu ama fenerli, enlemli boylamlı denizlerin
içinde kaybolamıyan,
sen bir koyun gibi tuzların kokusunu sanırdın
işe yaramazdın... gazallerin sakin otlardı, tulum
ezgileriyle uyuklayan, senin ayakların vardı,
alışmış, hep yürümesi ölüye...
........
küçük odalarda, kuzuların otladığı
resimler karşısında
oyuncaklar çocuksuzluktan hüzünlenirken
bir çocuğu döver yatışırdın
savaş yerine, alkol yerine
güçlenirdin
sarışın gözlü, hazır, büyük kafalı...
.......
gemilerin uzun uzun taşıdığı bir ölü...
Tütünler Islak küçük bir eser. Bir önceki kitabı güzel yapan ahengin solduğu, alternatif imgeler arayışında daha da ileriye gidilen bir yapıt. Sevdiğim bir kaç dize yine de mevcut.
çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız (çok üşümek)
Her Pazartesi ise yayımlandığı tarihin politik ruhunu belli ölçütlerde de olsa içeriyor. Bağlı Kalmanın Yeri ile daha ilk sayfalarda buna tanık olmak mümkün.
Akıyor şarkısı büyük bedenin,
Kovuşturulan şarkısı. Bir meydana
Hep meydanlara. Meydanlara.
Nasıl bakıyorsa bir koltuk bir duvara,
Başkaldırmanın sınırlandırıldığı bir dünyada,
Akıyor…
Toplumsal mücadelerinin etkisi Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir isimli yapıtında en somut halini bulur. Satır aralarında boşlukların büyüdüğü, imgelerin zorlaştığı bir kitap Her Pazartesi. Bu manada anlamlandırmada rolü büyük okuyucunun. Belki de bu yüzden kekeme şairler arasında yer alıyor Turgut Uyar da. Önceki kitaplar arasındaki farkı en iyi Geyikli Gece ya da Terziler Geldi formuna yakın destansı ve uzun bir şiir olan ve iyi ki geldiniz burada bulundunuz / her şey öyle uzun, biz soğukuz ve / öyle solgunuz... ile başlayan Ölü Yıkayıcılar üzerinden karşılaştırabilmek mümkün. Uzun şiir geleneği haftanın her gününü başlık olarak taşıyan alt bölümlerden müteşekkil Yenilgi Günlüğü'nde de devam ettiriliyor. Şairin kendi içine döndüğüne şahit oluyoruz bu şiir vasıtasıyla.
yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
Malatyalı Abdo için Bir Konuşma ise Anadolucu gerçekçiliğin şairin yeni tarzı ile birleşmesine güzel bir örnek. Kişi isimleri şairin her daim şiirinde kullanmayı sevdiği öğelerden biri oluyor.
Her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
Her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır.
Divan şiirini yeniden diriltmekten ziyade esin kaynağı olarak kullandığı Divan ismindeki yapıtını daha çıkarmadan önce bu kitabına da bir kaç gazel dahil etmiş şair. Bunlardan birisinde her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça diyor. Nihayetinde Her Pazartesi farklı yönelimlerin bir araya getirildiği, konu çeşitliliğinin (toplumsal, kişisel ve kadın erkek ilişkileri ) geniş tutulduğu bir derleme olarak değerlendirilebilir.
kullanmam ucuz özgürlüğü sana sığınırım
azarladığım bir dünyayı suya bırakıp
günlük dövüşü en uygun yerinde keserek
ve kan biraz daha akar durur, akmalıdır
bir çaresizlik sanırım, öfkem büyür uğunurum
oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır
ve kuytulardan, unutulmaktan tek tek
ölülerimiz toplanacaktır.
senin yıldızların güneşlere dönüşür
en karışık en bozgun bir öğle uykusunda bile
ve sonsuz sevinç taşıyan bir çığlıktır
bir suyun bir başka suya karışması
kanları çökelirken bir soylu tabaka
bir bahar anlatıcısının
bir mutluluk dülgerinin
-gecelerde ve yalnızlıklarında hepsi üşür-
ölülerimiz toplanacaktır.
