Sonu başta söyleyelim, Şöyle diyor yazar: Ben nihilistim. görünümleri (ve görünümlerin sahip olduğu ayartıcılığın), anlamın (yeniden canlandırma, tarih, eleştiri vs.) lehine yok eden muazzam süreci XIX yüzyılın en önemli olayı olarak kabul ediyor, varlığını onaylıyor ve sorumluluğunu alıyorum...XX.yüzyıl ya da post-modernleşme tarafından gerçekleştirilen ve bir önceki yüzyılda görünümlerin yok edilmesine eşdeğer muazzam anlam kıyımı sürecini ikinci bir devrim olarak kabul ediyor, varlığını onaylıyor, sorumluluğunu üzerime alıyor ve çözümlüyorum. Anlamla saldıranı, anlamla öldürürler. Diyalektik ve eleştiri alanları artık bomboştur...Çözümleme sahnesiyse belirsiz, rastlantısal bir şeye dönüşmüştür. Kuramlar boşlukta yüzmektedir...Bu sistem hegemonyasına, arzuya özgü kurnazlıkların yüceltilmesi [arzu demişken, Baudrillard Deleuze'den pek hazzetmez: Deleuze'ün sunduğu arzu kavramı insanı aptallaştıracak kadar çok anlama sahiptir] , günlük yaşantının devrimci mikrolojisi yapılarak, moleküler (kişisel) düzeyde akıntıya kapılıp, gitme olayı yüceltilerek ya da mutfağı yerlere göklere koyamamak gibi şeylerle karşı çıkılabilir. Bütün bunlar kesinlikle başarısızlığa uğratılması gereken bir sistemi açık bir şekilde başarısızlığa uğratabilecek türden çözümler değillerdir. Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir...Egemenliğini kabul ettirmiş sistemlerde nihilist olma, bu şiddet yüklü ve alaycı çizgiyi sistemin kaldırabileceği en uç noktaya kadar götürerek, sistemi, bu meydan okuma eylemine, ölme eylemiyle yanıt vermeye zorlamak anlamına geliyorsa, o zaman, tıpkı bu işi silaha sarılarak yapan başkaları gibi, ben de kuramsal düzeyde bir terörist ve nihilist olduğumu söyleyebilirim. Bugün başvurabileceğimiz tek silah hakikat değil, kuramsal bir şiddettir. Oysa bu da bir ütopyadır. Gerçek bir radikallikten söz edebilmek mümkün olsaydı o zaman nihilist olmak işe yarayabilirdi.-ölüm , buna teröristin ölümünü de katabilirsiniz, hala bir anlama sahip olsaydı o zaman terörist olmak bir işe yarayabilirdi. Şeyler bu noktada içinden çıkılamaz bir hal almaktadır. Çünkü bu etkili radikal nihilizme, sistem, nötralize edici bir nihilizmle karşılık vermektedir. Sistem de nihilisttir çünkü kendisini yadsıyanlar dahil olmak üzere herkesi bir umursamazlık ve aldırmazlık sürecine sokabilmektedir...Terörizmin de sistemle kendine rağmen suç oraklığı yaptığı nokta burasıdır. Bu politik anlamda bir suç ortaklığı değildir. İnsanların olaylara karşı duyarsızlaşma sürecini hızlandırarak sistemle suç ortaklığı yapmaktadır... Sonuç vermeyen olaylar (ve sonuç vermeyen kuramlar) çağında yaşıyoruz. Anlamı kurtarabilmek mümkün değildir. Böyle olması kuşkusuz daha sağlıklıdır çünkü anlam da ölümlü bir şeydir.
İşte bu noktada kitabın kapağını kapatıp kütüphaneye kaldırabiliriz. Peki bu duruma nasıl gelindi? Kitaba ismini veren kavramların sözlük anlamlarına bakılmalı:
Simülakr: Bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm.
Simüle etmek: Gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi sunmak, göstermeye çalışmak.
Simülasyon: Bir araç, bir makine, bir sistem, bir olguya özgü işleyiş biçiminin incelenme, gösterilme ya da açıklanma amacıyla bir maket ya da bir bilgisayar programı aracılığıyla yapay bir şekilde yeniden üretilmesi. Baudrillard hipergerçeklik ile simülasyon kavramlarını eşleştirir.
