31 Mayıs 2016 Salı

Twisted Sister - Stay Hungry (1984)

Albümün içi kapağından iyi neyse ki. Mazrufa bak demiş ya atalarımız. Grubun en çok satan ve We're Not Gonna Take It ve I Wanna Rock gibi artık marş olmuş hitlerini barındıran albümde olduğu gibi bu tarz 80'ler heavy metal/hard rock kayıtlarında da böyle dile pelesenk şarkılardan ziyade baladlar daha çok hoşuma gitmiştir. Burada da var: The Price. Yalnız Dee Snider'ın suratı gözümün önünden gitmiyor dinlerken.

7,50+/10

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Philip K. Dick - Palmer Eldritch'in 3 Stigması

Matrix'i sinemalarda izleyince kafamız nasıl da allak bulak olmuştu. Ne kadar da saf ve çocukmuşuz. Oysaki bilimkurgu dünyasının kült yazarlarından Philip amca yıllar yıllar önce gerçekliği sorguladığı bu romanıyla karanlık suları çoktan kendi çocuk havuzuna dönüştürmüş. Burada katalizör teknolojiden çok uyuşturucular da olsa gerçeklik, inanç gibi kavramlar da ek olarak mercek altınan alınan olgular. Bu tarz yaratıcılığa tanık oldukça işte bu yüzden bilimkurguyu göğsümü gere gere seviyorum diyebiliyorum. Diğer yandan bir kaç küçük eleştiri içimde tomurcuklanmıyor değil. Biraz kuru bir anlatım tarzı var. Ve sonlarda işler gerçekten çığrından çıkıyor, kulaklardan dumanlar tütmeye başlıyor, finiş çizgisini ise gerçek mi değil mi sorusu ile muğlak bir şekilde bitiriyoruz.
Konu şöyle, okumayı düşünenler için spoiler efenim:
Gelecek..., insanlar sımsıcak bir dünyada yaşamaya çalışıyor. BM, koloni gezegenlere zorla insanları götürüyor. Dünyadan uzak kalmanın melankolisi, yeni gezegenlere özgü zor yaşam koşullarından daha ağır basıyor. Leo Bolero isminde bir zat bu açlığı yatıştırmayı keşfeden bir holdingin yöneticisi. Bir koldan illegal bir uyuşturucuyu piyasaya sürerken diğer yandan da Perky Pat ismindeki maket tasarımı satıyor. CAN-D ismindeki uyuşturucuyu alan kolonici içinde Sindi ve Ken misali oyuncak bebekleri ve her türlü ıvır zıvır eşyayı içeren bu tasarıma odaklanarak o dünyanın sanal gerçekliğinde kısa bir süre de olsa dünya özlemini gideriyor. PP Layouts holdinginin ilave olarak sattığı misal vazo, tablo, her türlü eşya maketini de satın alarak tasarımlarını geliştirmeye bağımlı kalıyorlar. İşte adamımız Leo'nun yardımcısı Barney, eşini sırf işi yüzünden terketmiş geleceği ve geleceğin trendlerini tahmin etme yeteneğine sahip biri. Başka bir galaksiye gidip dönüşünde kaza geçiren esrarengiz biliminsanı Palmer Eldritch'in BM korumasında bir hastanede kaldığı bilgisi ulaşır. Yanında ise legal olarak desteklenen başka bir uyuşturucu getirmiştir. Leo markette rakip olarak karşısına çıkacak bu adama karşı savaşımının aslında tüm insanlığın kurtuluş mücadelesi olduğunun bir süre sonra farkına varacaktır. Palmer'ın zorla damarlarına zerkettiği uyuşturucu neticesinde sadece kendine has bir sanal gerçeklik boyutunda, Palmer'ın Tanrı gibi kontrolü altında geçmiş ve geleceğin ve gelecek olasılıklarının birbirine karıştığı bu evrenden çıkıp çıkamadığı kitabın kilit sorularından biri. Mars'a kolonici olarak giden Barney de Palmer'ın tuzağına düşer. Onun dünyası ise eski eşiyle yaşadığı günlere odaklanmıştır. Tekrar tekrar ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı bir cendere içindeyken Palmer'ın üç alameti farikası, robotik kolu, yapay gözü ve çelik dişleri gördüğü her karakterde ortaya çıkar. Nihayetinde anlaşılır ki Palmer, Leo tarafından öldürüleceği kehanetini çürütebilmek için Barney'nin vücudunu elegeçirmek ve ölecek olanın da Palmer'ın vücudunda Barney'nin kişiliği olmasını sağlamaya çalışmaktadır. Palmer Mars kolonisinde sıkıcı bir yaşam sürmekten gayet memnun olacaktır. Bu hipergerçeklikte gelecek bir zamanda tam Barney, Palmer'ın vücudu içindeyken ve Leo'nun uzay mekiğinin açtığı ateş sonucu ölmek üzereyken kısacası Palmer'ın planı tıkır tıkır işlerken; şimdiki zamanda Leo çıkagelir ve Barney'i uyuşturucunun etkisinden uyandırır. Barney daha öncesinde Mars'ta tanışıp yakınlaştığı neo-hristiyan bir kadınla Mars'ta mutlu mesut yaşamaya karar verir. Bu kadın ile yaşadığı deneyimi tartışır. Palmer diğer galakside ya bir Tanrı olmuştur, ya da Tanrı benzeri bir yaratık tarafından elegeçirilmiştir. Bu yaratık da yaşayabilmek için yeni getirdiği uyuşturucu ile istila başlatır. Zaten etrafındaki herkese  Palmer'ın bir parçası geçmiştir. İnsanlar birbirlerine bakarken anlık olarak belirip kaybolan ya robotik kollar, ya çelik dişler ya da yapay gözler görmektedir birbirlerinde. Ki aslında bu durum o uyuşturucunun etkisindeyken görülen bir etkidir. Ya Bolero en baştan beri sanal alemde hapis kalmıştır ya da sanallık gerçekliğe taşmıştır.