ne kadar hüzün geçmişse dünyadan
ne kadar acı geçmişsse yaşayacağız
hepsini yeniden, bir bir dünyada
dünyadan ve dünyayla sana sığınırım
acılardan ve hüzünlerden değil
kaçmalardan ve korkulardan değil
çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarıma
çünkü kanları, kanları, kanları hatırlarım
çünkü ölülerimiz toplanacaktır
ve yüceltilecektir bir mavide.
haberlere yorumlara ve büyük tirajlara
asalak otlara karşı, türeyip giden
bir sun'i ilkahla üreyip giden
bir soya, bir sanrıya karşı
kuşanıp kahramanca tek silahını, kanını
diri bir su gibi gidenleri hatırlarım
odalarda ve güzel bir dünyada
sararken bir başına eski güneş
yıldızımız uzak bir iklimde
bir tüfek olacaktır. bir tüfek
ölülerimiz toplanacaktır.
ve bizim bir haziranımız
bir yıl kadar yetecektir dünyaya
çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
hayasız pençelerini kokuyla gizleyen
bir olgu olmayacaktır sana
ölülerimiz toplanacaktır
doldurulan bir kıyı gibi.
anılacaktır bir general pantolonundan
nasıl sezgiler ve gerekçeler çıkardığımız
nasıl kırgın ve nasıl umutlu olduğumuz
bir şenliğin başlangıcından ve sonundan
sığınmamız da anılacaktır.
ölülerimiz toplanacaktır
kenar köşe kasaba hanlarından
deniz en güzel aşkken ayışığına
küçük ve karanlık odalarda öldürülenler
direnerek ve akarak ölenler
yüceltilecektir
anılacaktır ölümleri
bir şehir akşamında herkes kaçışırken
ormanlar bir çözülmeye bozulurken
karanlığa kanıyla karşı duran
kanıyla ışıtan, yalazlayan karanlığı
yalnız ve dayanıklı gecelerinde üşüyen
ölülerimiz toplanacaktır.
biraz daha kan, kan ve suyun akışı
ey suyun güvenli akışı
sana bir yamaç gerekmez mi
ki sonun özlemine hızlı varsın
ki sen varsın, akıtılmış kanlarla varsın
ve kan ve akışın o soylu tabakta
ormansız bir halka sunulacaktır
bir orman olarak
ona sığınılacaktır.
sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca
sana sığınıyorum kırılıp toplanınca
değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların
en en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
sana sığınılacaktır
ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
akıtılan ve akıp gelen kanlarda
bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
eller temizlenecektir
bir tören olacaktır
ölülerimiz toplanacaktır
Çok ses getiren Divan isimli yapıtında sadece bu eski geleneğin formlarını kullanmaz, gül ve diğer çiçekler gibi bilinen imgelerin kullanılması ile birlikte daha aydınlık bir fonun aldatıcılığına kapılır insan. Halbuki anlatılanlar gittikçe bireyselciliğe ivmelenen şiirinin doğrultusunda bir kırılmaya yol açmaz. Yine hüzün, yine üzünç, yine ölüm hikayeleridir anlatılan.
adın bir güzelliğe yakışır elbet yakışır
bir intiharda mı, bir şiirde mi bilmiyorum (karışık saatler'e)
şimdi bu kışa girişin hüznü müdür o mudur
benim her duygum biraz hüzün gibidir. Mesela (kışındır)
Yalnız sunulan estetik ve tezat bir şekilde sarayı değil halk kültürünü simgeleyen basit dizeler, hatta belki gösterilenin (gösteren/gösterilen) kayıp olduğu dizeler okuyucunun kafasını karıştırır.
haydi ben geldim oturup konuşalım ey gök
bütün altın tarlası bütün komşularımla
tarla tapan ırgat esnaf bütün komşularımla
in dolaş bir yerlerde buluşalım ey gök (rubai)
Şair hikaye anlatıcılığının bir örneğini vermekten kaçınamamış bu kitapta da. Baharat Yolu ismindeki şiiri temaya uygun olarak bir aktarın akdeniz'den hind'e egzotik yolculuğunu işliyor.
suyu alınmış yemişler, güneşte kurutulmuş nesneler
koyu yeşiller, asya kırmızıları, gecelerle tükenmeyen kösnüler
Kitaba farklı bir duyarlılık sinmiştir. Bir göç bir hareket gözlemlenir örneğin, divan geleneğinin tersine. Diğer yandan misal Anneler Kaçar Gibidir'den alınan aşağıdaki dizeler tam da bir kadının kendi acısını dillendirmesi değil midir?
saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim
çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur
Bu kitaptan bütünüyle alıntılayacağım şiir ise Münacat ismiyle kitabın başında yer alıyor. Şair kendi söz ve sıfatlarıyla Tanrı'ya yakarışlarını yöneltiyor.
birden hatırladık seninle buluşamadığımız günleri
gel ey büyük bakış yüce suskunluk gel artık beri
kentleri ve kasabaları ve köyleri çevirdik senin adına
kapıları tutmaktan artık herkesin nasır oldu elleri
olsun daha da tutarız sen varsan düşüncemizde ama gel
tutarız karaları ve denizleri ve yaşayan yürekleri
kendin karşı koydun yaptığın saraylara zindanlara tellere
yine kendin kullan artık kendi yaptığın tüfekleri
bozgun bir şubat sensin, ekmek ve kan senden, ekim sensin
nerende taşır büyütürsün nerende sonsuz gelecekleri
hatırla, kendini hatırlat, o büyük haklılığı denize giden
hatırla, karada ve denizde onardığın her yeri
hatırla, karada büyük taşları üstüste kodun, hatırla
yürüttün canalıcı denizlerde cesur gemileri
«...senin hüznün bir yazgıdır, bir eski zamandır
büyüksün artık büyük dirimine beni inandır
bir değişmezlik sanırsın çoktan beri her şeyi oysa
bir vakitler güneyde öyle kötü kullanılmış ki...»
gecikmiş bilgeliğin yaşamış bir eski ağacı hatırlatır
ki sen emzirirsin duyguyu, sen beslersin kalemleri
sen yarattın, sendeyiz, suyumuz, toprağımız kanımız
senden ey yüce bekleyiş, sanki bu kalın eller kimin elleri
artık bize soluk ver, bizi besle, kendini hatırla
ey biraz yavaş, biraz kutsal, beklerken az sevinçli
seni bağışlamam çünkü ben büyük bir dirim taşırım
çünkü ben ey derim ve severim ey demeyi bilenleri
biz bir aşk nedir biliriz seninle, biz biliriz
ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin kürekleri
Toplandılar'da sıkkınlığın ve bıkkınlığın belirtileri daha bir aşikar olur. Sözcükler arasındaki denge yitime uğramaya başlamıştır. Kent ile gayri ihtiyari bir uzlaşma sağlanmıştır. Bir boşvermişlik edasıyla yazdığı şiirin her bir dizesi herhangi bir başka şairin şiirini zenginleştirecek imge ve hayalle doludur, şairin. (Sözcük'de olduğu gibi) Tematik olarak dağınık bir kitaptır aynı zamanda. Karakterler kendi aralarında yaşanmışlıkların nüansları üzerinden değil siyasal tutumları aracılığıyla sayfalara sızar bu sefer.
Şair ellisine varmadan yaşlandığının bilincine donanmıştır. Yaşlılık ustalık getirmiştir ne kadar kaçınsa da.
artık kaçınılmaz bir ustalığa vardım
acı çekmede ve rüzgarı tanımada
olumsuz şeyleri tartışmada
üstüme yoktur biliyorum
Yetmişlerin toplumsal olaylarını taşıyan kargaşalı günlerde mücadelenin dili, şairin kendini sıklıkla ifade ettiği temaları vurgulayan ve betimleyen araç olarak kendine yer buluyor mısralarda. aşkın öbür adı artık kentlerde kaybedilmiş bir savaşın tarihi olarak anlatılmaktadır. Hüzün ve yalnızlıktır aslolan. aslolan mutsuzluktur.
şimdi bir köşede bir bakkalda biliyorum
o, bir kadına bir savaşı anlatıyordur
hüznün bir cephe olarak kullanıldığı ve yoksulluğun bir silah olarak.
Yine de sınırlar bulanıklaşıyor.
ben şimdi diyorum ki
buna inanmak gerek
bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu
ve direnmek
hep direnmek devam etmek adına
diyorum ki acılığı eksilmesin ağzımızdan
boyuna tükürmek için
boyuna
Ama yazarın kalemine aşılamaya çalıştığı umut çok yabancı . Zaten anlatılanlar sokaktaki, cephedeki bir eylemcinin değil balkonundan olan biteni izleyen, gençlere öykünen bir gönüldaşın sözleri. Kalbi meydanda atıyor. Dili küfürün eşiğinde.
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı
sevgilim senin ellerin bir keçi sever kadar taze
sevgilim kolera yavaşladı
üstelik birkaç kez de aya gidildi
gelindi bile
şimdi ey benim badem gözlüm
su çiçeği, kızamık boğmaca geçirmişim
ancak ölünce hatırlanan sarışınım
altın sarısının beyaza dönüştüğü şu günlerde
sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silah kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
-sana onu da öğretirim-
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken
saçını taramamaktan aktardığın sıkıntı
sarı bir boya halinde parmaklarına yayılırken
öyle bir sarı boya ki kanlardan damıtılmış
ve kanların bağışlamaz dirimini taşıyan
sana bir türkü söyleyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur
bir tarihte bir dağ yamacında
onikibinsekizyüzelliüç kişi öldü
yamaç yeşildi çünkü bir bahara başlıyordu
ölenlerin bir kısmı, tüfeksiz, onların bir kısmı
tüfek müfek bir yana donsuz gömleksizdi
sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bir süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi
bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda eski bir zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi
bilirim hoşuna gitmiştir bu ilkel türkü
ilkelliği bütün bir yaz ve kış yaşanan
çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde
atı ve insanı doyuran çavdar
sevgilim hazırlığın tamdır
ve şiire artık saygın yok
üstelik ben de seninleyim bu konuda
pazardan karsız dönen köylüler gibi
kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye
yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler
Diğer yandan umut sahtedir dedim ya, zavallı Hasanı mutluluğu sebebiyle tatlı sert azarlayıp hainlikle suçladığında şair, buruk bir tebessüm beliriverir yüzümüzde. Eskiden başvurduğu ironi hala güçlü bir silah.
hasan, sonuncu hasan
sözgelimi mustafa'nın kardeşi olan hasan
ölülerin de gözleri vardır hasan
beyaz da çirkin olabilir
sakindir uzay ve karnı toktur
her şeyi hazırlamıştır
beklemekten başka yapacak işi yoktur
sen hasan
sen hasan
senin hiç başka işin yoktur
mutluluktan başka
mutlu ol hasan
Ölümün etrafında bir dans tutturuyor şair. Hep yakın hep yakınında dönüyor.
senin gibi ölürsem
ölünce seninle yaşıt olurum
Bu sarmal ezgiyi daha önceki gürül gürül akan lirik şiirlerini hatırlatan Kavşakta'da duyumsayabiliyoruz.
artık gelince biliyorum, önceleri korkardım
şöyle ufak bir şey, sudan kaçmış ayışığı
otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı
önceleri açılıp gider sanırdım her şeyi
her şeyi aııp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa
menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa
şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya
örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum
tamam.
oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim
sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de
niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile
romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane
turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri
eskiden büyük adamlar geçmiş topuz gibiymiş her biri
(o koku)
hangi budala söylüyor artık bu sözleri
el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım
ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne berikiyi
daha demin uyanmıştım, az önce, baktım
vakit akşam.
hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar
hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım
geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam
ben geldim gittim işe yaramayan şeyler topladım
kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan
dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman
bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım
ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım
kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle
derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey
anlatamam.
ilaç milaç bok püsür.
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.
1982 yılında çıkarttığı Kayayı Delen İncir'in ismine bir önceki kitabındaki dayanıksız duvarları düşünüyorum / 62 santimlik toplara dayanıp / bir yabani incire dayanamayan dizeleri bir anlamda haberci olmuştu. Bu kitapta şairin yine kendi içine kapandığını, daha doğrusu kendine (kendi derken şair ve eşi Tomris Uyar'ı hep bir düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi) odaklandığını görüyoruz . Bir tür tinsel teslimiyet havası hakim şiirlere. Yoksa Söylenir'deki mutlu hal nasıl açıklanır? Geçmişin sorunsalı bile bir kayıtsızlık örtüsü altındadır.
ölüm
olsa da olur olmasa da
ama güzel bir ölümse
şaşkın bir ölümse yaşamaktan
ya bir geyikse bu ölüm
ne olursa olsun
o bir parantezle çıkar aradan
yeri sonra saptanır
tarihte ya da coğrafyada
yani hayatla birlikte
tavrım bir şeyi bulup coşmaktır derken şair, eski eserlerindeki coşkunun aynısını yakalayamıyor bu eserinde. Hatta başka bir şiire geçmeden itiraf ediyor yaza yakışır kaygısız halet-i ruhiyeyi.
eylül toparlandı gitti işte
ekim filan da gider bu gidişle
tarihe gömülen koca koca atlar
tarihe gömülür o kadar
Ölüm ve yenilginin ilacı aşktır, yazaduran bir aşk. Ama bu şiiri alıntılamamın tek ve yegane sebebi bu değil. Memleketimin adını bir şairin dizelerinde her zaman rastlayamam doğrusu..
"öyle pek derin değil ölüm denilen ırmak
sezmeksizin geçivereceğiz öte yana"
bu kadar bile değil
sezmeksizin yaşanır bile arasıra
yalnız akşamın alacasında
bir sakız sardunyasının tozunda
bindenbire Gümüşane'de
ya da Üsküdar'ın ortasında
yenilgiyle bitince kavga
sevinç çılgın bir taraktır saçlarımda
oradan oraya savurur parmaklarımı
caddeleri karışlarım ürkütmez
yarasını okşarım birinin
sevgilimin saçlarını da
ve uzakta bir kış gecesinde
bir mutlunun düşlerine girdiğimi anlarım
bindenbire Kars'ta
ya da Ordu'nun Perşembe'sinde
ürperten bir dalga
ıslatır hepimizi
ıslatır ne kelime
ey dirim
memelerin hep dursun ağzımda
Büyük Saat koleksiyonu içine entegre edilmiş son kitap Dün Yok Mu? adını taşıyor. Bir önceki yapıttan sadece bir kaç sene sonra yayınlandığından olsa gerek benzer bir şiir anlayışına sahip bu kitap da.
sözgelimi ben
cennetteki payımdan ödüyorum
bu akşam saatinin mutluluğunu
gibi çarpıcı bir tespit, Sonsuz ve Öbürü gibi yalın bir tepkisellik dikkat çeken çalışmalar.
en değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
sağolunuz efendim
gökyüzünün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz
öğrendim
yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
zamanın boyutlarının sonsuzluğunu
ve havanın bazan kuşa döndüğünü öğrettiniz
öğrendim efendim
ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz
efendim
baskının zulmun kıyımın açlığın
bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın
aşk mutluluğunun ve eski hesapların
aritmetiğin bile
bunları bulmayı bana bıraktınız
size teşekkür ederim
Büyük Saat şairin kitaplarında yer almamış son şiirleri ile sonlanıyor. Son dönemdeki çizgisinden farklı ve hayli nostaljik bir şiirle biz de sözümüzü sonlandıralım. ADI diyelim.
.............
..........
...............
....
.......*
inanmazsınız
"Bunlar bir yaz içinde oldu
Ben o zaman otuzbir yaşındaydım"
*ben gittiğimde satranç oynuyorlardı
hayır babam başkan değildi o zaman
ama ben onun oğluydum
yanımızdaki bahçede biri
iri güller yetiştiriyordu
ve inanılmaz şeyler olmuyordu
satrancı hangisi kazandı bilmiyorum
yazgökleri geceyarısına kadar uzuyordu
sonra evlendik işte
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)