Girişte alıntılanan şu sözcükleri okurken akıldan çıkarmamak gerekli:
Hakikati gizleyen şey simülakr değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr hakikatın kendisidir.
Açalım:
Günümüzde gerçek artık minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretilmektedir. Bu sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün olmaktadır. Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız olmayacaktır...Artık işlemsel bir gerçek vardır. Aslında gerçek bu değildir çünkü onu sarıp sarmalayan bir düşsellikten yoksundur.. sentetik bir şekilde üretilmiş gerçek, diğer adıyla hipergerçekdir...Burada bir taklit, suret ya da parodiden değil aslı yerine göstergeleri konulmuş bir gerçek..olayından söz ediyoruz...göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden.
Tarihten örnek olarak hristiyanlıkta ikonaların tapınma nesnesi olarak öne çıkmasıyla ortaya çıkan ikona kırıcılar, ikonoklastlar seçilmektedir:
İkonoklastların, simülakrların sahip olduğu bu mutlak-güçten korkmalarına neden olan şey, ikonoların Tanrı düşüncesini insanların bilincinden silip atabileceklerini sezmesinin yanısıra, sonuç itibariyle bu korkunç hakikatin Tanrı'nın asla var olmadığı, yalnızca simülakrlarından başka bir şey olmadığı düşüncesine göndereceğinin farkına varmış olmalarıdır...Buna karşın ikonolatrlar...imgelerle oynanan bu Tanrı yaratma oyunu sırasında O'nun zaten ölü bir varlık olduğunu ve resimler aracılığıyla gerçekleştirilen bu yeniden canlandırmanın gerçekte hiçbir şeyi temsil etmediğini; bunun yalnızca bir oyun olduğunu ve bu büyük oyunun öneminin de buradan kaynaklandığını (aynı zamanda imgelerin maskesini düşürmenin tehlikeli bir şey olduğunu çünkü imge ya da maskenin gerisinde hiç bir şeyin bulunmadığını) anlamışlardı.
İlgi çekici bir örnekte Amerikan yerlileri üzerinden verilmektedir: Amerikalılar Kızılderili sayısını bu kıtanın keşfinden önceki Amerika'nın sahip olduğu düzeye getirdikleri için kendileriyle övünmektedir...Zira Kızılderili kültürü de diğer kabile kültürleri gibi sınırlı sayıda insanın varlığını zorunlu kılmakta ... Sonuçta Kıılderili nüfusundaki artış simgesel bir cinayete dönüşmektedir.
Günümüz siyasetine bakarsak şu sözler oldukça çarpıcıdır: Güç ilişkilerinin özünde yatan şey, güç ilişkilerine benzememeye çalışarak gücünün tamamını bu gizlilikten almaktır. Bu açıklamaya dayanarak ahlaksız ve vicdansız bir kapitalin ancak ahlaki bir ütopyanın ardına gizlenerek var olabileceği düşünülebilir. Bu açıdan kamusal ahlakı diriltmeye çalışan herkesin (ifşa ya da infial duyma yoluyla) aslında kapitalist düzen için çalıştığı söylenebilir.
Ve bütün kapılar kapatılır:
İktidar muhalefet simülasyonundan yararlanarak kendi yokluğu, kendi sorumsuzluğu ve kendi gücü konusundaki kuşkuları bertaraf etmeye çalışmaktadır...Tüm iktidarlar kaçınılmaz bir çöküş sürecine girmiş bulunuyor. Devrimci güçlerse bu çöküş sürecini ne yazık ki hızlandıramadıkları gibi çoğu kez tersine yapıyorlar. ..Böyle bir süreçle baş edebilmek için sisteme karşı koymaya kalkışmak anlamsız bir girişimdir...Çünkü sistemi öldürebilecek bir şey vara o da sistemin ölümünün engellenmesidir. Sistem de zaten bizden bunu istemektedir: Ölmesini engellememizi ve olumsuz anlamda onu yeniden diriltmemizi arzulamaktadır. Burada devrimci praxis ile diyalektik sona ermektedir...Biz bu gerçek iktidar ve toplumsalı yapay bir şekilde geliştirip güçlendirerek onlardan kurtulmaya çalışıyoruz. Bu işin sonu kuşkusuz sosyalizme çıkacaktır. Bu beklenmedik yön değişikliği ve tarihle hiçbir ilişkisi bulunmayan ironi sonucunda Tanrı'nın ölümüyle ortaya çıkan dinler gibi, toplumsalın ölümüyle ortaya çıkan bir sosyalizmden söz edilebilecektir. ..Bu sonsuza kadar sürüp gidecek bir simülasyon örneğidir. ..Bu simülatif iktidar, bir arz ve talep nesnesidir yoksa şiddet ve ölümün egemen olduğu bir şey değil. Politik niteliğini yitirmiş bir iktidarsa, kitlesel üretim ve tüketim düzenine ait sıradan bir mala dönüşmüştür.