8,50

27 Mayıs 2016 Cuma

Tanya Tagaq - Animism (2014)

Bugün Eskimo diye bildiğimiz halkın Inuit olarak adlandırıldığını ve tarihte yitip gitmiş Eskimoların topraklarında yaşadığını biliyor muydunuz? Oranın müziklerinden esinlenmiş deneysel bir folk çalışması işte bu. İnsanın kurda kuşa dönüştüğü çığlıkların hırla gittiği doğanın korkutucu yüzünü gösteren bir çalışma aynı zamanda. Bir vakitler geçmiş geçmiş zaman içinde insanoğlu doğadan kendini ayırdı korktu savaştı, sonrasında bir tiksinti haline büründü insanın doğayla ilişkisi. Blok blok betonarme binalar, gökdelenler inşa ederek yabancılaşmanın üst noktasına vardık. Bu aralar ise atalarımızın avlularda, mesire yerlerinde ehlileştirdiği doğayı balkonlarda, parklarda, site bahçelerinde hatırlamaya çalışarak yad ediyoruz. Ama bu başka bir şey. Bu kayıt ise arkaik dönemlerin o korkutucu doğasına geri dönüyor. Tekinsiz, tedirgin edici ve tehlikeli. İnsanın doğasının saf doğaya karışarak benliğini yitirmesi tehdidi kapımızda beliriyor. Yalnız kabul etmek gerekir ki son şarkılarda Tanya hanım işi biraz abartıyor. Tadında bıraksa daha iyi olacakmış sanki.

7,25/10

26 Mayıs 2016 Perşembe

Django Django - Django Django (2012)

İptal olmazsa bombalar patlamazsa istikrar denen iktidar odaklı balon bir patlamazsa cango cango şişeler ismindeki bu indie pop grup ülkemize konser için teşrif edecek. İlk albümleri ile seslerini yansıttıkları müzikal yaygınlıkta olduğu gibi dünyanın dört bir yanına duyurmuşlardı. Gerçekten de çok sesli çok kültürlü alternatif olma namına dreamy uyuklayan uyuklatan bir sarmal benzeri tuzağa düşmeden gayet şık bir iş kotarmışlar. Melodiler güçlü kuvvetli değişken ve daha bir önemlisi bir o kadar da hareketli. İçinde eğlence muhteviyatı barındırır uyarısı taşımalı. Ama biliyorsunuz tür icabı benim puanlarım kısıtlı. Eğer o kafadaysanız alternatif hafif de sayke pop yani, siz dokuz okuyabilirsiniz.

7,50-/10

24 Mayıs 2016 Salı

David Bowie - Blackstar (2016)

David Bowie bu son albümüyle belki de  mikrofonun başına kendinin geçmesinden de fazla, arkasında sıkı bir müzisyen topluluğunu bir araya getirerek verdiği katkıyla takdir edilecek. Şık, sıpsıkı caz türünde yetkin bir grup eşlik ediyor efsane isme. İsmen bile bilmem bu müzisyenleri ama kaliteleri acayip belli oluyor. Dolayısıyla albüm de bir solukta dinleniyor. Tam ısındığınız anda sonlanması üzüntü yaratabilecek bir olasılık. Art-rock diye sınıflandırılsa da diğer türler sanat değil mi, saçma buluyorum böyle şeyleri. Ama klasik rock formundan da bir kaç adım uzakta olduğu şüphe götürmez bir gerçek. İma ettiğim gibi asıl damgasını vuran ise caz rock sentezi olsa gerek. Belki de sanatçının ölümü esnasında satışa çıkması ile dinleyicinin tepkisinin veda niyetine aşırı olumlu, abartı olduğuna dair eleştiler getirilebilir. Bence öyle değil, öyle olsa da çok cüzi bir nicelik olabilir. Tersine yılın en iyi kayıtlarından biri olacağı şimdiden belli.

9,0-/10

22 Mayıs 2016 Pazar

Proudpilot - Monsters Exist (2009)

