28 Eylül 2018 Cuma

Yat-Kha - Aldyn Dashka (2000)

Tuva müziğinin progresif yüzü Yat-Kha. Nasıl Mali ve Nijer'in Tuareg yada çöl rock'ı varsa bu da bozkır rock olsa gerek. Gırtlaktan söyleme tekniğinde becerilerini sergilemekten ziyade folk ezgileri rock enstrümanlarıyla birlikte yorumlamaktan geriye kalmıyor grup. Diğer sevdiğim grup hemşerisi Huun-Hur-Tuu'ya istinaden vokalin tekleşmesi zayıflığı. Ama diğer bir fark gelenekselin dışına çıkması.  Slavik bir tad bırakan Oi Moroz, neredeyse ağlatıcı güzellikte Sambazhyktyn-Yry albümdeki favori şarkılarım.

8.0/-10

27 Eylül 2018 Perşembe

Spoon - Gimme Fiction (2005)

Dans rock tınılarının da ilk kez denendiği, hareketli ve eğlenceli ve gruuvi bestelerle birlikte indie rock'ın sıkıcılığından sıyrılan bu çalışmayı oldukça beğenerek yine grubun hayranlarından sanırım ayrılıyorum. Önceki kayıt ile birlikte değerlendirince Wilco, Death Cab for Cutie, British Sea Power, Modest Mouse gibi indie rock gruplarının albümlerinde de benzer şeyleri yaşamış ve çok da farklı şeyler dillendirmemiştim. Bu albüm ise farklı ve farkların çoğunu da ilk cümlede sıraladım. Ayrıca seslerde ve tempoda farklılıklar denenerek çeşitlilik de sağlanmış durumda. Melodiler keskin ve yahut gürültülü değil ancak yine de belirgin.  I Turn My Camera On, My Mathematical Mind, Was It You? gibi ritmik eserlerin yanısıra  I Summon You gibi melodik bir şarkıyı da beğendim. Kapak da güzel, daha ne olsun?

7,75/10

25 Eylül 2018 Salı

Franz Schubert / Robert Schumann - Wanderer-Fantasie/Fantasie Op. 17 (1996)

Ünlü piyanist Maurizio Pollini tarafından kaydedilen bu çalışma Schubert'in Wanderer Fantasie olarak da bilinen Fantasie in C major, Op. 15 (D. 760) ismindeki bestesiyle açılıyor. Romantik dönemin bestecileriyle aramda bir kan uyuşmazlığı var. Bu parçaya ise farklı bir sebeple tam ısınamadım. Belli bir motifin farklı şekillerde icrasına dayalı dört hareketten oluşan beste yeterince romantik değil. Fazlasıyla güçlü ve keskin, hatta belli anlarda kabaremsi bir atmosfere bürünüyor. Teknik olarak zorlayıcı olarak nitelendirilen besteye Pollini'nin katkısı mıdır, aslı mı bu şekildedir, bilemeyeceğim.
Schubert gibi aynı devrin adamı Schumann bestesi Fantasie op. 17 3 hareketten oluşmasına rağmen daha uzun. Teknik olarak sadece beceri değil sıkı ve disiplinli bir icracı gerektirdiği çok bariz. Ve kayıtta bunun başarıldığını da gayet net duyabiliyoruz. Enerjisi, draması daha dengeli ilerlemekle birlikte doğrusunu söylemek gerekirse benim gibi klasik müziğe amatör bir kulağa karmaşık gelme olasılığı yüksek. Yani bana biraz fazla geldi. Yine de son parçayı oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Genel olarak da serviste sabahları dinlendirme görevini layığıyla yerine getirdi. Kapağı metalcilerin de kullandığı tanıdık bir tablo süslemekte. Bu kadar.

