29 Eylül 2014 Pazartesi

Ferhat Korkmaz - İkinci Yeni Limanı: Pazar Postası

Basın tarihine az çok meraklı olmama rağmen son vakitlere kadar ne Pazar Postası isimli haftalık gazetenin ne de bu yayının Türk edebiyatına bu denli katkılarının farkındaydım. 1950'lerde hükümete karşı muhalefet yürüten Bülent Ecevit gibi isimlerin yazdığı siyasal gazete Muzaffer Erdost yönetiminde başta İkinci Yeni şiir akımı olmak üzere modern sanatların bayraktarlığını yaparak bu ekoldeki sanatçıların yitip gitmesini önlüyor, tersine  onların derlenip toparlanmasına öncülük ediyor. Tartışmaları, makaleleri ile oldukça ayrıntı içeren ve akademik bir çalışmanın uyarlanması gibi duran bu kitap da ağırlığını İkinci Yeni vasıtasıyla şiire verse de, gazetenin resimde soyut ifadeye dayanan yeni akımların, tiyatroda öncü ve amatör toplulukların ve roman ile öyküde modernist bakış açılarının yanında saf tuttuğunun altını çizmekte. Bir kaç kuşe sayfada dönemin fotoğraf ve gazete ön sayfaları ya da makalelerin tıpkıbasımı kitapta eksikliği hissedilen ufak tefek şeyler. Tabi bir de gazetenin sayfalarında yer bulan edebi ürünlere, hadi açık konuşalım, o dönemler anlamlı-anlamsız diye polemiklere neden olan o şiirlere ulaşabilse diye düşünürken Ferhat Korkmaz'ın Pazar Postası Şiirleri adıyla bir derleme hazırladığı bilgisini es geçmeyeyim.

28 Eylül 2014 Pazar

Jane Rogers - Jessie Lamb'ın Vasiyeti

Kitabın kapağında kazandığı ve aday gösterildiği ödülleri okuyunca bu işler nasıl oluyor arkadaş diye iç geçirmemek elde değil. İyi bir okuntu mu, bariz zayıflıklara rağmen pişman olmazsınız, ödül kazanacak kadar iyi mi, dur düşünelim biraz. Hayır. Klişe bir konuya farklı bakış açısıyla yaklaşan bir ölçüde güzel bir girişim. 16 yaşlarındaki kızımız bir odada elleri ayakları hapistir. Dur der beni bu duruma düşüren hikayeyi size anlatayım, diğer yandan da hapis olduğu odada zaman yavaş yavaş geçer ve hikayesiyle bir noktada kesişir. AÖS isimli bir virüs dünyaya yayılmıştır ve doğum yapan her kadında aktif hale gelip bebekle birlikte anneyi de öldürür. İnsanlık tükenme tehdidi altındadır. Babası genetik araştırmalarla iştigal eden Jessie Lamb bu konulara önce duyarsızdır. Sonra arkadaşları ile politik aktivist gruplara girer, çıkar. Dünyanın bu duruma gelmesinde yetişkinlerin sorumluluğu vardır felan. Arkadaşlarının bir kısmı laboratuvar çalışmalarında hayvanları kurtarmak için HKC ki ALF ismiyle gerçekte de faaller, grubuyla sabotajlara katılır, en yakın arkadaşı ise hayvanlara deney yapılarak genç gönüllü kızların projelere katılmasını engellemeye çalışan EKI isimli feminist grubun üyesi olur. Elbette bu kaotik ortamda dini kisvette Nuh'un çocukları tarikatının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Jessie'nin çocuğa hasret teyzesinin acıklı hikayesi bu tarikata girip oradan reddedilmesiyle Jessie'nin negatif bir kopyası hüviyetine bürünür. Bu yapıların anlatımı maalesef inanılmayacak derecede mekanik.
Kızımız babasından bu salgın öncesi saklanmış olan embriyoların virüse karşı aşılanarak dirençli hale getirildiğini öğrenir. İhtiyacı olan sadece komaya girerek onları doğuracak genç kızların gönüllülüğüdür. Onlar ne kahramandır! Buradan sonra Jessie'nin kayıtsızlıktan fedakarlığa kişisel dönüşümünü konu olarak temel alıyor aslında kitap. Henüz olgunlaşmamış hikaye örgüsü, ustalaşmamış yazarlık, derinleşmemiş karakterler okuyucunun gözünden kaçmıyor. Sonlara doğru ise hikayenin çözümleme aşamasına gelmesinden kaynaklı bitirme ihtiyacı olumlu bir mahiyette bünyeyi sarıyor. Anlıyoruz ki bu projeye gönüllü olan kızımızı ailesi vazgeçirmeye çalıştıktan sonra başarısız olunca, onu hapsetmiştir. Başkalarının kızı insanlığı kurtarmak için ölüme yatınca kahramandır ama kendi kızları olunca durum değişir. Anlaşılmaz bir şekilde arkadaşları kararını sorgulamakla kalmaz, soğuk karşılayıp gerekli ilgi alakayı göstermekten acizdirler. Burada yazarın inandırıcılığı sağlayamadığı aşikar. Ama yazarın kitaba hakim olan soğuk ve yalnız atmosferi cıvıklaştırabilecek hadiselerden bilinçli uzak kaldığını düşünüyorum. Sonunda babasını yaralamak zorunda kalarak ev hapsinden kaçar. Ve hedefe ulaşır. Son sayfalarda artık erkek olursa Ray kız ise Rae ismini verdiği müstakbel çocuğuna yazdığı hayat hikayesi olduğu ortaya çıkar tüm kitabın. Böylece kazandığı artı puanla romanı bitiririz.