Kafka'nın dediği gibi ben de hep geç kalırım, bir randevuya, işe ya da saate bağlı şeylere değil, geç kalıp yetişemediğim şey zamanın ruhudur. Bu albüm çıkalı yedi sene olmuş. Anladığım kadarıyla projenin devamı da gelmemiş, belki bir gün... Gotik rock tınlayan keyboard, distorşe baslar, ritmik bateri ve tabi ki kadın vokal en belirgin öğeler. Ama bu müziği nasıl tanımlanacağına dair en ufak bir fikrim yok. Umrumda da değil. Yıkıcılığı, söküp atması, hıncıyla olduğu gibi kabul ediyorum. Elalem deneysel rock diyor progresif rock diyor, krautrock diyor ama hiçbir tanımı yalın başına kullanamıyor. Uzatabiliriz noise, post-punk felan filan. Kesin olan bir şey var ki grup elemanlarının farklı etkileşimlerini modern bir dokunuşla uyumlu bir şekilde bir araya getirdikleri. Kolay bir şey değil. Ciao!, Seeing is Believing, Dellule, Trans, Reading gibi parçalar benim favorilerim. Kusur olarak da kimi şarkılarda gelmeyen kopuş anı ya da direkt baştan çok güçlü girilmesi, iki zıt durum yani. Zaten şarkıların kendi içinde giriş gelişme köprü cami çeşme gibi klasik örüntüyü takip ettiğini söyleyemeyiz. Yalnız soundda getirdikleri bu orjinalliğin beste düzeyine de yaygınlaşmasını beklemek bizim hakkımız. Hah, başta söylemeyi unuttum, grubumuz bizim topraklardan. Vaat edip kaybolanlardan...

8,0+/10

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Tigran Hamasyan - Mockroot (2015)

Geçen senenin ses getiren albümlerinden biri. Modern caz ile alakam olmamasına rağmen ben bile duydum, o kadar yani. Komşu Ermenistan'dan çıkagelen sanatçı piyano başta olmak üzere enstrümanları kulağımızın alıştığının tersine farklı çalma tekniklerine tabi tutuyor. Elbette koca piyanoya kaldırıp yere çalarak çıkan bangırtıyı kaydediyor değil, o kadar avangart değil yafu. Yine de dramatik ve hınç dolu zıt duygulara ritmik olarak da ani geçişlerle kulakları dumura uğratabiliyor. Bir de folk etkisi sentez terazinin diğer kefesini dolduracak kadar yoğun. Teknik açıdan da aşırı progresif bir metal grubunun işini dinliyormuşcasına beyin ağrısı yaratabiliyor. Şahsen can sıkıcı bulduğum vokalin bir enstrüman gibi kullanımı faktörünü de dikkate alırsak, dolayısıyla ve binaelaneyh (doğru mu yazdım hiç bilmiyorum) arkadaşın çabasını takdir etmekle beraber tekrar tekrar dinlenesi bir çalışma olmamış. İşin aslı biraz arkasını eşeledikçe biraz da medyum güçlerime başvurduğumda albümün Tigran'ın  becerilerini sergilemekte kullandığı bir kayda dönüştürdüğü izleniminekapılıyorum. Bazı gitaristler için derler ya hani wankery, öyle bir şey işte.

7,25/10

20 Mayıs 2016 Cuma

V.A. - One and All, Together, for Home (2014)

İçinde Primordial, Kampfar, Drudkh, Winterfylleth gibi grupların olduğu bir toplama albümün (çifte sidi atağı) ortalığı yakıp yıkacağını beklerseniz büyük hayaller beslemiş olursunuz. Bir: her derlemede olduğu gibi karakteristik farklılıktan çekti hiç bir eşyden çekmedi bu dünyada Süleyman Efendi. İki: tempo çok durgun, besteler fazlasıyla folk. İşte tam da bu nedenle Häive'nin sadece iki buççuk dakikalık şarkısı Ukon On Tulinen felanfilan'ın albümün bombası olması bir tesadüf değil. Demedi demeyin, eski mi yeniyetme mi bilmem, bu grubu takip edin. Üç: Buzbağ Öküzgözü: Elazığ.

7,50+/10

19 Mayıs 2016 Perşembe

RETRO: Pavlov's Dog - Pampered Menial (1975)

Eskiden, yıllar yıllar önce bir metal mp3 cd'sine bu grubun iki albümünü de yüklemişlerdi de öyle dinlemiş bulunmuştum. O zamanlar tabi dinlediğim metal kayıtlarına göre hafif kaldığından pek üzerinde durmamıştım. Grup 70'lerde kaydettiği bu iki albüm vasıtasıyla kısıtlı da olsa beğeni kazanmış ama düşük satış rakamlarından dolayı dağılmış gitmiş. Progresif rock dense de popüler rock kalıplarına keman, piyano ve senfonik elementler karıştırmasının sayesinde bu tanımlamaya layınk göründükerini dşünüyorum, son şarkı hariç. Ben daha çok dediğim gibi klasik rock-hard rock sınıfına yakın görüyorum. İlk dinleyişte elbette vokal performansı dikkat çekiyor. Tiz ve titrek bir ses aşk şarkıları çığrıyor, bazen kendini kaybetmişçesine cümleleri tekrarlıyor, ağıda dönüştürerek sonlandırdığı da olmuyor değil hani. Ya seversin ya sevmezsin kabilesinden yani. O düzenlemeleri yalınlaştırdığımız zaman şarkıların balada yakın olduğunu anlıyoruz. Sonuçta vokal kısmı tartışmalı, onu bir kenara ayırdık ama şarkılaa karakter kazandırdığı da bir gerçek, progresif tınıları da göz önünde bulundurursak dinleyicinin keyfine amade, diyelim.