7,0+/10

23 Eylül 2018 Pazar

Wolfmother - Cosmic Egg (2009)

İkinci albümleri Cosmic Egg ile değil, çıkış albümleri ile rock camiasını sallayan gruba sırf bu sebeple gıcık olmuştum. Popüler şeylerle alakam olamaz, hah ve de hah. Nedense bu ikinci albümleri denk geldi, oradan dinlemeye başladım. Ve daha ilk şarkıda vuruldum. Tanıdık sesler ama modern daha doğrusu canlı berrak yorumlar. Cazırdanak riffler. Enerji enerji enerji. Vokal Ozzy'ninki gibi genizden ve biraz da tiz. Hard rock namına 2000'lerde yapılan güzel işlerden. Orijinalliğini sorgulamayın diyeceğim de hard rock 50 sene sonra ne kadar yaratıcı olabilir ki zaten? Ancak Blues Pills dinlerken farkına varıp söze dökemediğim şey bu albümü dinlerken somutlaştı. Sessizlikten faydalanıp bestenin dinamizmini ve işitsel yelpazeyi geniş tutabilmek. İşte bu kayıt bunda başarılı.

8,0/10

22 Eylül 2018 Cumartesi

Thy Catafalque - Geometria (2018)

Thy Catafalque türler arasında geçişmeleri seven öncü bir metal grubu manasında sevdiğimiz arkadaşlardan oluşuyor. Sıkça önceki albümleri hakkında da giriş yaptığımdan dolayı tanıtıcı mahiyette bir şeyler karalamayacağım. Bu son albümde daha önceki kayıtlarında yaptıkları işleri bir araya getirip güzelleştirdikleri kanatindeyim. Güzel progresif incelikler, folktrik ezgiler çok daha ustaca detaylandırılmış. Yalnız sorun şu ki altyapı olarak metal değil artık elektronika tercihi fazlasıyla belirgin. Metal süs niyetine, sıva niyetine kullanılmış intibası veriyor. Hani sık sık derim ya metal dinleyeceksem ince, geçici, uçucu bir prodüksiyon değil tok, kulak dolduran tonları seviyorum diye. Aklımda kalmıyor yani bu albüm. Sevdiğim bir cümleyle veda edeyim. Yapacak bir şey yok...

7,50-/10

20 Eylül 2018 Perşembe

Taemin - MOVE (2017)

Güney Kore'li Shinee grubu üyesi Taemin'in ikinci solo albümü oluyor Move. Albüme ismini veren şarkı ve üç ve hadi dans performansını da sayarsak dört klibiyle dikkatleri çekmişti. Kibarlık gereği androjen diye nitelendirilse de kıvraklığıyla gayet feminen çizgiler taşıyan sansasyonel dansı gerçekten de göz dolduruyordu. Minimal hareketler, Blade Runner teması, seksapellik vessair. Şarkı da hiç geride kalmıyor, seksenlerin synth popunu tekrar gündeme getiriyordu. Gayet şık bu şarkı, hem modern pop tarzında neden K-pop dinlemeyi tercih ettiğimin yegane cevabı hem de albümü dinlemek için yeterli sebep olmakta. Üstelik diğer şarkılar da ayrıksı ton, harmoni, solo gibi farklılaştırıcı özellikler sayesinde vasatın üstünde performans göstermekte. Misal Thirsty, Stone Heart gibi... Yalnız bir şarkıda Sia, diğerinde de Seal gibi batı sanatçılarını hatırlatan harmonileri duydum ki pop namına kulağım zengin değildir. Bu da K-pop'un genel bir sorunu. Batıdan al, değiştir, tekrar sun.

7,25/10

18 Eylül 2018 Salı

RETRO: Tiamat - Wildhoney (1994)

Tiamat çok da bana hitap etmemekle birlikte bu albümün baştan sona düzenlemesi, kısa ara parçaların uyumu dahil  ve sessel konseptiyle özellikle, neden grubun baş yapıtı olarak değerlendirildiğini tamamiyle anlıyorum. Metal harici öğeler sızmakla beraber henüz gotik metal kulvarını terk etmemişler. Üstelik Gaia gibi introsu ikonik bir parça da içermekte. Uzamından dolayı iniş çıkışlarıyla progresif müdahaleleriyle ve atmosferiyle birlikte düşünüldüğünde dramatik bir roman havasını taşımakta. Gruuviliğin tersi bir durum aslında.

7,50+/10

Steven Brust - Teckla : Bir Vlad Taltos Macerası

Serinin üçüncü kitabı bana göre ilk ikisinin tadını hem ironik mizahı ile hem de kurgusuyla veremiyor. Halbuki sosyalist düşünceye sahip yazarı doğulu insanlar ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Teckla sınıfının ittifakına dayalı  devrimci süreci kurgunun göbeğine yerleştirmesine rağmen. Daha da ilginci yazarın bireyselliğe yatkın Vlad'ı eleştirel bir konuma sokarak bir nevi şeytanın avukatlığını yapması.
Vlad karısının kendisine haber vermeden devrimcilerle ortak çalıştığını öğrenir. Devrimciler ise çoktan merkezlerinin bulunduğu mahalledeki kirli işleri yöneten Herth ile bir mücadele başlatmıştır. Çevrelerinden biri suikaste uğrayınca Vlad,  karısını korumak için, itirazlarına rağmen senaryolar yazmaya, entrikalar örmeye başlar. Kimi zaman imparatorlukla, çoğu zaman Herth ve devrimcilerle papaz olması işten bile değildir. Karısıyla da arası bozalacaktır. Kısacası kimseyi memnun edemediği bu kördüğümün içinden nasıl çıkacaktır? Okumak lazım.

16 Eylül 2018 Pazar

Hüseyin Kıran - Gecedegiden

Dilin ve kurgunun sınırlarıyla karanlık nemli soğuk odalarda (neşeliçocuk sesleriyleçınlayan bir parkta yazıldığını hayal bile edemem bu metnin) oynayan Hüseyin Kıran'ın bu ikinci romanı kendine Gecedegiden diye bir isim veren ve 14 yaşında doğduğunu iddia eden sosyopat psikopat (evet basitleştiriyorum) bir gencin kekeme, aksak düşüncüleri üzerinden inşa edilmiş. Bir bakıma topluma, hayata ve kendisine dair düşünceleri ve yargıları dışarıdan görüldüğü gibi olmayabilir. İşlerine ve cinsel ihtiyaçlarına istinaden yarattığı golem aslında büyük ihtimalle, anladığım kadarıyla çocuk yurdundan kaçırdığı bir kız çocuğu, belki de kızkardeşi. Bütün cinayetler belki aklında tasavvur ettiği bir tür savunma mekanizması. Gerçek olan şey şu ki başkarakterin gerçeklikle ilgili sorunları var. Eleştirdiğim tek nokta karakterin kültürüne baktığımızda, verili olduğu kadarıyla, boynunu aşan felsefi çözümlemeler ve kelimeler kullanması. Yazar ve karakterin arasındaki sınırın muğlaklığına dalalet ediyor bu da. Velhasıl sevgiliye hediye edilecek bir kitap değil, tabi kafanıza fırlatılmasını istemiyorsanız eğer. Neyse ki kalın ve ağır da değil. Demir leblebi diyorlar ya. Benzer tarzda yazan yerli bir yazar varsa tavsiyeler beklenir, efendim.

Boşlukta kalınca içi boşalıyor insanın, kurtarılmayı bekliyor. Oysa bizi hiç kimse hiçbir yerden kurtaramaz.

Etrafımda sürüp giden itiş kakışa hayret ve özlemle baktım. Meğer neler kaçırmışım. Meğer dünya kaynıyor...

Erkan Oğur & İsmail Hakkı Demircioğlu - Anadolu Beşik (2000)

Bu kayıttaki türkülerin yarısı benzer bir tarzda yorumlandığından ve bunu daha önceden duymuş olduğum için Anadolu Beşik, bende çok büyük etkiler uyandırmadı. Bu tarz öyle ağır ve yavaş ki Karadeniz Türküsü ile semah'ı bile birbirinden ayırt edilemez kılmakta. Orijinaline sadık, muhafazakar bakış açısının vardığı sonuçlardan biri olabilir. Neyse, Erkan Oğur albümlerini kronolojik olarak dinlediğimden dolayı yine İsmail Hakkı Demircioğlu ile birlikte kaydettiği Gülün Kokusu Vardı'nın tahtının sallanması güç görünüyor. İlk bu kaydı dinleseydim aldığım keyif şüphesiz ki artacaktı. Hatırlarak, albümün yarısı bu şekilde demiştim, Zahit Bizi Tan Eyleme ve Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla gibi dinamiği farklı işleyen kuvvetli şarkıları unutmamak lazım. Farklılık demişken de Barış Güvercini gibi içinde füzelerin geçtiği modern yorumların şahsımda yarattığı şaşkınlığı da kastetmemiştim, doğrusu.

7,25+/10

13 Eylül 2018 Perşembe

The Cure - Pornography (1982)

Robert Smith'in vokaline alıştığınıza düşünürsek, Cure'un bu albümü kabul edelim ki bir Disintegration değil. Ancak oralara yakın bir yerde. Karanlık bir atmosfer, dikkat çekici düzenlemeler ve leziz melodramatik riffler. Yaptıkları müzikle o enteresan vokal birbiriyle oldukça uyumlu. One Hundred Years, A Strange Day, The Hanging Garden gibi kişisel favorilerimin olduğu albüm baştan sona tutarlı bir işitsel konsept sunuyor dinleyicinin kulağına. 80'lerde zirveye ulaşan post-punk türüne çok giremesem de her dinlemem bana ilginç şeyler sunuyor. Ya da işin büyüsü The Cure'da, bilemiyorum.

8,50-/10

11 Eylül 2018 Salı

Pelican - Australasia (2003)

Post rock'ın serti manasında post-metal dediğim ama piyasada atmosferik sludge metal deyiminin geçerlilik kazandığı türdeki bu albüm için kısacası iyi diyebiliriz. Şarkılar arasındaki ayrımın sınırları da güçlü. Gönül isterdi parçalar içinde de kreşendo güçlü olsun. Bir de insan sesinin sıcaklığı eksik. Manalı sözler değil, caz üstadı Keith Jarret'in abartarak yaptığı ahlar uhlar bile yeterli olurdu. Neyse kadı kızında bulabildiğim eften püften kusurlar bunlar. Bir kaç daha iyi olabilirdi notları sadece. Drought şarkısında zirve yapan ezici buldozer riffler diyerek sözlerimi noktalıyorum.

8,50-/10

9 Eylül 2018 Pazar

Drudkh - Їм часто сниться капіж (They Often See Dreams About the Spring) (2018)

Atmosferini tekrara dayalı rifflerle sağlayan bununla birlikte vokal başta olmak üzere agresif tavrını kaybetmeyen melodik yanı da güçlü bir black metal albümü bu. Ukraynalı grubu farklı dönemlerinde kronolojik sıra gütmeksizin bir kaç albümünü dinlediğim için bu son kaydını nereyle ilişkilendireceğimi bilemedim. Lakin türe özgü yenilikler yok gibi bir şey değil, bariz yok. Belki şeddesi kuvvetli. Ve uzun şarkılar birbirine benziyor. Albüm bir solukta akıp gidiyor ama dediğim gibi, somut örnek ilk ve üçüncü şarkı arasında ayrım çizgisi nerede bilemiyorum. Bu güzel şarkılar maalesef kaydın bir kısmını oluşturuyor. Diğerleri belirttiğim havaya gerekli desteği sağlamakla birlikte kaydı aranıp sorulur bir kimliğe kavuşturamıyor.

7,25-/10

Attack on Titan (1-2. sezon) - Black Mirror (3. sezon) - Star Trek :Next Generation (Uzay Yolu 6-7 Sezon)

Yine aykırı adam rolüne bürünüp çok sevilen Attack on Titan anime dizisi hakkında bir kaç eleştirel kelam edeceğim. Farklı olmasına farklı, nefes nefese izletmesini de biliyor. Lakin rahatsız edici ufak tefek şeyler var ki birikince karın ağrısı yapıyor. Hülasa abartılmış bir dizi bana göre. Yine de insan doğasına hitap eden bir açlığı dindirmekte de o kadar başarılı. Kan gövdeyi götürür bir şiddet ve yavaş yavaş belki de gereğinden fazla yavaş açımlanan gizem öyküsü. İzleyeli beri uzun zaman geçtiği için aklımda kalanları sıralarken unuttuğum şeyler illaki olacaktır. Bir, kendilerinin tek insan ulusu kaldığını zanneden ve 3 seri dış duvarla çevrili bir ülke (evet başlarda anlamıyorsunuz ama Almanya kadar büyük bir ülke olduğunu düşünün). Dışarıda akılsız , dürtüyle hareket eden dev sürüsü dolanıyor. Katır kutur insan yiyor bu devler. Bir demiştim, inanılmaz kanlı görüntüler. Canlı canlı annesinin bir dev tarafından yenmesini izleyen Eren namındaki çocuğu aklınıza getirirseniz bu şiddet duygusallıkla birleşip bilinçaltına iz bırakmayı amaçlıyor. Çok hoş değil. İki: hikaye yavaş yavaş açılıyor, pek çok şey daha sonra anlamına kavuşuyor. Bir savaş 4-5 bölüm sürüyor. Sonuçta internette bu devler nereden çıkıyor, bu arkadaki komplo hikayesi nedir diye kendinizi araştırıyor buluyorsunuz. Üç: Eren, her ne kadar özel gücü sebebiyle baş karakter görünse de kızkardeşi paniğe kapılmayan akılcı soğukkanlılığı ve iyi dövüş teknikleri sebebiyle sahneyi ondan kolayca çalıyor. Eren'in iki lafından biri bağırmalı ağlak sinir krizleri şeklinde cereyan ediyor. Savaş sahnelerinde dakikalarca donup kalan, travma geçiren, şoka giren diğer karakterler de bir noktadan sonra off, bitse de gitsek, yeter tepkisi uyandırıyor. Dört: Çizimler elle yapılmış etkisi verilmeye çalışılsa da dijital. Belli yerlerde göze batıyor, doyurmuyor. Ben eski okul Hayao Miyazaki hayranıyım. Beş: Şimdi gelmedi aklıma amma illaki vardır eklenecek bir şeyler.

Black Mirror, hala yüreğimi sıkmaya devam ediyor. Bölümlerin arasına haftalar katıp izleyebiliyorum. Bu sezonda önceki sezonlarda incelenen olgulara benzer tekrarlar olduğu gibi daha deneysel ve şaibeli konular da işlenmiş. Buna bağlı olarak başkalarının pek sevmediği bölümler bu sezonda karşımıza çıksa da ben farklı yönelimleri genel olarak beğendim. Oyunculuklar da ben İngilizim diye bağırıyor, müthiş. 1. bölüm konusu insanların birbirini sosyal uygulamadan puanlayıp statü yükseltmeye çalıştığı bu yüzden de sahte bir şekilciliğin kol gezdiği bir ortamda geçiyor. Utandırıcı rezillikte anları olsa da sonu gülümsetiyor, umutlandırıyor. 2. bölüm Inception içinde Inception. Gerilim had safhada. Nefesinizi tutacak ve tepkisiz kalamayacaksınız. 3. bölüm: Görünmeyen bir el internet ve telefon gibi aletlerde yaramazlık yapan insanlara şantaj yaparak acayip bir kurgunun içine sokuyor. Adaletin gizli ve kanun dışında biri tarafından sağlanması ana konu olsa da karanlık sırlara sa
hip olan ve bölümde acımasızca cezalandırılan kişilere, özellikle o çocuk, empati hissedilmesi amaçlanmış. Şok edici, düşündürücü bir hikaye. "Altı üstü bir resim" deyip geçemiyorsunuz. 4. bölüm: Ölümcül hasta kişiler her hafta sanal uygulama ile istedikleri dönem, seksenler, doksanlar temalı San Junipero adındaki bir kasabada eğlenmeye bakıyorlar. Bir nevi içine girip hissedebileceğiniz bir SimCity. Ve iki kadın birbirine aşık oluyor. Ama unutmayın gerçek dünyada yaş ve görüntünüz çok farklı olabilir. Hatta sanal bir bellekte sonsuz yaşama ne dersiniz? Bu bölüm ağır ilerlemesi, aykırı bir aşk hikayesi ve teknolojinin sadece gölgesinin bulunması gibi sebeplerle bizim izleyiciden tepki çekse de ben çok beğendim. 5. bölüm biraz zayıf kalıyor. Acemi askerimiz dünyayı istila eden insanımsı yaratıklarla savaşta gerçekleri görmeye başlıyor. 6. ve son bölüm tam bir sinema filmi tadında. Twitterda en çok nefret girdisi alan kişi esrarengiz şekilde ölmeye başlıyor. Psikopat birisi böyle bir yarışma başlatmış. Polis arkadaşlar olayı çözmeye ve durdurmaya çalışıyorlar.
Uzay Yolu'nun Next Generation alt başlığını taşıyan serisi izlediğim 6 ve 7. sezonlarla sona eriyor. O kadar çok izlemeye alışmışım ki artık ailedenmişler gibi hissediyorum. Picard dedem misal bakınız solda. Sezonu sonlandıracağız diye son bölümlerde şu çocuğun fiziki dünyamız kurallarını çiğnemesi, Klingon Betazoid yakınlaşması gibi enteresan fikirlerle bağlamalar yapmaya çalışmışlar. Yine de bayağı bayağı hoş bölümler var. Özellikle bir bölümde de olsa düşük rütbeli subayların hayatına odaklanması güzel bir fikir. Zaman yolculuğunu konsept olarak sevmesem de bu dizide güzel kotarıyorlar. Neyse, güncel bilimkurgu dizilerine bakıp arkasından tekrar Uzay Yolu kervanını yürüteceğiz bakalım hayırlısıyla.

7 Eylül 2018 Cuma

Ulver - The Assassination of Julius Caesar (2017)

Black metal ile başlayıp folk'a, elektroniğe, ambiyansa uzanan ilginç yolculuğun son durağı synth pop oluyor. Synth pop söz konusu olunca da seksenlerin etkisi göz ardı edilemez. Nasıl MGMT'nin son albümünü dinlerken aklıma Pet Shop Boys geldiyse, elbette birebir denklikten bahsetmiyorum, bu albüm de karanlık atmosferiyle Depeche Mode'u hatırlattı bana. Zaten başka bildiğim bir grup da yok bu türde. New Order olabilir bak şimdi aklıma geldi ama onların da pek müziklerini bilmiyorum. Neyse , itiraf etmek gerekirse ilk dinlediğimde albümü pek sevmedim. Zamanla alışabildim. Hala bir kaç şarkıya hakikatan vallahi tillahi ısınamadığımı söylemeliyim. Aksi olsaydı zaten albümün bende bıraktığı intiba da daha yüksek olurdu. Ancak deneyselliği abartmadan yapılan zekice düzenlemelere ve ambiyanstan gotiğe uzanan ince ince işlenmiş etkilenmelere hayran kaldım. Özellikle Rolling Stones ve Sothern Gothic pek seviştiğimiz şarkılar. Albümü açan  Nemoralia albümü layıkıyla temsil edebilecek tam bir single parçası ki şimdi baktım gerçekten de tekli olarak yayınlamışlar. Ben bu müzik işini biliyorum. So Falls the World'un teknoya bağlanmasını pek beğendim, uzasaydı o bölümü keşke.

6 Eylül 2018 Perşembe

Tord Gustavsen / Simin Tander / Jarle Vespestad - What Was Said (2016)

İlk dinlediğimde işte tam da aradığım bu nidalarıyla karşıladığım kayıt piyano ve sakin kadın vokaliyle beni mestetmişti. Minimallik en alasından. Ve çok çabuk sıkıldım kısa süre içinde. Ağır, vokal tarzı hep aynı, bayıldım. Sadece uygun modda dinlenmesi gerekmiyor, o nadir modu da bulmak lazım. Bulduğunuzda da o sihirli anı, şarkıların bazılarının hiç de fena olmadığını duyuyorsunuz. Netekim zor zanaat bu albümü dinlemek. Bu arada kapağı pek bir şıkmış.

6,50+/10

5 Eylül 2018 Çarşamba

MGMT - Little Dark Age (2018)

Albümün başlangıcı çok iyi. Orta ve sonlarda yavaş tempolu bir kaç şarkı bana uymasa da düzenlemeleri ile ve tabiki seksenleri günümüze taşımasıyla ve şarkıların ayrı bir hüviyetinin olması ile gayet kulağa hoş gelen bir kayıt konumuna erişmekte. Zaten bu senenin en iyi eleştiri alan albümlerinden biri oluyor Little Dark Age. Sayke soslu synth pop ikilisinin 2008 tarihli ünlü çıkış albümlerini dinlemiştim. Aradan geçen on sene ve diğer iki albüm neticesinde sivri taraflarını törpülemiş ve olgunlaşmış görünüyorlar.  Bu sofistike halleriyle de indie pop piyasasının en büyük isimlerinden biri olmayı hakediyorlar. Nihayetinde pop albümü, bilirsiniz ben gitar sesi dahil kulağı dolduracak somutlukta şeyleri seviyorum. Buna rağmen bir türlü o istediğim doygunluğu sağlayamasa da bestelerin güzelliği şaşırtıcı.

7,25+/10


4 Eylül 2018 Salı

RETRO: Tiamat - The Sleeping Beauty: Live in Israel (1994) EP

Clouds ve Astral Sleep albümlerinden devşirilen sadece 5 şarkıyı içerir bu kısa albüm ismi üstünde konser kaydı. Şarkı seçiminin başarısı ve benim genelde konser kayıtlarını seviyor olmam bu albümden de hoşlanmamın belli başlı gerekçeleri. Yalnız kısa süresi ve bootlege benzer ses kalitesi para verip dinliyor olsaydım beni illet edebilirdi. Seyirci sesi de daha duyulur olaydı pek bir hoşbeş olurdu. Niye tam takım bir konser kaydını yapmadıklarını anlayabilmiş değilim. Yine de doom death metal türünde açlığı gidermese de aperatif olarak tatmin ediyor.