Sunless-Sans Soleil filminden alakasız bir alıntıyla bitirelim entrimizi.
He wrote me: coming back through the Chiba coast I thought of Shonagon's list, of all those signs one has only to name to quicken the heart, just name. To us, a sun is not quite a sun unless it's radiant, and a spring not quite a spring unless it is limpid. Here to place adjectives would be so rude as leaving price tags on purchases. Japanese poetry never modifies. There is a way of saying boat, rock, mist, frog, crow, hail, heron, chrysanthemum, that includes them all. Newspapers have been filled recently with the story of a man from Nagoya. The woman he loved died last year and he drowned himself in work—Japanese style—like a madman. It seems he even made an important discovery in electronics. And then in the month of May he killed himself. They say he could not stand hearing the word 'Spring.'.

RETRO: Bathory - Blood on Ice (1996)

Bir grup tarzını değiştirebilir, başka müziklere göndermelerle dolu çalışmalara imza atabilir, onda eleştirilecek pek bir şey bulmam. Benim için asıl problem eski tarzlarına geri dönmeleridir. İşte o vakkit samimi olup olmadıkları sorusu aklıma düşer. Primitif thrash bir dönemin ki yerden yere vuruldular hemen ardından baş tacı ettikleri bir atmosferi tekrar sundukları bu Bathory albümünde olduğu gibi. Güvenli liman sonuçta. Tabi ki işler bu kadar basit değil. Grubun müziğe başladıkları vakitte yaptıklarından çok çok ayrı değildi Requiem dönemi. Ayrıca kim bilir zaten bu dönemin geçiciliğini önceden planlamışlardı. Öyleyse farklı bir isim altında o albümleri yayımlamaları uygun düşmez miydi? Detayları eşelemek sadece kafa karışıklığı yaratır ve odağı dağıtır. Konumuz müzik ve Blood on Ice. Baştan sona bir konsept albüm. Koyun melemeleri demirci şıngırtıları nal sesleriyle bölünüyor. Güzel bir intro. Baskın basanındır. Çift başlı canavarın baskınında sadece 10 yaşında bir çocuk kurtulur. Hayvanlar tarafından ormanlarda büyütülür. Hayvanların ve doğanın dilini okumasını öğrenir. Demirden adam olur. Hikayeye eşlik eden besteler görece zayıf bir açılış yapıyor. Harika One Eyed Old Man kısa sürede diyaloga düşerek yaralanıyor. Kaderinde intikam yazılı gencimiz yıllar sonra Odin ile konuşuyor. Bir kılıç alıyor, The Sword fena değil. Sekiz bacaklı bir aygır veriliyor. Ormanın cadısına kalbini, göle gözlerini bırakıyor. The Woodwoman ve biraz daha sönük the Lake fena değil. Albümün enerjik ruhunu yansıtan Gods of Thunder of Wind and of Rain ile cehenneme girmeden önce son duasını dillendiriyor kahramanımız. Sonunsa intikamın alındığını duyuran kapanış şarkısı daha majestik olabilirmiymişneymiş.

8,50/10

27 Eylül 2014 Cumartesi

RETRO: Running Wild - Black Hand Inn (1994)

Korsan teması elbette gruba yabancı değil. Ama belki de en çok Karayip Korsanlarının havasını yakaladığım eserleri bu. Melodik söyleyiş tarzı gayet şık rifflerle birleşince iyi bir iş çıkmış doğrusu. Hem de grancın hüküm sürdüğü zamanlarda öylesine bir direnişin ötesine geçen bir çalışma oluyor bu yönüyle. Diğer bir dyeişle sadece besteler değil sololar üzerine de titizlikle durunmuş. Acayip orijinal yaratıcı olma derdinde değiller. Klasik heavy metal soundu hızdan feragat etmeden en iyisiyle ortaya koymuşlar. Privateer ve Phantom of the Black Hill gibi parçalar eskileri hatırlatan havası ile albümde öne çıkıyor. 90'larda grubun sevdiğim bir albümü vardı diye hatırladığım çalışması bu olsa gerek.

7,50-/10

24 Eylül 2014 Çarşamba

Ghost - Infestissumam (2013)

Okült heavy metal grubu bu yapıtıyla ilk albümde yakaladıkları başarıyı devam ettiremiyor görünüyor. İskelet makyajlı antipapa imajları ve tırnak içinde satanik sözleriyle ne kadar olabilirlerse artık, o kadar pop kıvamına gelen besteleri ve  hard rock tanımını bile zorlayan yumuşamış soundlarıyla yeni dinleyici kitlelerine ulaşabilecekler mi bilinmez. Yalnız müziklerine şırınga şırınga enjekte ettikleri sayke aşısı özellikle bazı gitar tonları ve riflerinde ortaya çıkarak beni keyiflendirmeye yetiyor. Pamuk helva vokaller de cabası. Ah bir de aynı ritmin albüm sonuna kadar sürdürülmesi, sonlarda yer alan zayıf parçaların varlığı gibi bir faktörler birleşince tabir-i caizse sıkıcı anlara sebebiyet vermeseydi. Intro, Per Aspera, Zombie Queen ve ABBA coveri Marionette benim beğendiğim şarkılar oldu. Bir nevi dinlemesi gereğinden fazla kolay olan bu çalışma her ne eleştiri getirilirse getirilsin dinlendiğine pişman etmeyecek dakikalar sunuyor, benden söylenmesi, mırmırmır.

8,0/10

21 Eylül 2014 Pazar

Infected - Breathless Kiss on the Lips of Melancholia (1999)

Türk black metalinin atom karıncası sansasyonel isim Bahadır Uludağlar'ın vakti zamanında kavga dövüşle vokalini bıraktığı Infected'ın, hatta kısa bir süre iki Infected vardı diye hatırlıyorum, ilk uzunçaları olsa gerek. Albüme ses rengini kesinlikle synth veriyor, ambiyansıyla Erikvondaniken-tanrıların arabaları tarzı bir mistisizm havası estirilse de bas bariz yapılan müzik keyboard nağmeleri ile antik yunan mitolojisi konularıyla bir dönem avrupasına hakim romantizm kokan şiirsel sözler yardımıyla melodik black metal türünün altında sınıflandırılabilir. Vokalin tiz çığırışları ile birlikte aslında böyle tok-sert bir sound bulmak son derece güç. Bir anlamda gürültüye bulanmaması ile birlikte, misal sadece keyboardun yalın sesini duyduğumuz anlar var, türü içindeki diğer örneklerden farklılaşıyor. Prodüksiyon kalitesi belli, sadee kaset baskısı vardı diye anımsıyorum. Yerli pop şarkılarına ve elbette albümlerine en çok getirilen eleştirilerden melodi eksikliği ve sığlığı sorununu çözmüş bir örnek olarak takdir edilesi bir çalışma ortaya konmuş. Bu yönüyle Captive in Evil Place, Chalice of Nepenthe biraz da Arid Plains of Inferno parçaları çalışmada öne çıkıyor.

7,0-/10

20 Eylül 2014 Cumartesi

Third Eye Blind - Third Eye Blind (1997)

90'larda popüler müzik piyasasını singlelarıyla birlikte bir sürü alternatif pop-rock grubu istila etmişken günümüze ne yazık ki pek azı kalabildi. Hatta single ve video bazlı çalışmalara sırtını dayamak ya da halkın ve gençliğin ortaklaştığı en geri duygu ve düşüncelere hitap ederek sömürmekten kaçınmamak gibi eleştirilerle daha sonradan bu çalışmaların önemi yeni kuşaklarca gözardı edildi. Ki benim için bu şarkılar zamanında canciğer pazı dolması olmuştu. Bu albüm ise özellikle o yıllarda ses getiren Semi-Charmed Life ya da How Is It Going To Be gibi şarkılarla grubun başarılı bir çıkış albümü olmuş durumda. Daha da ilginci az ötede yukarıda getirdiğim eleştirilerden de bir derece azade olduğu görülüyor. Çünkü albüm birden çok çok fazla iyi şarkı içermekle kalmıyor sözlerle duruşu ile zamanın ruhunu amerikan mekanında yakalamış görünüyor. Vokal duygusuyla samimiyetiyle ile renk katıyor. Besteler çok incelikli işlenmemiş olsa bile hemen her biri dinleyiciyi esir alacak bir melodi bir rif bir gitar tonu bir nakarat birbirşey ile keççi renklendirilmiş durumda. Şarkıların çoğu aslında tam radyoluk, günümüzün radyo çalınma kriterlerine göre biraz sert kaçsa da. Bu haliyle değişik değişik parça isimlerini yine az ötede yukarıda bahsi geçen şarkı adlarına ekleyebilirsiniz: London, Thanks A Lot misal. Bazı ufak tefek kişisel keyifsizlik numuneleri de içermiyor değil. Popüler piyasayı hedeflerken du-du-du'lar, beybiler, tenor sesiyle dize tekrarlamaları gibi ucuz yöntemler her ne kadar albümü boğmasa da varlar, mevcutlar. Yine ilginç bir detay: bu güzel şarkıların bir araya gelince, uzunca süresiyle birlikte sinerji tersi bir etki yaratması. Ardarda bu şarkıları dinlemek biraz yorucu doğrusu.

7,0/10

15 Eylül 2014 Pazartesi

Edvard Grieg / Robert Schumann - Piano Concertos (Zimerman & Karajan) 1993

Önde piyanonun baş rolündeki, arkada full gaz orkestranın işlendiği bestelere piyano konçertosu diyoruz. Piyanonun başına genç bir yaşında becerisini konuşturan Krystian Zimerman geçerken orkestrayı klasik müziğin divalarından Karajan efendi yönetiyor. İlk göze daha doğrusu kulağa çarpan şey piyano ile orkestra arasındaki uyumun bir cerrah titizliğiyle sergilenmesi. Özellikle görece daha komplike Grieg'in konçertosunda bu fark edilebiliyor. Zor bir şey yani, takdirgörülesi bir şey kesinlikle. Kendi eserinde oldukça uçarı, hayali ve soyut bir resim çizmesiyle romantizmin önde gelen temsilcisi olma sıfatını hakeden Schumann'ı bir miktar daha sevdiğimi söylemeliyim. Grieg'in çalışması ise aşırı uçlarda olmasa bile manik-depresif bir hat izliyor ve orkestra patlama anlarında piyanoyu ezmemek için geri çekiliyor gibi duruyor. Evet, evet Schumann'ı dinlemek daha keyifli oldu. Amma bu sıralar farkına varıyorum ki piyanoyu caz usulü tercih ediyormuşum. Böylece, ne senfonisi ne konçertosu ne operası, klasik müziği ihtiyacen dinlemediğimi itiraf etme zamanı geliyor. Öğrenme aşamasında onlarca albüm dinledim, daha gidecek fersah fersah yol var. Yine de bu yolun sonunda aşuk maşuk olmamız pek bi güç bu musiki türüyle.