7,50/10

15 Mayıs 2016 Pazar

Peyniraltı Edebiyatı #35 - Nisyan #13 - Hiç #5 - Samsa #3

Geçen ayki sayı dosya konusunun içeriğiyle göz doldurdu. Ece Ayhan. Dosyada imzaları yer alanlar, Haydar Ergülen, Konur Ertop, Özge Uysal, Gökhan Öztürk, Cengiz Özdemir, Ülkü Başsoy ile söyleşisine yer veren Oğuzhan Yeşiltuna, Lale Müldür. Lale Müldür şiirine de yer verilen sayıda diğer şairler Zafer Yalçınpınar, Can Bonomo, Ali İhsan Bayır, Akin Metin Sözüpek, Halime Mengüş, Arya Beyoğlu, Emre Varışlı,Bilal Acarözmen, Nafizcan Önder, İsmail Sertaç Yılmaz, Alp Yenibalcı oluyor. Bir Ölümden Ömür İhtimali isimli Batuhan Aşıktoprak öyküsü nispeten hoşuma giden bir düzyazı örneği.

acil servis/ emre varışlı

bekliyordun, bekleme salonundaki eski dergiler gibi
herkes sustuğunda bir içkiye hazırlanırdın sanki
neden şimdi sevdiğin şarkılar gelmiyor aklına, jesus is my girlfirend mesela
çünkü bol sloganın az hayatın emrivaki
çünkü yaşam cihazlarına bağlı olan bir vücut gibi
hayvanın heyecanlı, sen değilsin
hava soğuk, köpeklerin havlaması kesildi
beyaz badanalara yazılanlar çoktan okundu
yaz savaşları başlamak üzere bitmeden yas, piknik ve klima
pireli ceketlerin içinden çıkmak üzeresin
alini öldürmeden önce bana dokunsaydın
bakımlı serseri, konuşmak istesen boğazında kar ve çivi
bekle plastik çiçek gibi...

insan bir şeye uzak olur.

Nisyan dergisi 13. sayının kapağını yaşadığımız günlere nazaran siyah'a ayırıyor. Bunun izleri Habaz adındaki öyküye de yansıyor. Öykü ve denemeleriyle bu sayıda yer alan isimler Savaş Sarıaslan, Samet Çalışkan, Bahadır Uzun, Fikret Osman, İrşad Dursun, Duygu Özsüphandağ Yayman, Yetmiş Sekiz, Mina Maraşlıgil, Ozan Özkan, Peyami Safa Gülay. Ülkü Tamer'in Ağıt isimli şiiri arka kapakta yerini bulurken, Gökhan Doğan ve Süleyman Güney'in mısraları da sunuluyor. Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul'daki veba salgını konulu tarihi alıntısı oldukça çarpıcı. Elbette Refik Murad Münekkid'in eğlenceli yazısı unutulmuyor. Bir aşk mı doğuyor acaba?

Beşinci sayıda mercek altına alınan isimler Ahmet Haşim, Edip Cansever, Maurice Druon ve tabi ki George Orwell oluyor. Rus sinemasının öne çıkan örneklerinden Leviathan ve Düşkün Leylekler Evi başlığıyla kuş evlerini konu alan kurgusal olmayanlar yazılar okunabiliyor. Rumeysa Oğuz'un öyküsü oldukça keyifli, kara mizah sinema tadında. Yalnız bu sayıdaki öykülemeyi pek tutmadım. Dergi ve fanzin enflasyonunun yaşandığı bugünlerde bir müddet daha takipte kalacağım yayınlardan.

Samsa sayılarını internette pdf olarak okuyucuyla paylaşma kararı vermekle iyi etmiş, zira geçen ay son nüshasını ben almıştım karanlıklar efendisi mefistonun raflarından. Yeri gelmişken sanal aleme geçiş kapısının adresini de vereyim, tam olsun.
http://samsadergi.blogspot.com.tr/
Dergi/fanzin bu sayısını İranlı Kafka Sadık Hidayet'e adamış. Sadece yazar hakkında inceleme yazılarına yer verilmemiş aynı zamanda Fars dili ve edebiyatında uzman, Sadık Hidayet çevirileriyle de uğraşmış Mehmet Kanar ile de bir röportaj sayfalarda yer alma imkanı bulmuş. Modern Dünya Asfaltı isimli öyküyle Mehmet Burak Batukan dilencilik olgusuna başka bir açıdan kapı aralıyor. Ayşe Durmuş'un hikayesi de anı odaklı olması sebebiyle sıcak bir okuma sunuyor. Frank Sacco'nun Franz Kafka Bir Psikoanaliz başlıklı makalenin çevirisi ile Sen Şarkılarını Söyle ismiyle gösterilen Inside Llewyn Davis adındaki filmin psikanalitik göstergebilimsel çözümlemesi bu sayıyı oldukça çeşitlendirerek okumayı cazip kılıyor.

Sevgilerde/ Behçet Necatigil

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

13 Mayıs 2016 Cuma

Yndi Halda - Under Summer (2016)

Uzuuun bir aradan sonra Yndi Halda ikinci albüm ile aramıza dönüyor. İlk kulağa çarpan şey vokal olsa gerek. İkincisi kemanın efektif döviz cinsinden pek tatlı kullanımı. Üçüncüsü ise folk yeni tarz indie emo rock sızıntısı. Bu bağlantıları keşfettikçe grubun bu kaydını dinleyip aklı uçanları anlamak zorlaşıyor. Yine de vurguluyorum yine de bu durum, kendini tekrar etmenin denizlerinde boğulma riski taşıyan bir türe taze bir soluk kattıkları gerçeğini değiştirmiyor. Sonuç olarak dinlemesi keyifli, kendine has bir kayıt oluyor kendileri. Yenisi için bir on yıl daha bekleyecek miyiz bilmem, amma bu albüm bir kaç ay sizi meşgul edecektir, o kessin.

8,0/10

Frederick Copleston - Felsefe Tarihi Cilt 5 Çağdaş Felsefe: İngiliz Görgücülüğü

İngilizlerde çok görgülü bir millet canım. Ama burada başka bir şeyden bahsediliyormuş: ampirizm. Hobbes, Locke ve Berkeley gibi düşünürler ana başlıkları oluştursa da başka diğer dönem felsefecilerin de görüşlerine mukayeseli olarak yer verilmekte. Filozofların dışsal cisimlerin bizde yarattıkları duyu-izlenimleri ile böyle izlenimlerin anıları ile başlamasıyla Hobbes da görgücü akıma dahil edilebilir.Düşünür, etkileri bilinen nedenlerden ve nedenleri bilinen etkileri saptayarak uslamlamaya başvurur. Bilim de imgeleri üreten görüngülerden faydalanmaktadır. İmgeler sözcüklere çevrilmekte ve bunların konuşmadaki bağıntıları bilimi olanaklı kılmaktadır. Hobbes'un felsefesi cisimlerden başka hiçbir şeyi dikkate alıyor olması manasında özdekçidir.(materyalist) Dolayısıyla Tanrıyı felsefe konusu olmaktan çıkartır. Yine de Tanrının kavranamazlığı kararına varır. Hobbes maddeleri doğal olmasına ve insanların istenç ve anlaşmalarından yapılmasına göre ikiye ayırır. Felsefesinde sıkça kullandığı ikincisini commonwealth olarak isimlendirir. Düşüncemize hiç bir bağımlılığı olmaksızın uzayın bir parçası ile eşdüşümlü yada eşuzamlı olan şeyleri cisim olarak tanımlar. Duyu da dış tepki ve çaba tarafından duyu örgeninde yapılan, nesneden içe doğru bir çaba tarafından yaratılan ve az çok belli bir süre boyunca kalan imgedir. Böylece renk, koku, ses,tat .. görüngü dünyasının parçalarını teşkil eder.
Hobbes'a göre saltık bir değeri olmayan iyi ve kötü  göreli kavramlardır. İyi ve kötüyü ayırt etmenin kuralı bireye bağlıdır. Bununla birlikte commonwealthde onu temsil eden şey kişidir, diğer deyişle  neyin iyi yada kötü olduğunu belirleyen egemendir. Tutkuları tarafından güdülen bireyler topluluğu, kendi devim biçimlerine bağlı olarak kendi ölçütlerini geliştirir. Doğal olarak bedensel ve ansal (zihni) yeteneklerde insanlar eşittir. Fiziksel olarak eşit görünmeyenler bir komplo ile, hile ile kısaca beyinlerini kullanarak avantajlı duruma geçebilir. Ve bu doğal eşitlik insanların ereklerine ulaşma konusunda da eşit bir umut yaratır. Her bireyin kendi güvenliğini ve kendi gönencini arıyor olması olgusu yarışmacılığa ve başkalarına güvensizliğe götürür. Bu doğal savaş durumu toplumun örgütlenmesi ve commonwealthin kurulmasına dek devam eder. Bu noktadan sonra barış ve uygarlık başlar. Doğal savaş durumu evrensel olarak varolmuş bir dönemi değil, hipopetik bir kavramı temsil eder. Burada zorunlu olan şey cezalandırma gücüne sahip bir hükümetin varlığıdır. Bireyler çokluğu, güç ve kuvvetlerinin tümünü tek bir insana, ya da tek bir insanlar meclisine bırakmalı ve bu da tümünün istencini, seslerin çokluğu yoluyla tek bir istence indirgeyebilmelidir. Bu kişi egemen geri kalan herkes onun uyruğudur. Yetkesini Tanrı'dan alan kral görüşünden radikal bir kopuştur. Egemen uyruklarının yansıması olduğu için bir egemeni cezalandırmak, öldürmek vs.., kendi eylemleri nedeniyle bir başkasını cezalandırma ile eştir. Hobbes açısından özgürlük de bireylerin değil commonwealthin özgürlüğü olarak değerlendirilir. Eski Atina'da bireyler temsilcilerine karşı direnme hakkına sahip değillerdi, temsilcileri başka halklara direnme veya onları istila etme özgürlüğüne sahiptiler. Yine de bireyin varlığını tehlikeye atan konularda egemenin kuruluş amacını boşa çıkarmamak kaydıyla bireyin boyun eğmeyi reddetme hakkı doğabilir."Uyrukların egemene karşı yükümlülüklerinin ancak onun uyruklarını koruyabilme gücü sürdüğü sürece sürecek olduğunu kabul ediyoruz"