8,0-/10

2 Eylül 2018 Pazar

G. Willow Wilson - Elif

Yazar diyor ki "üç öncelikli kitlemle (çizgi roman geekleri, NPR'dan edebiyatçı tipler ve Müslümanlar) çoğunlukla ayrı ayrı konuşmak durumunda kalıyordum. Müslümanlarla konuşabileceğim ama hiçbir gayrimüslimin anlamayacağı, geek arkadaşlarıma bahsedebilsem de din kardeşlerimin şok edici bulacağı ve bir de New York Times'ın Pazar baskısını haftalık olarak hatim etmeyen insanları muhtemelen sıkıntıdan öldürebilecek, sapıkça bir zevk aldığım sosyo-politik mesleki muhabbetler var" Bu üç kitleyi de birleştirecek bir roman Elif. 2013 World Fantasy ödüllü romanın konusu bir şeyhin yönetiminde baskılardan muzdarip farklı kökenli göçmen toplulukların emekleriyle yaşayan bir Ortadoğu kent devletinde geçiyor. Hackerlık aleminde Elif mahlasını kullanan Hint kökenli din kardeşimiz, özgürlükler yürüsün diye İslamcısından pornocusuna her talep edene tabi cüzi bir rakam karşılığında internet dünyasında yardım ediyor. Diğer yandan zengin bir Arap kızına aşık, mercimeği fırına bile vermişler. Tam da sanal alemde El dedikleri devletle çalışan bir tipin bilgisayarına sızdığı günlerde bu kız da gelip biz ayrılalım, bana çok zengin bir talip var, reddetme gibi bir hakkım da yok, beni unut demesin mi? Elif, öyle bir algoritmik bir yapıyı kızın bilgisayarına gönderir ki kızın sanal profilinden parmak izini keşfetmeyi başarır ve onun kendisini tabiri caizse unutmasını sağlar. Spoiler'a girmeden bu hikayede sırf gıcıklık olsun diye kara çarşafa bürünmüş çocuğa hayran bir komşu kızı olduğundan da bahsedelim. Karakter olarak Elif'den çok daha güçlü hemde. Sonrasında devlet tarafından aranan ikiliye dönüşür Elif ve komşu kızı Dina. Maceraları ilginç kişilerin yanına sürükleyecektir onları. Cinler ve ifritler'in yönetimindeki öte dünyaya kadar diyeyim. Diğer yandan da devrimin ayak sesleri kendi ayaklarının takırtısıyla doğacaktır.
Arap Baharı'nın ortamından etkilenen roman İslami bir coğrafyanın realitesi ile İslami mitolojiyi birleştirerek ve bu coğrafyanın sosyal değerleriyle uyumlu bir hikayeyi dağılmadan tamamlama konusunda başarılı. Bunu sonradan müslüman olan Amerikalı kadın bir yazarın kaleminden okumak da tarihin ayrı bir cilvesi olsa gerek. Ancak kurgusal sorunlar hiç yok da değil. Başka bir hacker Yenibölge'nin ki kendisi de ultra zengin bir prenstir ne gibi motiflerle muhalefete geçtiğini anlayabilirim bir dereceye kadar ama korkak ürkek kimliğiyle şimdi burada anlatmayarak spoiler vermekten kaçınacağım hayati yardımı niye yapar, bu havada kalan bir soru. Diğer nokta da deus ex machina olgusunun yani her şey karmakarışıkken, sallıyorum herhangi bir kurguda arkadaşlar açlıktan geberiyorken, Mısır'dan zengin bir akrabanın miras bırakması gibi ani ve saçma yada saçma ve ani yazar müdahalesinin göze sokulurcasına romanda ve yahut tiyatro oyununda ve yahut sinemada kısaca herhangi bir yazılı metinde yer alması beni mutsuz ettiği gerçeği. "Söylesene bana bir Sila'yı tanıdığını daha önceden neden söylemedin? Öyleyse puff puff gerilmeye gerek yok mutlu son" Okuyan anladı.

1 Eylül 2018 Cumartesi

Kesmeşeker - Aşk Ve Para (1993)

Şu an soundu eski gelse de kulağa benim gibi eski kafaların nostalji niyetiyle dinlerken bayram edeceği bir çalışma. Hoş, doksanlarda çocuktum, Kadıköy'ün Taksim'in barlarına yaşım yetmezdi ama bu albümü dinlerken klask rock ile bar grupların tarzının tam da belli bir dönem İstanbul'un ruhunu yansıtır şekilde birleştirmesi keyfe turbo boost etkisi katıyor. Çünkü işin içinde samimiyet diye bir şey katmışlar. Kesmeşeker'de vokal harmonilerin benzer şekilde kullanılması sorunu da bu kayıtta çeşitlilik sağlanarak alt edilmiş görünüyor kısmen. Gerçekten Özleyince, Aşk ve Para, Ekmeğin Emrindeyim gibi klasikleri içerir. Yanında bira ile iyi gider, ama patlamış mısır değil kuruyemiş olacak.

8,25/10