7,25/10

14 Eylül 2014 Pazar

Alan Badiou - Yeni bir Siyaset için Felsefe

Nelerin altını çizmişim bakalım:
Badiou kendi görüşlerini Platon ve Hegel geleneği üzerinden inşa ettiğini söylüyor. Diyor ki; Felsefe tıpkı matematik gibi herkes tarafından yapılabilir ve herkes içindir, belli bir dil konuşmaz. Ama sonuçlarını belirleyen katı bir kaide vardır. Demokrasi siyasi hakikatin kendisi değildir, bilakis, siyasi hakikati bulmanın yollarından biridir.
İnsanlık bir doğal bütünlük olarak var olmaz; içkin insandışı unsur karşısında kazandığı lokal zaferlerle özdeştir. Biz insan tabir edilen hayvanlar, içimizdeki insandışı unsura dair bu deneyimi kabullenme ve pekiştirme amacıyla bazi gayrimaddi imkanlardan yararlanmalıyız. Korkutucu ve üretken insandışı unsurla, kendini aşan bu insanlıkla ilgili bir simgesel temsil üretmeliyiz. Bu temsil türünü kahraman figürü olarak adlandırıyorum...Kahramanca, çünkü kahramanlık insanın eylemlerine verili sınırları aşan bir edimin damga vurmasıdır. ..Aksi takdirde, insanlık ve insana içkin insandışı unsur arasındaki her türlü diyalektik  ilişki biter ve var olan her şeyi yönetmenin o atonal ve şiddetli evreninde her türlü yaratıcı boyut ortadan kalkar...Dolayısıyla görevimiz ne dini veya milli feda geleneğine ne de nihilist son insanın [Nietzche] geri dönüşüne tekabül eden yeni bir kahraman figürü keşfetmektir.
Devrimci siyaset toplumsal çelişkilerin yoğunlaşmasının bir dışavurumu değil kolektif eylemde bulunma ve kolektif eylem üzerine düşünmenin yeni bir yoludur...kolektif arzuyu ön plana çıkaran devrimci bir siyasetle karşı çıkıyoruz.
Bir yasa neye izin verildiğini ve neyin yasaklandığını değil aslında neyin belirli bir ad altında var olduğunu, neyin normal, neyin adlandırılamaz, namevcut ve dolayısıyla pratik bütünlüğün anormal bir parçası olduğunu belirler. Yasa sorunu..ontolojik bir sorundur: Bir varoluş sorunudur...Bu bağlamda ister istemez arzu sorunu gündeme gelir zira arzu, yasalar çerçevesinde varolmayan bir şeye duyulan arzudur.
Proletarya adı insanlığın kendi kendini olumladığı türeyimsel bir imkandır. Marx'a göre türeyimsel kavramı insanın oluş halindeki evrenselliğini tanımlar...Dolayısıyla Marx'ta siyasi hakikat, tikellik alanında değil türeyimsellik alanında konumlandırılır. Siyasi hakikat bir yasa, zorunluluk veya sabit ilke sorunu değil arzu, yaratım ve buluş sorunudur...Siyaset alanı kendini bir tarafta yasa ve çıkarsanabilirlik öbür tarafta arzu ve türeyimselliğin yer aldığı diyalektik bir evrende ortaya çıkan somut durumlar olarak sunar. Ama bu siyasi bir ayrışma değildir..Siyasi mücadele doğrudan doğruya türeyimsellik ve çıkarsanabilirlik arasında gerçekleşen bir mücadele değildir...Gerçekte yasa,düzen, türeyimsellik ve çıkarsanabilirliğin içiçe geçtiği karmaşık bileşimler sözkonusudur...Klasik tasavvurda devrimci vizyon, saf arzu alanında konumlandırılamaz ..Burada amaç, insanlığın kendisini yaratıcı bir şekilde olumlama arzusundan hareketle arzu ve yasanın kaynaştırılmasıdır...Günümüzde siyasi eylemin mekanı yasaya ve arzuya indirgenemez. Halihazırda bu mekan türeyimsel irade için lokal bir alan açmaktadır.

sakalında çiçekler açsın
sakalında çiçekler açsın
sakalında çiçekler açsın, çocuk

'biz düştük,
onumuz birden düştük'

sakalında çiçekler açsın
sakalında çiçekler açsın
sakalında çiçekler açsın, çocuk
dudağındaki kanı saklasın

Sadık Hidayet - Kör Baykuş

Dönemine göre oldukça ileri bir metin. Coğrafya ve zaman arasındaki çelişkiyi doğu batı sentezinde aşmasını bilen bu roman hayli dramatik bir hayata sahip olmuş olan İranlı yazarın en iyi yapıtı sayılıyor. Diğer kitaplarını okumamakla beraber Kör Baykuş'u bitirdikten sonra bu payeyi hiç bir şüphe bırakmayacak şekilde hakettiğini düşünmemek elde değil.
Bilinçli bir şekilde kendini tekrar eden, kendi çevresinde dans eden cümlelerle karakterler arasında bağıntının içine dahil oluyorsunuz. Hikayeyi anlatan şahsın, babası, amcası ve ihtiyar adam ile aynı kişiliğe bürünmesi, aynı zamanda karısının, annesinin ve hayallerine giren genç kızın aynı hüviyetin parçaları olması hiç de beklediğiniz karmaşık bir okumaya sonuç vermiyor. Şiirselliğe yakın edebi duruşuyla karanlıkta yapılan bir valsın baş döndürücülüğüne okuyucunun kendine kaptırmaması oldukça güç.

13 Eylül 2014 Cumartesi

Kiesza - Hideaway (2014) EP

Klibiyle birlikte Hideaway'i ilk dinlediğimde bayılmamak için bir sebebim yoktu. Baştan sona 90'ların dans müziğini hissettirdikleriyle bugüne taşıyan bu klip şarkısını şu ana dek bir cover bir yeniden yorum zannettim. Şarkıcının prodüktörüyle birlikte besteledikleri bu şarkı yine de ritmiyle melodisiyle belki de gereğinden fazla başka şeyleri hatırlatsa da pop namına tam da aradığım, tam da 70 milyonluk bir millet olarak ihtiyaç duyduğumuz şey. Bu kısa albümdeki diğer 3 şarkı da atmosfer olarak çıkış parçasını aratmasa da elbette Hideaway'in gölgesinde kalıyor. Diğer yandan kızımızın vokali yaptığı müziğe oldukça yakışan iddialı ama sivri kenarı olmayan duru bir ses. Geri kalan şarkılarda elbette misal benim için back vokal atraksiyonları, sevmediğiniz şeyler bulmak mümkün. Yine de hepsinde dinleyicinin kulağını esir alan bir ritim, bir bahane bulabiliyorsunuz. 2. şarkıdaki baslar, 3. şarkıdaki soul ve arenbi denemeleri gibi. Son parça ise 90'lar dans müziğinin prenslerinden Hideaway'in pardon Haddaway'in What is Love isimli hitinin slow bir versiyonu. En azından Kiesza'nın sesinin derinliklerini duyabilme imkanına erişiyoruz.
Tam sürüm albüm için beklentileri arttıran bir çalışma, bekliyoruz efenim.

7,50/10

7 Eylül 2014 Pazar

Pierre Clastres - Devlete Karşı Toplum (Ayrıntı Yayınları 20. Yıl Broşürü)

Ayrıntı Yayınları kendi görüşlerini birebir içerdiği için bu makaleyi broşür halinde basıp kitaplarını alanlara bila bedel dağıtıyordu. 2008 olsa gerek. Kütüphanemde buldum. Aynı ismi taşıyan kitapta savunulan görüşlerin ayrıntısıyla işlendiğini düşünmemiz için bir engel yok. Ama bu okuduğum makale küçük boyutta 32 sayfalık biçimiyle de gayet doyurucu bir çalışma oluyor.  Amazon yerlileri özelinde yapılan sosyolojik çalışmalar neticesinde yazar, Marksist ekonomik altyapısal değişimlerin siyasal üstyapıyı değiştirdiği tezini reddediyor. Göçebe olsun olmasın, avcı-balıkçı-toplayıcı grupların komşu oldukları yerleşik tarımcılarla aynı toplumsal siyasal özellikleri gösterdiği örneğini veriyor. Aynı mantıkla toplumun sınıflara bölünmesinin devletten önce ortaya çıktığı tezini de yadsıyor yazar. İlkel toplumun yapısının ya dışarıdan müdahale  ya da nüfus artışı sonucu devlet denen yapıyla tanıştığını öne sürüyor. İlkel kabileleri yöneten şefin iktidardan yoksun olduğunu ve kabile üyelerinin sıkı denetimi altında olduklarını ileri sürüyor. Yetkilerini suistimal etmeye çalıştığı vakitlerde de gerekli yaptırımlara uğruyorlar, terkediliyorlar. Bu yüzden devlet aygıtının, ilkel şeflik kurumundan türemediğinin altını çiziyor yazar. Anarşist bakış açısının rengini verdiği makale gününün küçük bir kısmını yemek temini için çalışmaya arayan yerlileri genelleştirerek ve idealize ederek bir bakıma primitivizm olanaklarını irdeliyor. Tarihin çarklarının geri döndürülebileceğine şahsen inanmamakla birlikte ufuk açıcı bir metin olduğunu söylemeliyim.