Hobbes'tan sonra Hristiyan ahlaksal yaşam için bir temel olarak tinselci bir evren yorumunu savunan belli başlı Cambridge Platonisti felsefeci irdelenmektedir. Locke ise doğuştan gelen düşünceleri reddetmesiyle bilinmektedir. Çocukları ve aptalları örnek vermekle beraber doğal eğilimlerin doğuştan gelen düşüncelerle karıştırılmaması gerektiğini vurgular. Tüm düşüncelerimiz duyumdan ya da derin düşünmeden türer ve bu ikisi görgülenimi oluşturur. Locke'un Tanrının varoluşuna kanıtı ise şöyle bir uslamlama izler: Kendi özvaroluşumun sezgisel bilgisi bana en azından tek bir şeyin varolduğunu göstermektedir. Sonsuzluktan bu yana varolmadığımı ve bir başlangıcım olduğunu bilirim. Ama bir başlangıcı olan bir şey başka bir şey tarafından üretilmiş olmalıdır, kendini üretmiş olamaz. Öyleyse sonsuzluktan bu yana varolmuş olan bir şey olmalıdır. Dolayısıyla insan kendi varlığını sezgiyle Tanrı'nınkini belgitlemeyle bilir. Bu manada ahlaksal düşüncelerimiz de yalın düşüncelerde sonlanmaları gerektiği anlamında görgülenimden türemiş olmalıdır. En azından onları oluşturan öğeler duyum ya da derin düşünmeden türemiş olmalılar. Locke iyi ve kötüyü haz ve acıya gönderme üzerinden tanımlar. İyi anda (zihinde) ya da bedende hazza neden olmaya ya da onu arttırmaya yatkın olandır. Ahlaksal iyi,bununla birlikte , gönüllü eylemlerimizin bir yasaya uygunluklarıdır ki böylelikle iyi bize yasa-vericinin istencine göre gelir ve ahlaksal kötülük de uygunsuzluklarından oluşmaktadır ki böylelikle kötü yasa yapıcının istenç ve gücünden üstümüze gelir. Locke doğa durumu ile savaş durumu arasında ayrım yapar. Yeryüzünde aralarında yargıda bulunma yetkisiyle donatılı ortak bir üstleri olmaksızın birarada us ile uyum içinde yaşayan insanlar sözcüğün gerçek anlamıyla doğa durumundadırlar. Zor, haksız olarak uygulandığında bir savaş durumu yaratır. Hobbes için doğal yasa güç, zor ve aldatma yasası demekken Locke içinse Tanrı ve hakları üzerine, insanın Tanrı ile ilişkisi üzerine ve tüm insanların ussal yaratıklar olarak temel eşitlikleri üzerine düşünen insan usu tarafından bildirilen evrensel olarak bağlayıcı bir ahlaksal yasa demekti. Doğa durumu insanlar üzerinde hiçbir ortak yetkenin bulunmadığı ortak bir koşulu anlatıyor olmasına karşın, Tanrı insanı zorunlu, uygunluk ve eğilim gibi topluma itecek güçlü yükümlülükler altına koyuyordu. "İnsanlar, yaşamlarının, özgürlüklerinin ve yurtluklarının ki bunları genel mülkiyet adıyla adlandırıyorum, karşılıklı olarak korunması için toplumlarda birleşmektedirler." Locke çoğunluğun topluluğu temsil etme hakkının aşağı yukarı kendiliğinden açık olduğunu düşünmekle beraber çoğunluğun azınlık üzerine tiranlık uygulayabileceğini idrak edemiyordu.
Güvenilir bir yolda deney üzerine dayandırılan küçük bir bilgi birikimini bile doğrulanamayacak geniş felsefi dizgeler kurma işine göre yeğ tutan Robert Boyle, fiziksel bilimin metafizikten arındırılmasını savunan ünlü fizikçi Newton, sonraki bölümde konu edilen düşünürler oluyor. Newton'un Tanrıyı makineyi çalışır tutmak için etkin olarak işe karışan bir figür olarak tanımlamasıyla dinsel sorunlar ayrı bir başlık altında incelemeye tabi tutulur. Samuel Clarke ve Psikopos Butler bu başlık altında Shaftesbury, Mandeville, Hutcheson, Butler, Tucker, Hartley, Paley törebilim başlığı altında listelenir. Mandeville Hobbes'a yakın bir isimken iyiliksever dürtülerin de insanlara doğal olduklarını savunan Shaftesbury ile Hutcheson zıt kutuplarda yer alır. Mandeville bencilliğin ortak yarara hizmet ettiğini savunusuyla Hobbes'tan da bir noktada ayrılıyordu.
Ayrı bir başlık altında incelenen Berkeley, özdeğin-maddenin varoluşunu yadsıyan biriydi. Asıl öne surduğu şey, duyulur bir şey yada cisme ilişkin olarak onun varolduğunu söylemenin onun algılanmakta yada algılanabilir olduğunu söylemek olduğudur. Algılanmak bir algılayan üzerine bağımlılığı imler. Varolmak ya algılamak yada algılanmak demektir. Duyulur şeyler yada cisimler tam olarak onları algıladığımız yada algılayabildiğimiz gibidirler ve bu fenomenler düşünce olarak adlandırılmaktadır. Berkeley Locke'u takdir etmekle beraber özdeksel töz görüşünü çürütme uğraşı içine girmiştir. Tanrının varlığını ise şu şekilde kanıtlamaya çalışır: Doğal şeylerin bana bağımlılıkları tek boynuzlu bir at imgesinin bana bağımlılığı ile aynı değildir. Öyleyse içinde varoldukları bir başka an olmalıdır. Yine insanlar genellikle tüm şeylerin Tanrı tarafından bilindiğine yada algılandığına inanırlar, çünkü bir tanrının varlığına inanırlar, oysa öte yandan ben bir Tanrının varlığını dolaysızca ve zorunlu olarak çıkarsıyorum, çünkü tüm duyulur şeyler Onun tarafından algılanıyor olmalıdırlar.

7

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Fela Ransome Kuti & The Africa'70 - Afrodisiac (1973)

Fela Kuti'nin şu an itibariyle en sevdiğim kaydı olmasının sebebini irdelediğimizde, oldukça sıkı ve ritmik bestelere ev sahipliği yapmış olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Öyle yani, duraksız bir nefeste dinliyorsunuz. Albümün süresi de bu anlamda gayet ideal.
Böylece FelaKuti macerasına bir son veriyorum, yeterince dinledim gayri.

8,0/10

10 Mayıs 2016 Salı

Stromae - Racine carrée (2013)

İlk albüme göre çubuğun dans pop kategorisine bir miktar daha büküldüğü bu çalışma sözler açısından aynı duyarlılığı devam ettirmekte. Albümün hiti Papaoutai olmakla beraber farklı etkilenimleri de göz önünde bulundurduğumuzda ana soundu kaybetmeden bir çeşitlilik yarattığı söylenebilir. Bu haliyle yine kıyaslama yaparsak ilk albümünden bir adım daha tutarlı ve kaliteli bir işle karşı karşıyayız. Bunu güçlü kuvvetli şarkıların çokluğunda da duyabiliyoruz. Carmen yorumu bile ayrı bir hoşluk taşıyor. Bununla beraber sözsüz Merci ya da ne bileyim apaçi stayl Humain ala bilmemne hoşluk katan bir çeşni olmanın ötesinde dinleme keyfi sunuyor. Ayrıca albümün sonunda yer alan envai çeşit Papaoutai remixlerinden Adrien Toma ve Funk D mixli olanının da benim ayrı bir hoşuma gitmesiyle sanırım gerçek yüzümü ortaya çıkarıyorum. Diskolarda parmak şıklatan bir tip, ben!

7,50/10


8 Mayıs 2016 Pazar

David Bowie - The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders From Mars (1972)

Üzerine o kadar çok çizildi yazıldı konuşuldu ki şuraya yazacağım en ufak şey bile gereksiz bir yer kaplayacak. Özetin özeti o halde. David Bowie'nin beşinci albümü. Diskografisinde ayrı bir yerde duran ilk albümünden sonra bunu dinleyince ses rengine uygun soundu bulduğunun hemen farkına varıyorsunuz. İçinde bir çok şukela parça içeriyor. Ve bittabi hitleri oluyor bunlar diğer yandan. Bonus şarkılar da hiç geride durmuyor kalite açısından. Şimdi aykırı bir şeyler söyleme zamanı: Özellikle hafiften country'yi de hatırlatan klasik rock etkisi yüzünden zamanın rüzgarına karşı yenilmiş diyemem ama bir eğrilik hali mevcut.

8,0+/10

6 Mayıs 2016 Cuma

Duke Dumont - The Giver (Reprise) vs Raving George ft. Oscar and the Wolf - You're Mine (2015) Single

Geçen sene buralarda klipleri de bolca dönen iki şarkı benim düşünceme göre ait oldukları dans pop kategorisine göre dinleyicisine gayet keyifli anlar sundu. Bunu güzel videolarını bir kenara bırakarak da söyleyebiliyorum. Ses olarak da kendi başlarına kulaklarda yer edinebildiler. Biri ne kadar aydınlık ise diğeri de o kadar karanlık bir yer kapladı içimizde. Belki de bir adım daha hoşuma giden The Giver'ı seslendiren Duke Dumont, Ocean Drive gibi başka şarkılarla da yerini sağlamlaştıran bir isim. Bahşettiği iyiliklerin birer talihsizliğe dönüştüğü video klibi ile birlikte yüzümüze bu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, bir gülümseme kondurdu. You're Mine'ın arkasında isimlerden Raving George ise ismi pek de duyulmamış Belçikalı bir DJ imiş ve sahne isminin tersine kendileri bir kadın. Şarkının asıl sahipleri ise içinde bir Türk'ün de yer aldığı Oscar and the Wolf grubu ki ülkemizde ufak çaplı bir şöhrete kavuşmuşlar. Yuğtup yorumlarında gördüğümüz gibi. Tesadüf değil, vokalin boşvermiş tınısıyla ve şarkı düzenlemeleri ile kendilerine özgü bir tarz bulmuşlar. Radarı demek ki buraya döndürmek lazım. Disütopik şıklıktaki kapalı anlamlar taşıyan klibi ile birlikte dinlendiğinde etkisi bir kat daha artırıyor. Karanlık tema üzerinde hüzün, dans, erotizm gibi farklı kanallara akışı beş dakikaya sığdırmayı başarmışlar.

8,0+/10 vs 8,0/10

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Metin Eloğlu - Ay Parçası

AY PARÇASI
Gitgide daha öleğen
Gün günden güzel

HUY
Uzansam mı Kısıklı’ya
Havasında suyunda sakladığımı
Bulsam fena olur muyum
Yine alışır mıyım acaba
Şiire tütüne ve insana
Devirsem damacanaları
Şangır-şungur oracıkta ölsem mi


AMAN
Ama bu kekiğin rengi kokusu yırtık
Olsun varsın
Sapı silik yağı yok
N’olursa olsun
Kekik olsun da

EZGİ
İşte şu sanlı kadın
Kucağında çocukla
Saçlan düz taralı
Bakışı kalın
Sesi uzaktan uzağa
Sevdiği ölü

KIZ
Sabahla yunmuş
Yağmurda kurunuyor
Gömleciği sıyrılı
Düş dölü

KULUNÇ
Ben ve şarap kovası
Tüydük arka pencereden
Temmuz boşa kaynıyordu
Daha doğrusu
Kuşun tırtıla benzeyişi biyana
İnsan da insanı pek andırmıyordu
Korktum bu yazdan


LOŞ
Kulaklarımızı ağzına dayasak da
Dilini dudaklarını çekelesek de
Hiçbirşey demiyordu
Ham üvezler diziyordu ardarda
Gözlerinde çamur kırıntıları
Çekirgeler bir sıska an
Püskül püskül sarılar
Öldürseniz söylemiyordu
Yürüyüp yola çıktı sonra
Hepimizi bir karanlıktır bastırdı


İÇİÇE
I
O kolaçan kız
Serçeparmağmı emerekten
Bi şeylere mim koyuyor yine
İçin için puslalar yazılıp güvercinler salmıyor
Kentin göbeğinde sıradağlar
Haziran sığmıyor haliçlere
Birileri geçiyor kahkahadan kırılarak
Ben böyle mi olacaktım diyor
Gülü çatlamış bardak
II
Yine o kız o içerlek kız
Üstüne bir hırka alıp
Ponponlu terlikleriyle
Balkona kurulacak
Şu cascavlak gecede
Cıbıllığında temmuzun


ÖTE
Yola koyulurken böyle her mayıs
Çalgılar bürümcekler alıyorum yanıma
Dinmiş yağmurlar güneş yongaları
Bolca papatya ısısı ceplerimde
Torbadaki andaç azık tadılası şey
Etlere ekmeklere bakmıyorum bile
Dereden kırlangıç gölgeleri alıyorum
Küçücük kızıyla ötelerden bir kadın

7

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Edward Tryjarski - Türkler ve Ölüm

Off, içim karardı. Eski Türklerde, Türk kavimlerinde ölüm kültürü, bugünlere dahi gölgesi uzanan inanışlar ve gelenekler üzerine hayli kapsamlı bir kitap. Çok ilginç bulguları gözler önüne seriyor. Belki de unutturulmak istenen... Misal asillerin bedeni genelde yakılıyor ve külleri defnediliyor. Sıradan halkın naaşlarının ise öylecene bozkıra bırakıldığı da oluyor. Zamana, başka kültürlerle etkileşime, dini inanışlara bağlı olarak değişen ama şamanist dönemlerden kalma izleri de taşıyan pek çok defin şekli. İlginç çok ilginç. Kasvete kapılmadan okumanın da bir o kadar zor olduğu bir araştırma.

8

Rotting Christ - Rituals (2016)

Lafı uzatmanın çok bir pek gereği yok. Etnik etkilenimi sadece Yunan kökleri ile kısıtlamayıp İbrani, Hint gibi kültürlere de yayan üstelik ünlü şair Baudelaire'in bir yapıtına ses kazandıran bu çalışma, yavaş yavaş eleştiregeldiğimiz marş ve ritüel benzeri ritimlere dayanan armonilerin gereğinden fazla abartıldığına (abartmak zaten aşırıyı içerir ya neyse, vurgu katıyoruz şurada) dair alelade bir örnek olmuyor, bizzatihi bu örneklerin de en abartısı oluyor. Eski dinleyicilerin görüşlerine katılıyorum, bu gruba rif ve melodi lazım, riff lazım rifff yani riffff. Hayır, bu da güzel bir yere kadar ama canım komşularım tıkandınız yafu. Giderleri açmak lazım. Çözüm rifffffte, tertemiz yapar pampak. Elthe Kyrie namındaki şarkıyı daha bir sevdim, bir de Lo'tar Ogar namında bonus parça var ki orkça, ismini anmasam olmaz.

7,75-/10

1 Mayıs 2016 Pazar

Myrath - Desert Call (2010)

Bu sene son albümlerini çıkaran Tunus'lu metal grubu, çölün çağrısını seslendikleri bu albümleri ile seslerini duyurmayı başarmışlar ve bu başarılarını 2011 yılında üçüncü kayıtları ile bir üst seviyeye taşımasını bilmişlerdi. Th'nin Arapça peltek s'ye denk geldiğini bilirseniz grubun isminin miras olduğunu kolaycanaktan farkedebilirsiniz. Dolayısıyla Arap müziğini metal ile buluşturan bir çizgi izlemeleri anlam kazanıyor. Bu sentezin yükseldiği platform ise progresif metal oluyor. Sac ayaklarını senfonik ve power metal gibi alt-türler meydana getirmekte. Grubu tanımlarken Symphony X ismi çok geçiyor. Sadece son dönemlerini dinlediğim için bir benzerlik görememem, bu saptamayı doğal olarak yalanlamıyor, sadece bilmiyorum. Benim kulağıma çalınan gruplar ise Kamelot ve Orphaned Land oldu, o da bazı anlarda. Bir yerde vokali Manga'nın Ferman'ına benzetmek gibi ilginç anlar yaşamadım da değil. Genel olarak iyi sentezlenmiş, iyi kotarılmış dinlemesi pek keyifli bir çalışma. Kulağımıza da gönlümüze de hitap ediyor.

8,50-/10