28 Aralık 2014 Pazar

Göran Therborn - Marksizmden Post-Marksizme

Modern siyasetin sosyal alanının en az üç hayati öneme sahip parametre tarafından oluşturulduğunu yazıyor Therborn: devletler, piyasalar ve sosyal örüntüleniş biçimleri. Bu son ifade devletler ve piyasa tarafından etkilenen ama kendine özgü ek bir kuvvetle, geçim ve ikame formları ile din ve aile kurumlarından türeyen süreci ifade ediyor. Bu süreç yalnızca sınıf yapısını değil ayrıca sınıfsallık değişkeninin oluşumunu da içeriyor. Bununla ilintili olarak Avrupa dışında hiç bir coğrafyada endüstriyel emeğin istihdamı tarım sonrası istihdamı geçmediğinin altı çiziliyor. Hizmet sektöründe çalışanların, enformel emekçi ve satıcılardan oluşan kent proletaryasının ve gecekondu sakinlerinin etkinliğinin tarihselliğin ana taşıyıcısı konusundaki fikirleri altüst ettiği söylenebilir. Yazar, solun başarı ve yenilgilerini listeleyerek, kabul edelim ki neo-liberal politikaların maddi getirisi olmuştur gibi , etnik/ulusal hareketlenmelerin etnik kültürel kapanmaya sebep olduğu gibi aykırı tespitlerde bulunuyor. Marksizmin bilim  olarak etiği de kapsadığını öne süren ve bunun doğal sonucu olarak kötü araçlarla iyiye ulaşmanın, baskı yoluyla özgürlüğe ulaşmanın mümkünatına inanan batı marksizmi ve onun sosyolojik soykütüğü detaylı bir şekilde ortaya konuyor. Yazar akademik sosyolog kimliğinin üzerinde durarak bu kitabı zamansal ve mekansal olarak Marksizme sosyolojik katkılar bibliyografisine çeviriyor. Bu manada zengin kaynaklar sunuyor sayfalarında. Bununla kalmıyor, aşağıda dolaylı bir yolla ortaya konulacağı gibi sosyolojik bir Marksizmin inşasına taş koyanlardan yana olduğunu belirtiyor.
Beşeri kurtuluş açısından bakıldığında, Aydınlanma modernizmi hala saygın bir gelenek olarak yerini koruyor. Bu tarz modernizm, savunmaya olduğu kadar geliştirmeye de değer nitelikte. Ama anti-kapitalist sınıf diyalektiği bu tarz modernizmin içerdiği karşıtlıkları neredeyse görünmez kılmıştı; bu anlamda, Aydınlanma modernizminin modernist olmayan madun direnişi ve ekoloji ile ilişkilerinin de gözden geçirilmesi gerekiyor. Marksizm, Lenin ve Leninizm aracılığıyla küresel bir ideoloji haline gelmişti. Ama MArksizm-Leninizm'in sürdürülebilir bir modernizm olmadığı ortaya çıktı. Avrupa merkezcilikten uzaklaşmış günümüz dünyasında Marx taraftarları bunu kabul edip ona göre pozisyon almak, getirdiği seküler sınıf vurgusuyla Marksizmin derinlikli bir Avrupa tarzı hareket olduğunu hesaba katmak zorundadır. Artık sosyalizm-ötesi bir perspektifle düşünmeye düşünmeye başlamanın, kapitalizmin ve kapitalist girişimlerin beraberinde getirdiği lükse dayalı küresel servet/sefalet denkleminin ötesinde bir düya tahayyül etmenin zamanıdır. Sosyalizm-ötesilik , sosyalizmin stratejileri ile tarihsel kurumlarının, işçi sınıfı ile emek hareketinin merkezi aktörlük rolünün, kamu mülkiyeti ile büyük ölçekli kolektif üretim planlamasının olmazsa olmaz öneminin ötesine bakan bir sosyal dönüşüm perspektifidir...Sosyalizm-ötesilik engin sosyalist hareketin ve onun yaratıcılık ve şevk, direngenlik ve mücadele, güzel rüya ve umutlar, yanısıra gaf, hüsran ve yanılsamalarının, kısaca zaferleriyle birlikte yenilgilerinin kabulünü de başlangıç noktası alıyor. [post-sosyalizm ile farkını bu oluşturuyor]
Bu sözlerden anlaşılacağı üzere Marksizmin eksiksiz olarak gelişmiş bir modernite yaratmak düşüncesiyle moderniteyi savunan bir çizgi izlediğini öne sürüyor Therborn. Entelektüel anlamda Marksizm, öncelikli tarih-yazımı olarak ve sonrasında sosyoloji olarak, ve doğrudan ekonomik olmaktan çok sosyal dolayımlı bir ekonomi-politik eleştirisi olarak kendini yenileyip gelişmiştir. Marksizmin artık elde hazır çözümlere sahip olmayabilir belki ama bu eleştirel yanların ille de körelmiş olduğunu anlamına gelmez, diyor. Eleştirel diyalektikçilerin kimi zaman bütün engellere rağmen düşünü kurduğu, sömürü ve yabancılaşmanın bulunmadığı özgür bir toplum, belki de geçmişin başarısızlığından çok, henüz gerçekleşmemiş bir umuttur. Fakat sosyal bilim, siyaset ve felsefeden oluşan Marksist üçgenin kırılmış olması modernizme meydan okuyan post-modernizmin güçlenmesine sebep olmuştur.
Marksist diyalektik, liberal projelerin modernite temelinin unsuru olarak kısıtladığı bireyselleşmeyi
atomizasyon ve yabancılaşma , üretkenliğin gelişimini sömürü ve bölüşüme dayalı kutuplaşma, kapitalist yayılımı proleteryanın güçlenmesi ve küreselleşmeyi anti-emperyalist isyanlar zemininde çatışma ve çelişki unsuruna dönüştürerek anlamı genişletiyor. Post-modernizm ise bu diyalektiği tümüyle görmezden gelir. Devletsiz bir yerküreye odaklanmaktan hiç de önemini yitirmemiş olan yirmibirinci yüzyıldaki devletlerin küresel analizi gözden kaçırılır. Yine de her türlü anti-kapitalist pratik ya da ideolojik duruştan sakınıp, hala Marx'ı kapitalizmin içgörülü ve entelektüel anlamda aydınlatıcı analisti olarak görmek mümkündür. Cımbızlarcasına alıntılarak yaparak yazarın teorik cihette fikirlerine ulaşmaya çalışırken göndermelerde bulunduğu yayınlar hakkında sarfettiği sıfatları da veri olarak bohçamıza dahil ediyoruz. Sıfat: çığır açan, Yayın: Laclau&Mouffe-Hegemonya ve Sosyalist Strateji.
Her ne kadar altında yatan bağıntıyı bilmesek de yazarın imparatorluk tabirini emperyalizm ile birlikte kullanılması Negri'yi ya da sosyalist iyimserliği Zizek'i hatırlatsa da neo-marksist olarak nitelendirdiği bu isimleri de eleştiri oklarına hedef yapıyor.
Aşağıdaki sözleriyle de Osmanlı ve Türkiye'yi de dahil ettiği için tartışılmaya değer bir yorum ortaya koyuyor:
Modernleşmenin dışarıdan taşındığı ülkelerde, Marksizmin kıyıda kalan bir varlığı olduğunu, iktidarda bulunan modernleştirici grup tarafından sindirildiğini ve iktidar sahiplerinin moderniteye sürüklediği halk kitlelerine büyük oranda yabancı kaldığını kabul etmek gerek. Öte yandan aynı süreçte yaşanan fikir ithalinin açtığı kapıdan, iktidarda bulunmayan modern öncesi gruplar tarafından Marksizm ile diğer radikal düşüncelerin de gecikmesizin bu alanlara taşınmış olması gerekir. Bu iki eğilim, doğal olarak, modernleşmenin sürekliliğine ve baskının yoğunluğuna bağlı olmuştur. Bir başka deyişle bu iki unsur bu alanda ne kadar yoğun yaşadıysa Marksizm de o ölçüde az gelişmiştir.

Winterfylleth - The Threnody of Triumph (2012)

Manchester çıkışlı grubun ismi Osmanlıca pardon eski İngilizce'de ekim ayına tekabül ediyormuş. Oralarda da zorunlu bir alfabe değişikliği ve dil reformu yapıldığını zannetmiyorum. Dil demek ki zamanla da değişebiliyormuş, yaşayan bir şeymiş. Grup dibine kadar sıkı bir atmosferik black metal icra ediyor. Keyboarddan da o tarz melodilerden de uzak duruyorlar. Tablomsu albüm kapaklarını ve sözleri de göz önünde bulundurursak doğa onlar için en önemli esin kaynağı. Doğaya saygı ritüelini de tamamen metalik enstrümanlar aracılığıyla orta tempo şarkılarla gerçekleştiriyorlar. Ağır rifler ve tremelo ile blastbeatlerden geçilmiyor kayıt.Bir kaç yerde akustik aralar ve temiz vokaller devreye girdiğinden dolayı dahil edildikleri folk tanımı o kadar baskın değil aslında. Ya da rock ve metalin köklerinde neo-folk ezgilere de sirayet eden aynı kültürün yatmasından kaynaklı bir şeyler var. Ve biz bu kültürün dışında olduğumuz için, rock müzik zaten bize yabancı bir şey, zaten kendi kendine bize öteki anlamında bir dünya müziği, bu folk göndermeleri doğrudan tanımakta güçlük çekiyoruz. Albümün aksettirdiği ruh hali ise yeterince kuvvetli değil, nostalji -değil, kasvet -değil, ekim soğuğu -biraz, melankoli -az, mizantropi -hiç sanmıyorum, kreşendo -bir kaç şarkıyla sınırlı. Vokalin erkeksi hale büründüğü, çığlıktan deathe kaydığı anlar ve görece coşkulu nakaratların sayesinde başta Fate of Souls After Death olmak üzere, Void of Light, The Threnody of Triumph gibi parçalar benim için öne çıkıyor. Bunun dışında ise türün gerekliliklerini yerine getiren sıkı bir albüm bu. Üzerine ise bir şeyler kattığını söylemek oldukça zor.

7,25/10

27 Aralık 2014 Cumartesi

İvan Sergeyeviç Turgenyev - Babalar ve Oğullar

Bir gazetnin eki olarak verildiğini hatırlıyorum bu kitabın bir 8 sene önce felan. O günlerde okumaya çalışıp bir yerden sonra kenara atmıştım. Dünya tarihinde ender görülen bir andır bu. Bugünlerde elime geçince aradan çıkartayım dedim. Kısaltılmış ucuz bir tercüme olduğunu düşündüğüm bu baskı Yıldız yayıncılığa ait. Eli yüzü düzgün tam tercüme bir baskıyı okusaydım yaşayacağım tecrübe aynı mı olacaktı, bilemiyorum. Ama aradan yıllar geçti, kitap hala aynı sıkıcılıkta. Neyse ki derviş sabrı kazandığım aradan geçen yıllar neticesinde bitirdim romanı.
İki arkadaş var. Biri karizmatik nihilist Bazarov. Nihilist dediysek o kadar da yıkıcı değil. Yıkıcılık varsa kendine zararı var. Ümidini inancını yitirmiş, soğukça bir karakter. Üniversite tatilinden sonra, mezunlar belki de hatırlamıyorum, o arkadaşın ailesinin evine giderler. Arkadaşın babası böyle bir malikanede yaşar, köyün ağasıdır. Ama batılı yaşayışa yakın olmasına istinaden bir Erol Taş değildir. Bu adam genç bir kızı odalık almıştır, bebeği de kucağında. Bir de ukala İngiliz beyefendisi gibi tarzıyla köye tezat bir resim çizen kardeşi, yani bu arkadaşın amcası vardır evde. Doğal olarak genç Bazarov ile yıldızları barışmaz. Hatta gizlice bir düelloya bile tutuşurlar. Amca yaralanınca tedavisini yine Bazarov yapar ve orayı terkeder. Ama öncesinde arkadaşla Bazarov şehre gider, valinin balosuna katılır. Bazarov'a hayran bir kaç kişilik gruptan bir adamla muhabbet felan. Asıl önemli olan ise bir dul hatun ile tanışmalarıdır. Eşi ölünce köyünü idare eden bu kadını, etraf yaşama tarzı sebebiyle gıcık olur. Bir de genç kız kardeşi vardır kadıncağızın. Bizim ikili bunların malikanesinde yatılı misafir olur. İkisi de tabi dula aşık. Kadının ise Bazarov'a karşı bir ilgisi var. Aşk mı yoksa merak mı derken arkadaş, kız kardeşiyle yakınlaşır ve evlenme kararı alırlar. Bazarov ise biz ayrı dünyaların insanıyız diyerek dul hanımı geçmişinde bırakır. Düellodan sonra kendi ailesinin fakirhanesine döner Bazarov. Annesi tıpkı bizim annelerimiz gibi üzerine fazlasıyla düşen bir kadındır. Babası ise emekli bir askeri doktor. Bir kaç hizmetçisi olan ! mütevazi bir yaşam sürerler. Bazarov evlerine gelen bir hastanın köyüne inceleme yapmaya gittiği yolculuktan hastalığı kapmış olarak geri döner. Arkadaşı evlilerin mutlu mesut ve suni yaşamına kendisini kaptırdığından başka biridir artık, ölüm döşeğine çağırmaya bile gerek yoktur. Arkadaşınn etkisinde kaldığı için olmaya çalıştığı bir kişilikten düzen insanına dönüşünü izlemek pek keyifli. Ama dul ablamız Bazarov tarafından çağrılır. Kendi özel doktorunu da alıp gelen kadın, aşk anlamında bir acı çekmediğinin farkına vardığında ikilemini de aşmış olur. Can çekişe çekişe Bazarov yine inançsız bir şekilde ölür. Kalan herkes ise kendi ailesi hariç, mutlu mesut yaşamaya devam eder.
Çarpıcı sonuyla dikkat çeken roman, söz konusu yayınevi baskısının kafada yarattığı soru işaretlerinin getirdiği engeli bile aşarak kuşaklar arasında çatışma ve uzlaşının, hayatı sorgulamanın izleğini yansıtabiliyor.

Magick - Stained Glass (2006)

Dibine kadar heavy metal aslında bu çalışma. Üzerine yattığı örtünün adı thrash, üstüne serdiği örtünün adı progresif metal. İlk dinleyişte biraz uzak bir sound olarak kulaklarda çınlasa da dinledikçe bir ölçüye kadar açılıp saçıldığına tanık oluyoruz. Albüm sound olarak kalın bir tabaka ile homojenleştirilmekle beraber şarkıların, özellikle vokalin de katkısıyla oldukça farklılaştırıldığını görüyoruz. Bir şarkı rock'n roll tabanlı, albümün ağır bataryalarından Looking Through Stained Glass ve Silver Moon and the Mirror Man'deki Kamelot tarzı yansıtılan folk etkisi, Mortal Eyes'daki kör gözlere parmak Megadeth yankısı gibi gibi. Iron Maiden ve diğer klasik metal tınılarını da eklersek grup henüz kendi soundunu tam anlamıyla oluşturamamış görünüyor. Oldukça şık düzenlemelere sahip olan parçaların biraz daha çekici nakaratlara sahip olması ve bir kaç parçanın uzunluğunun da yeniden gözden geçirilmesi kişisel taleplerim olabilir ancak. Çıkarılan işe bakınca ve potansiyeli görünce ikinci albümleri için ister istemez oluşturdukları beklentiyi bir yumru şeklinde soğuk su eşliğinde yutmamız gerekecek. Grup ilk albümünden sonra sesi bu toprakların kubbesinde yankılanmayan gruplar arasına ismini yazdırıyor. Hoş bir sada bırakıp sahneleri terk-i diyar eyliyor.

7,25+/10

25 Aralık 2014 Perşembe

V.A. - Britpop Anthems (2012)

Britpop'un önde gelen isimlerine alternatif arayanlar için çıkarıldığı izlenimi veren çalışma çifte sididen kırk şarkıdan oluşuyor. O büyük isimler yine konuk edilmiş albüme. Ama bir Oasis yok. Doğru duydunuz Oasis yok. Pulp Common People'ıyla , Supergrass Allright ile Suede Animal Nitrate ile ve tabi Çumbabumba Thumbthumbing'iylen albüme adını veren britpop marşları tarzında çalışmaya eklenmiş. Ama Verve diğer bir şarkısı Sonnet'iyle, Radiohead de Just'ıyla albümde yer bulabiliyor. Radiohead mi? Garipsemeyin aslında albüm ne o kadar anthem ne de bu kadar britpop. Garbage'den Tequila'lı Terorvision'a, Divine Comedy'den devasa hiti Born Slippy ile Underworld'e yani rock, chamber ve elektroniğe, adada 90'larda üretilmiş olan radyo parçalarının çeşitliliğine rastlamak mümkün. Bir yanıyla iyi, diğer yanıyla yalancı aymazlığıyla hayalkırıklığı. Çünkü bu albümü dinlemeyi seçmemin yegane sebebi arada kenarda kalmış britpop şarkılarını keşfetme gayesiyken kafa karıştırıcı bir potpori ile karşılaşmayı beklemiyordum. İyi parçalar, vasat parçalar, eksikliği hissedilen Oasis, Kula Shaker, Franz Ferdinand, Starsailor, Stereophonics gibi gruplar, Blur ya da Radiohead gibi gruplardan seçilen yetersiz örneklemeler, diğer yandan az bilinen şarkılara da yer verilmesi. Eğrisi doğrusu ile bir dönemi yansıtıyor ve unutmaya başladığım ya da şarkı ile icracıyı zamanında hiç eşleştirememiş olduğum Elastica'yı, Ash'i, Cast'i, Babybird'ü ve Thrills'i, ama en önemlisi, bence derlemenin şahı padişahı Mansun - Wide Open Space'i bir kez daha hayattayken dinleme fırsatı yakalamama sebep olması gözlerim bak nemli nemli.

7,0-/10

24 Aralık 2014 Çarşamba

Zomboy - The Dead Symphonic (2012) EP

Amma gürültülü bir çalışma bu yahu. Brostep diye anılıyor. Dubstep'in basını kaybetmiş bir evladıymış. Cidden de agresif ritimler müziği yönlendiriyor. Dub etkisi de mevcut latin pop da. Ama bu elektronik müzik albümünde Chemical Brothers tavrını hissediyorum. Mekanik hatta robotik altyapı, farklılıklarla harmanlanıyor. Böylece 6 şarkının hiç biri birbirine benzemez bir hal alıyor. Üstelik bayan vokalin, hele Belle Humble gibi bir sesin nasıl farklılık yaratabildiğine de, tek bir şarkıda da olsa, tanık olabiliyoruz. İtiraf edelim, bir elektronik albüme göre gayet kompleks dehlizlerde dolaşıyor sert dalgalarla boğuşuyorsunuz. Tercihini bu yönde kullanmak isteyecekler için bulunulmaz bir nimet. Burial'dan ötesini araştıranlar için ise ilginç bir deneyim olmanın ötesine geçemiyor maalesef.

5,75/10

21 Aralık 2014 Pazar

Sun Kil Moon - Benji (2014)

Matt Elliott'dan aldığım cesaretle alternatif folk tarzını denemeye devam ediyorum. Körlemesine bir arayış değil bu. Zira Sun Kil Moon mahlasıyla müzik yapan arkadaş, Mark Kozelek alternatif sahaların Messi'si gibi biri. Bu son albümünde konsept olarak ölümü konu alıyor, ölenler anılıyor ve ölüme yakın olduğunu düşündüklerine saygısını sevgisini iletiyor. (Ancak yansıtılan ölümlerin ve ölümü bekleyenlerin hayatlarının trajikliği gerçekçilik konusunda şüpheler oluşturmuyor değil) Neredeyse spontane bir basitlikte tekrara dayanan oldukça kişisel şarkı sözlerine yansıyan, artık ne derse denilsin o gerçekçi , hatta absürt bir gerçekliği yansıtan şairliği sevdiğimi söylemeliyim. Yalnız keskin bir sırt bu, kimi zaman samimi itirafçılık Dogs'daki gibi pek duymak istemeyeceğimiz hallere bürünüyor. Aileye ve memleketine (hometown Ohio) büyüyen bir özlemle odaklanan bu albüm yaşlandığını fark eden bir adamın sözleri aslında. Ara ara çatallanarak olağanüstü olmasa da hoş bir ses rengine sahip olan anlaşılır temiz bir İngilizce ile kendini ifade eden bir vokal bu. Ha, Ohiolular kovboy gibi yuvarlayarak mı konuşur gündelik hayatta onu bilemeyeceğim. Albüme ek bonus CD, susmaksızın arkada nazikçe ritim tutan akustik gitar eşliğinde şarkısını susmaksızın söylediği canlı kayıtlardan oluşarak gayet anlamsız bir aksiyon yaratıyor. Kilit kelime burada bir daha söyleyeyim susmaksızın. Şarkıların da nefes alması gerektiğini düşünen biri olarak konserini çekemem doğrusu. Neyse ki albümün kendisinde stüdyo iyi iş çıkarmış ve beklenmedik anlarda akustik gitar soloların enfes müdahalesi ile şarkıların cilası iyice parlatılmış. Diğer yandan kayıt dinleyeni dinlediği zamana göre ikiye bölen bir yapıt. Melodramatik ve melodik yapı o an uydurulmuşcasına duran besteleri bu tarz bir besteciliğin gereksenimleri içinde bir yandan aşıyor bir yandan da şarkı sözlerinin yarattığı beklentiyi karşılamakta aciz kalıyor.

7,50/10

20 Aralık 2014 Cumartesi

RETRO: Iced Earth - Iced Earth (1990)

Temel Reis deyince boş boş bakan gençler gördüm. Bir kaç yıl içinde benim zamanıma göre bile geç bir vakitte popülerleşen Pokemon'un dahi unutulmaya yüz tutacağını düşünmemek için bir sebebimiz yok. Peki metal camiasından genç arkadaşlar, 90'ları kasıp kavuran bu power metal grubunu tanıyorlar mı, merak ediyorum doğrusu.
Grubun çıkış albümü fanlarınca bile yeterli ilgiyi görmemişti. Bunun sebebi büyük oranda sadece bu albümde performansını sergileme fırsatı bulabilen grubun vokaliydi. Rahatsız edici bir seviyede olsa da o kadar kötü değil. Ekstrem müzik dinleyen birisi açısından ki klasik heavy metal bile biraz bu açıdan güvenli bir alan. Hatta bu tarz thrashy vokale yurt içi ve dışı bazı ürünlerde rastlamadık da değil. Bir döneme özgü bir şey. Müziğin bu kadar profesyonelleşme derdi gütmediği bir vakte ait belki de. Albümün prodüksiyon anlamında kalitesi de grubun fanlarını bölmüş durumda. Grup elemanlarının tek tek performanslarını duyabilecek bir seviye benim için yeterli. Geçelim... Bestelerin sertliği thrash metal etkisini gösteriyor. Tempo değişiklikleri yönüyle de progresif metalin katkısı bariz. Dörtnala ritimler hayli ilgi çekici olsa da  yavaş bölümlere bağlanması ve bunun tekrarlanarak durmadan devam ettirilmesi biraz sinir bozucu. Ortalamanın üzerinde ama az riffleri de gözününde bulundurursak, işte o yüzden her şarkı güzel, o yüzden her şarkı bir eksiklik hali. Dinlenilir yani niye dinlenmesin.

7,25-/10

18 Aralık 2014 Perşembe

Reiner Stach - Kafka: Karar Yılları I

Garip bir biyografi bu. Biyografi pek okumamış hatta sevmemiş olmama rağmen, okumadan sevmemek de ayrı bir şey yani, sıradışı olduğunu anlayabiliyorum. Zira doğumundan başlamıyor. Kafka'nın klişeleşmiş ve idealleştirilmiş bibliyografilerine karşı bir tutum takındığını baştan ilan ediyor. Kafka'nın hayat öyküsü sadece Kafka'nın hayatı anlatılarak değil onun doldurduğu boşluğu, o doldurduğu alanı oluşturan boşluğun tarifi aracılığıyla tanımlanıyor. Sosyal doku, tarihsel koşullar, arkadaşları üzerinden merkeze, Kafka'nın kendisine doğru spiral bir yolculuk yapıyoruz. Toplumdan kendini dışlamış, etrafındaki her şeye karşı yabancılaşmış bir zavallı dahi imajının kırılması hedeflenmiş. Yazarlığına obsesif bir şekilde bağlı, sosyal çevresi kuvvetli, fahişelerle birlikte olduğunu dahi saklamayan açıklıkta, hijyene ve sağlıklı yaşama takıntılı, sigortacılık içinde başarılı, titiz, ayrıntıcı, sorunlu bir şekilde de olsa hayatında kadınların merkezi bir rol oynamasına izin vermiş, manipülatif , duygusal çelişkiler içine çabuk düşen, beslenmesine özen gösteren, vejeteryan, kompleksleri olan aktif bir adam aslında. Hiç de bahsedildiği gibi edilgen değil. Hayatta rastlasam uzak duracağım bir insan, o ayrı. Takıntısı ayrı, detaycılığı ayrı, gelgitli ruh halleri ayrı, duygu sömürüsü ayrı. Çekemem vallahi. Bu araştırmayı konsantre bir şekilde hızlıca okuyabilmek,  yazarın biraz da kendi kabiliyetini gösterme derdine düşerek sergilediği edebi ifadeye bağlı olarak oldukça güç. Bu güçlüğe etki eden birazın diğer küçük yarısı da bana pek soğuk ve akademik gelen tercümesi oldu. İkinci cildi okuyabilmek için güç biriktiriyorum.

14 Aralık 2014 Pazar

RETRO: Quorthon - Purity of Essence (1997)

Quorthon iki cd boyunca dizginlerinden boşanırcasına şarkı söylüyor. Üzerindeki metalik kaygılardan imal zincirleri kırıyor ve yaratıcılığın istikrarsız kollarına atıyor kendisini. Bu kayıt nedir ki? Hard rock, o günün şartlarının modernliğini taşıyan alternatif rock. Gitara ve riflere baktığımızda öyle. Bu tanımlama yetersiz kalıyor. Çünkü alt-metin grunge turnusolundan geçirilmiş punkımsı senfonik brit pop (şimdi uydurdum bu tanımı) ile bir hayli şişmiş durumda. Ya da çok daha doğru bir tümceyle, kimi zaman senfonik yollarla ifade olunan dönemin brit-pop rüzgarından da esinlenmiş, pop-punk kaygıları yansıtan bir grunge gibi bir şeyler işte...Bu yönelim özellikle ilk cd'nin başlarında ağırlığını hissettiriyor. Hele vokaller, hafıza kaybı yaşamış bir performans sergiliyor. Yine de ikinci cd'de kaydın eskilere istemsizce daha fazla referanslar içerdiği gizlenemiyor. İlk kayda kıyasla genel zayıflığı gibi. Herşeye karşın sonlara doğru müziğin tekrar akustik ve biraz da senfonik bir hal almasıyla birlikte albüm güzelce sonlanıyor. Bathory'nin beyni Quorthon'un geçmişine göre oldukça şaşırtıcı bir yerde duran, uzunluğu ile biraz yalpalayıp tekrara düşse de dinlemesi hayli keyifli ve değişik mecraların dalgalarıyla ettiği dansta adımlarını pek de kaçırmayan etkileyici bir çalışma. Tek tek şarkı ismi sayıklamayacağım ama birinin adını anmadan geçmek kabahatler yasasına aykırı davranmak gibi bir şey olacak: Fade Away.

8,0+/10

13 Aralık 2014 Cumartesi

Frederic Chopin - Waltzes (Dinu Lipatti, 1950)

Bonus olarak pek güzel Barcarolle, 2 nolu Noktürn ve 3 nolu Mazurka'yı içeren dinlediğim güncel versiyonu soundda iyileştirme yapmakla beraber hala o tatlı eskiliği hissettirebiliyor. Aslında hışırtılı plağın sesini daha da fazla duymaya hayır demezdim. Turgut Uyar'ın eksik, acemi şiir vurgusu gibi müzikte de mükemmelliği yapay bulmanın daha ötesinde, hele gürültülü ve varyanssız yeni dijital prodüksiyonlar yok mu?,  itici buluyorum. Dönemin önemli piyanistlerinden Dinu Lipatti'nin icrasına diyecek bir şey yok. Ama bu parçaları ya da pekçoğunu şu anki halet-i ruhiyeme göre fazla ritmik buldum. Hatta bir ara şimdilerin dans klaplarındaki kalabalığın bu müzik eşliğinde dans ettiği hayaliyle eğlendim. Bunda şaşacak bir şeyde yok, albümün adı valsler zaten. Eskilerin dans salonlarında pofuduk pofuduk elbiseli bayanların bu şarkıların en azından bir haylicesiyle dans eylediklerini düşünmemek için bir neden yok. Ya da barın önüne uzun taburelere tünemiş perukalı beyaz pudralı beyefendiler ki sağ yanaklarına büyükçe bir ben kondurulmuştur, kiminin ise burunlarının altına kelebek gibi bir bıyık konmuştur, gruplar halinde birbirleriyle gülüşerek temaşa eden bu hanımları süzerler.
Dans formunda yazılmakla beraber bu bestelerin fiilen dans etmeye müsait olmadıklarının ve ayrıca o dönemdeki insanların çizdiğim tariflerinin de bir kaç yüzyıl geride olduğunun da bilincindeyim. Eğleniyorum işte öyle.

7,25/10
.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Rome - A Passage to Rhodesia (2014)

Bazen işi gücü bırakıp köylere yerleşenlere gıpta ediyorum. Bu tarz bir yaşamın kendine has zorlukları olduğunu biliyorum. Üstüne bir o kadarda sıkıcı olmalı uzun vadede düşününce. Ben de iş bulmadan istifa etme raddesine geldim de oradan aklıma üşüştü böyle şeyler. Nihayetinde benim de kapağı atabileceğim bir köyüm var, açlıktan ölmem ya!
Rome önceden dinlediğim kadarıyla martial industrial gruplar arasında hayli kaliteli iş çıkaran gruplardan biriydi. İşin anglo saxon neo-folk kısmına oldukça ağırlık veriyorlar. Her ne kadar Afrika'da beyaz adam iktidarına karşı bağımsızlık savaşı veren bir ülkeyi konsept konu olarak ele alsa da bu böyle. Afrika ezgilerinden uzak yani. Süslü liriklere bakarak herkes kardeş olsa keşke gibi bir yaklaşım göze çarpıyor. Ama itiraf etmek gerekirse Zimbabwe yerine ısrarla Rodejiya Rodejiya diye söylenince vokal, uyuz olmamak elde değil. Rhodes diye bir kaşifin uyduruk ismini basa basa kullanmak ne kadar tarafsız bilmiyorum. Tüylerim diken diken vallahi. Aaa Amerika vardı bir de değil mi? Kolombiya da... Biraz daha kara lisanı dillendiren Hate Us and See If We Mind favori parçam oldu. One Fire, Lullaby for Georgie, Ballad of Red Flame Lilly de peşi sıra takip eden şarkılar. Akustik gitarlı, synth dekorlu, şık vokalli parçalar depresif bir moda uygun şekilde içinde özlem ve hasret kokusu barındırıyor. Zamanı, mekanı aşan bir his bu. İşte bu halden dolayı da dinlemek için en güzel vakitlerdeyiz.

7,50-/10

7 Aralık 2014 Pazar

Rustie - Green Language (2014)

Bir insanın kendine saygısı olmayabilir, kendi bileceği iş. Ama bir müzisyenin müziğe de saygı göstermesi şart. Ara parçacıklarla dolu bir torbanın içine bir kaç vokalli şarkı ekleyerek yarım saat civarında süren bir kayıt, ciddiyetsiz bir kayıt olur sadece, bu işe albüm diyemeyiz, haksızlık olur. Işıltılı, parıltılı, pullu, ışık saçan prizmalı ara parçacıklar kendi içinde bütünlüklü bir hava sunuyor aslında. Bir ara kuş cıvıltılarını dahi duyuyoruz. Bu hava synth ağırlığıyla sunulan funk öğelere borçlu gücünü. Eldeki bu kısıtlı malzemenin birbiriyle uyumu da gözardı edilmemiş. Sözlü parçaların ikisinin vokalinde grime türünü icra eden repçiler yer alıyor. Albüme adını veren parçanın sözler ise daha yavaş tempoda bir rap. Unutmayalım, Rustie rap ile kökleri dubstepden oldukça yabancılaşmış bir synth funk elektronik gibi bir şeyleri eklemlendiren bir tür icra ediyor. Bu alt türlerin isimleri de elbette konmuş da söylemeyeceğim. Bu kategorize etmeler ne kadar mikro ölçeğe taşınacak, merak ediyorum. Müzikleri karanlık iç sıkan değil, tam tersi bir atmosfer hedefleniyor. Diğer parça ise pop sularına daha yakın duruyor. Bir hanım kızımız, evet kendimi 125 yaşında gibi hissediyorum, gruba eşlik ediyor. Ve bir şarkıda ise açık açık yeni Daft Punk'ın izini duymak mümkün. Sezar'ın hakkı yılan Brütüs'e gitmesin. Bu albümün orta karar bir gideri var. Var olmasına rağmen bu ciddiyetsiz yaklaşımdan dolayı ben de ciddiyetsiz yaklaşacağım.

4,75/10

4 Aralık 2014 Perşembe

Walter M. Miller Jr. - Leibowitz İçin Bir İlahi

*Homo loquax nonnumquam sapiens 


İthaki ısrarla ödüllü bilim kurgu kitaplarını dilimize kazandırmaya devam ediyor. Ve iyi de yapıyorlar. Walter M. Miller Jr. diye ismini sanını duymadığım bir yazarın kitabını okuma fırsatını daha nasıl bulabilirdim, bilmiyorum. Üstelik sadece tek kitabı yayımlanan, bir de bu kitabın devamı var da yarım kalmış ve başkasınca tamamlanmış, oldukça trajik bir hayata sahip olan bir yazar bu. Kitap da eski zaten 50 sonu 60 başı dönemleri. Ancak bir o kadar da eskimemiş. Yazar ikinci dünya savaşı esnasında İtalya'da manastır bombalamak gibi pek iftihar etmeyeceği işlere bulaştıktan sonra savaştan dönenlerin yakalandığı post travmatik stres bozukluğuna yakalanıyor. Sonrasında romana da derin bir iz bırakacak katolik mezhebini benimsiyor. Yapıtı basıldıktan sonra yıllarca sürdürdüğü münzevi yaşama kendi elleriyle son veriyor.
Roman Bulut Atlası'nın yıllar önce yazılmış bir prototip taslağı gibi. İçinde zamansal fark içeren 3 öykü barındırıyor. Sabit olan şey nükleer felaket sonrası bilgiyi korumak amacıyla çalışan Leibowitz manastırı ve insanlığın izini her şeye karşı devam ettirmeye çalışan katolik inancı. İnsanlar ise lanetli bir kısır döngü içinde toz toprağın içinden debelenip medeniyeti kuruyor, savaşıyor ve medeniyeti nükleer silahlarla yok ediyor. Olanlar ise Mesih'ini bekleyen esrarengiz bir Yahudi ihtiyarın kayıtsız gözlemi altında bitiyor. Yazar, derinlerde boğulmadan aklındaki sorulara değiniyor, karakterleri aracılığıyla bu sorular tartıştırılıyor. Bilim ve inanç, intihar, acı veren Tanrı gibi başlıklar özellikle son öyküde daha bir ağırlık kazanıyor. İlk öyküde Leibowitz'in aziz payesi kazanmasını sağlayan saf rahibin başına gelenler, kitabın yazıldığı dönemde de pek çok okuru şaşırtmış olmalı. George R R Martin sağolsun, bize bağışıklık kazandırdı kurgusal sürprizlerde. Ayrıca kurgunun işleyişinde, başta akıcılık gibi, kusurlar bulabilirsiniz, kimileri de açık açık beğenmeyebilir ama etkileyici karakter yaratımında yazarın ustalığı kabul edilmeli diye düşünüyorum. Sağlam bir roman kısacası.

*egrediamur tellure
eamus hinc

* konuşup duran insanlar, bazen akıllıca.

*öyleyse gidelim yeryüzünden
  gidelim buralardan

2 Aralık 2014 Salı

Grand Magus - Triumph and Power (2014)

Böyle bir albüm kapağı epikoğluepiğin önde gideniyim ve bunu kabullenin! tokadından başka bir şey değil. Mikrofonu kafamıza kafamıza geçiren JB ağbimiz vokalinden hiç bir şey kaybetmemiş. Yine de Iron Will'i özlüyoruz ağalar. O dumanlı duum havasını tümden yitirmeye doğru gidiyor grup çünkü. Manowar tarzı şarkılar sankim ağırlık kazanıyor. Onun yeri ayrı bunun yeri ayrı halbuki. Evet, bu albüm de ortalığı sarsmayı biliyor. Grubu ilk kez dinleyecek olan heavy metal dinleyicisini de kesinlikle ihya edecektir. Ama, ama Steel Versus Steel özellikle girişiyle birlikte düşündüğümüzde görmek istemediğimiz kusurlu ve klişe hareketler arasında sayılamaz mı? Enstrümantel parçalar da hakeza öyle, dinleyeni etkilemeden uzaklar. Hala sert söylemlerin altı çizilmekle beraber yavaşlıyor muyuz ne bir yandan da? Naked and the Dead değişik harmonisi ile ve grubu temsil eden özellikleri bünyede barındırarak albüme güzel bir başlangıç yaptırmasıyla On Hooves of Gold sevdiğimiz şarkılar oluyor.

7,75/10