Current 93 - I Am the Last of All the Field That Fell (A Channel) (2014)

Death in June ile bu grubu karıştırdığımın farkına vardım. Benzer kulvarı takip eden grubun beyni David Tibet'in bu uzun soluklu projesinin hem felsefi hem müzikal olarak diğer grupla içiçe geçmesinin bu karışıklığa katkıda bulunması gayet geçerli bir sebep olsa gerek. Fikri olarak Budizm ve Crowley'in işlerini baz alan gnostik bir mistisizmi kastediyorum. Fakat bilemiyorum grubun işlerini dinlemek için bu albümü seçmekle doğru mu yaptım. Çünkü albümün yarısı yarı-melodik ve duru bir sesle okunan arkadan piyano, flüt, klarnet gibi enstrümanlarla desteklenen şiir okumalarından oluşuyor. Tahrik edici olduğu doğru ama biz müzik dinlemeye gelmiştik. 6. parça Mourned Winter Then ile Anthony'nin karakteristik sesini ve arkadan akan piyano bazlı ortaçağ ezgisini duyuyoruz. Bir, bu diğer müzisyenlerin katkısına bir örnek, iki karanlık bir tarzda icra edilmekle birlikte ajitasyondan uzak duran neofolk dinletisinin ne kadar şık bir deneyime olanak sağladığına tam isabet bir örnek. Ancak zirveyi şahsen ben I Remember Berlin Boys'da buldum. Elbette bu noktada piyanonun ve klarnetin caz usulünde icrasının damakta bıraktığı lezzeti es geçmeyeceğim. Kısacası albümün ikinci yarısı ilk yarısını dövmez, nakavt eder.

7,25/10

6 Eylül 2014 Cumartesi

RETRO: Bathory - Octagon (1995)

Grubun en nefret edilesi çalışması. Benim ise bu tarz zayıf halkalara karşı ayrı bir düşkünlüğüm var. Kara ördek yavrısı gibi sıkıp sarmalayasım şefkatlara boğasım geliyor. Sözler bayağı cinayet, bunalım, sosyal konular 90'lara bile göre bile hayli bayat işlenmiş mevzuular; müzik basit melodilere ve klişelere sırtını yaslıyor; şarkılar derinlerdeki punk ve rock sızıntısının tersine gereksiz uzatılmış; çirkin bir sound, çirkin bir prodüksiyon. Yine de buradaki o kara enerjiyi seviyorum. Demek ki biraz sosyopat, biraz da psikopatım, oranlar sırasıyla 2/3 ve 1/3 şeklinde tahmin ediyorum.
Albümün en iyi şarkısının ise bir cover olması, Deuce, bir şeyleri daha net ifade ediyor sanırım. Zorlayınca Şiziniti, Börn tu day felan da diyebilirim yani. Koro halinde yükselen suçlamalar dolayısıyla yaratılan beklentilerin tersine dinlenebilen bir çalışma. Hoşlanmak ise kişiye kalmış.

6,50/10

3 Eylül 2014 Çarşamba

RETRO: Running Wild - Pile of Skulls (1992)

Haftalardır süren sağanak sağanak çalışma tempoma bugün için ben şahsen kasten olmasam bile bünyemin isyanı neticesinde kısa bir ara vererek normal, erken değil, normal saatte işten çıkabildim evelallah. Hava aydınlıktı ayrıldığımda, ne de çok zaman varmış aslında akşamları. Misal hala geceyarısı olmadı. Dizi üzerine dizi, sayfa sayfa kitap, internette sörf, zaman geçmiyor. Garip vallahi garip. Bu değerli dakikalarımı daha önceden dinleme imkanı bulduğum, o zamanlar işte benim grubum diyemediğim, şimdi tekrar dinlediğimde de hiç de fena bulmadığım ama hala işte benim grubum diyemediğim Running Wild'ın bilmemkaçıncı albümüne ayırıyorum. Eski bildik Running Wild. Zaten bu istikrarlı çizgileriyle bir dinleyici kitlesini kemikleştirmiş durumdalar. Sololar, eh biraz rif ve bazı bazı melodilerin ayırt ediciliği sayesinde albüm en azından diğerleri arasında kaybolmuyor. Arkadaş, ben bu yazdan bir şey anlamadım. Yavaşlasa saatler...

7,0/10