Tersine döndürme kavramı nirengi noktasıdır. Akla Foucoult'yu ve Baudrillard'ın kendisinin Foucoult'nun görüşlerini ileriye götürdüğüne dair iddiasını getirir.
Seni kim psikanalist yaptı sorusuna hekim, sen yani hasta yanıtını verebilir! Bu durumda ters bir simülasyonla çözümlenenden çözümleyene, pasiften aktife geçilmekte ve sonuç olarak kutupların sürekli olarak nasıl yer değiştirdikleri ve dolayısıyla iktidarın bu kısırdöngü içinde kusursuz bir güdümleme nesnesine dönüşerek aslında, nasıl yok olup gittiği görülmektedir...İki kutupluluğun sona ermiş olduğu tüm alanlarda, örneğin politika, biyoloji, psikoloji, medya vb. alanlarda simülasyon evrenine geçilmiştir.
Caydırma kötü bir şeydir.
Tersine çevrilmesi imkansız denetleme tertibatlarının bulunduğu, güvenliğin en önemli şeye dönüştüğü, güvenlik normunun (savaş da dahil olmak üzere) eski yasalarla tüm şiddet olaylarının yerini almış olduğu, her yerde gelişen ve yaygınlaşan bir caydırma sistemiyle karşılaşılmaktadır. Bu caydırma sisteminin çevresinde giderek genişleyen şeyin, çölün adıysa; tarih, toplum ve politikadır.
Savaş ahlakıyla yüce savaş değerlerinden söz edenler fazla üzülmesinler: Çünkü savaş bir simülakra benzediği zaman bile insana yeterince acı çektirebilmekte ve sonuç olarak bu savaşın gazileri de diğerleriyle aynı düzeyde bir değere sahip olabilmektedir. Bu açıdan hedefe ulaşma konusunda bir sorun yoktur, tıpkı toprak sınırlarının belirlenmesi ve disipline dayalı bir toplumsallığın gerçekleştirilmesi konusunda bir sorunla karşılaşılmaması gibi. Üstünde durmaya değmeyecek bir şey varsa o da rakipler arasındaki rekabete dayanan zıt amaçlar ve savaşın ideolojik ciddiyeti denilen şeydir. Sözü edilmeye değmeyecek bir şey varsa o da zafer ya da bozgunun gerçekliğidir. Çünkü savaş, görünümlerinin çok ötesinde zaferler kazanmayı başarabilen bir süreçtir.
Kitle de...
Kitle, toplumsalın için için kaynadığı ve dur durak tanımayan bir simülasyon süreci tarafından yutulduğu, giderek yoğun bir görünüm arzeden şeydir.
Ama ayartma iyidir, değiş tokuş en iyisi.
Hayvanların bilinçaltı yoktur çünkü bir yaşama alanları vardır. İnsanlar kendi yaşama alanlarını yitirdikleri gün ortaya bilinçaltı denilen şey çıkmıştır. Bilinçaltı öznenin fantazmları ve baskı altında tutmanın sürekli yinelendikleri bir alandır. Yaşama alanıysa sınırlı bir akrabalık ve değiş tokuş alanıdır. Özneden ve istisnadan yoksun bir hayvanlar ve bitkiler, bir mal ve zenginlik, akrabalık ve tür, kadınlar ve ritüel üzerine kurulu bir düzen. Bu özneden yoksun düzende her şey değiş tokuş edilebilmektedir. Bu mutlak yükümlülük alanıdır. Burada istinasız her şeye karşılık verilebilmekte, ancak hiç kimse ölmemektedir. Burada ne özne, ne ölüm, ne bilinçaltı ne de baskı altında tutma vardır çünkü ardarda sıralanan biçimleri hiç bir şey durduramamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder