26 Ocak 2014 Pazar

Avantasia - The Mystery of Time (2013)

Grubun yer yer Metal Opera dönemini yansıtan bir yapıtı olmasından dolayı önceki bir kaç çalışmasına kıyasla daha beğenilir oldu The Mystery of Time. Ben peşinen söyleyeyim, iyi öyle de yeni bir Metal Opera yapamayacaklarına göre gruba ve katlanılmaz Tobias vokaline yeterince zaman ayırdığımı düşünmekteyim. Nice power, heavy metal grubu var dinlenmeyi hakeden. Böylelikle gruptan dinleyeceğim son çalışma olduğunu belirtmem lazım. Yine Tobias vokali yarı yarıya albümü işgal ediyor. Joe Lynn Turner'ın alıp götürdüğü Watchmakers Dream, cümle alemin katıldığı ( J.L. Turner'a ek olarak Saxon vokalisti Biff Byford ve power metal efsanesi Michael Kiske) Savior in the Clockwork hoşbeşlediğim şarkılar oldu. Vokal katkılarının aynı zamanda şarkılara kendi ruhlarını taşıdıklarını gözlemlemek mümkün. Örneğin Whats Left of Me, bu manada güzel bir Mr. Big çalışması gibi duruyor. Albümün soundunu özetleyen parça ise açılışı yapan Spectres. Karlı bir kış gününde altın saat gibi mekanik bir cihazı taşıyan gnomların resmedildiği üzere konsept bir konuyu anlatıyor albüm. Şaşırdık mı? Hayır. Victoria çağında Aaron Blackwell isminde genç bir bilimadamının bilim ve Tanrı arasındaki ikilemi üzerinde hikaye şekilleniyor. Bonus CDsi şarkıların senfonik yönü kuvvetlendirilmiş bir revizyona tabi tutulmasından sonraki hallerini dinleyebilmemiz için iyi bir fırsat sunuyor. Asıl çalışma olabilmesi için riskler barındıran bu CD'de gitar sololara ve vokal korolara doyuyoruz. Bir kaç tık daha ilgi çekici olduğunu sanırım belirtmem gerekli. Verdiğim not tamamiyle yeni sulara yelken açmak gerekli diye özetleyebileceğim yeni ruh halimi yansıttığı için bir miktar düşük kalabilir. Sonuçta müzikal keyifi belirleyen en önemli değişkenlerden biri zaman ise diğeri de tecrübe.

7,50-/10

25 Ocak 2014 Cumartesi

Red Fang - Whales and Leeches (2013)

Yakın bir zamanda konsere gelecek grup neredeyse Mastodon, Baroness ve Kylesa ayarında bir müzik yapıyor. Yani henüz o kadar da uzun boylu değil yaptıkları. Vokalin ağırdan sludgy olduğu stoner rock bir müzik icra ediyor grup. Yer yer rifler öne çıkıyor. Riflerin önemini azaltmayalım. Ağırlığı fazla ve sololarla birlikte dinlerken zevk veriyor. Akılda kalıcılığı yüksek olmamak gibi bir kusur barındırıyor bu rifler yalnız. Şarkılarda kabında duramayıp taşan bir enerji mevcut. Bu halleriyle hafiften punkı hatırlatan bir tavrı duyumsamak mümkün. Özellikle albümün başındaki Doen ile Blood Like Cream'ı duyunca yerinde durmak ne mümkün. Asıl parladıkları şarkı ise tam terine yavaşladıkları ve YOB grubundan destek aldıkları doomvari Dawn Rising. Taş gibi kaidesi olan bir parça. İlk dinleyişte orjinal olmamakla ve kendini ve diğerlerini tekrar etmekle suçlayacaksanız büyük ihtimal grubu. Bir dereceye kadar da yargılarınız doğru. Yine de vazgeçmeyin. Keyifli olduğu kesin çünkü.

7,75-/10

23 Ocak 2014 Perşembe

Darkwood - Notwendfeuer (2006)

Her dilin günümüz küreselleşme çağında yara almasına rağmen kendi tarihinde şekillenen bir ruh taşıdığına inanırım. Aslında tarihin başından beri topluluklar birbiriyle irtibat halinde olmuşlar. Küreselleşme mefhumunun geçmişi çok eskilerde yani. Örneğin Hintçe'den İngilizce'ye değişik dillere evrilen Hint-Avrupa dil ailesinin köklerinin de vakti zamanında bazı kabilelerin kendi aralarında geliştirdikleri ortak anlaşma dilinden türediği  güçlü savlardan biri. Misal Türkçe, hiç bilmeyenler bile duyduklarında Kore, Fin ya da Macar dilleriyle karşılaştırabiliyor. Çünkü bu dillerin ruhunda bozkır var, stepler var. Disiplinin, sert çeliğin dili de Almanca. Bir Rammstein'e yakışıyor. İrili ufaklı black metal ve endüstriyel gruplar var. Gotik? Yakışır abime. Pek bulaşmadım ama punk camiası da kendi dilini kullanır bildiğim kadarıyla. Akustik gitar ve vokal bazlı ve yer yer keman, viyolonsel, trampet, trompet ve akordeon destekli bir neofolk çalışmasına bu haşin dilin bu kadar başarıyla cuk diye oturtulabileceğine inanamazdım doğrusu. Zamanın ruhuna yenik düşmüş toplumsal histerinin kurbanı genç bir nazi çocuğun albüm kapağına konması türe çok da yabancı olmayan ideolojinin en büyük belirteci. Dolayısıyla sözler de 2. dünya savaşı etrafında şekilleniyormuş. Neyse ne. Özellikle Wintermarshen, albümde en sevilen, youtube da en çok ilgi alaka gören parçası grubun. Ancak dinledikçe geri kalan her şarkının, bırakın bu şarkının gölgesinde kalmasını, daha bile öne çıktığını görebiliyorsunuz. İdeolojik kusuru bir kenara bırakırsak en büyük handikap orta hızdaki temponun hemen hemen hiç değişmemesi. Bu da vokal performansındaki en küçük değişimi, enstrümantal katkılardaki farklılıkları daha bir değerli yapıyor.
Kısacası böyle bir albüm daha bulayım yine dinlerim, yine yaparım.

8,50/10

22 Ocak 2014 Çarşamba

Paysage d'Hiver - Das Tor (2013)

Dışarıdaki tipi fırtınasından sığındıkları mağarada onlarca, hatta sayıları bir kaç yüze varan orkun homurdanması, gürültüsü; kürküne aklar düşmüş, acımasız yaşamın izlerini yüzündeki derin kesiklerde sergileyen ihtiyar bir uruk-hai'ın ikazlarıyla sonlanır:
Ork kardeşlerim! Sesime kulak verin, verin de halkımızın sorunlarını tartıştığımız geleneksel sempozyumu açalım.
Sesler kesilmeye başlar. Mağara girişinden sokulan  rüzgarın amansız uğultusu dışında bir şey duyulmaz olur.
Bugüne kadar dünya halkları bizi hep yanlış tanıdı, önyargılara kurban edildik. Bu kar kıyamette yaşamak kolay mı ki? Yiyecek ne bulabiliyoruz metrelerce karın altında. Yoksa biz o yumoş yumoş, pamuk pamuk, ağızda eriyen hobbit etini yemek ister miyiz?
Kalabalık hep bir ağızdan: isteriz, isteriz!
Sükunet, arkadaşlar, sükunet!
Hatta kalabalıktan biri, yanında cılız gördüğü genç bir orkun bacağına davranır Açız nidaları arasında. Cılız orkun ciyakları yanındaki diğer birinin susturma gayesiyle kafasına indirdiği yumruklarla kesilir.
Hayır, istemeyiz, artık değişim vakti. Biz de medeni dünyanın bir parçası olacağız, şehirlere inip insanlar gibi yaşayacağız. İşte bu kravat, bu da ceket. Biraz kılık kıyafetimize, biraz da hal davranışımıza dikkat edeceğiz, o kadar. Zor olacak ama bizim de karnımız doyacak.
Büyük vaadi duyan orkların yükselen tezahüratları bir kere daha susturulur.
Ama, geçmişimizi, terkedeceğimiz bu diyarı bize hatırlatacak bir şeyi yanımıza alalım, derim. Ne önerirsiniz?
Biri artık ucu kütlenmiş baltasını kaldırır havaya: Bunu işte bunu götürelim.
Hayır, artık şiddet kullanmak yok. Burada bırakıyoruz silahlarımızı.
Derin bir hayalkırıklığını yansıtan ahlar ile yankılanır mağaranın içi.
Tombulca bir diğeri bir tomar kağıdı gösterir. Eti kayış gibi olan cücelerden yapılma 101 enfes yemek tarifi kitabını götürelim. İhtiyacımız olacaktır, kesin.
Uzaktan seçebildiğim kadarıyla sadece elle kabaca çizilmiş büyük bir kazan içinde pişen cüce resminden ibarettir bu tarif kitabı.
Hayır, dostlar hayır. Artık insan, cüce, elf, hobbit yemeklerinden de vazgeçiyoruz. Diğer insanlar ne yerse onu yiyeceğiz. Ama çok yiyeceğiz, karnımız doyacak.
Biraz önce bacağını zar zor kurtaran genç ork, kafasına aldığı darbe neticesinde hala atlatamadığı sersemliğin etkisiyle kekeleyerek sesini yükseltir.
Benim bir fikrim var. Paysage d'Hiver'in Das Tor ismindeki son albümü tam bizim buraları anlatıyor.
Hmm, evet, evladım. Güzel bir fikir. Herkes albümünü göç ederken heybesine atsın. Dinler dinler memleketi hatırlarız. Karar verilmiştir.
Kalabalıktan bir kaç kişinin korkarak seslendirdiği
Ama biz hala açız
itirazları Açız, Açız sloganları eşliğinde protestosuna dönüşür aniden. İşler kontrolden çıkmadan önce yaşlı reis, ucu soğuktan kararmış yaşlı işaret parmağını biraz önce konuşan cılız orka uzatır.
Alın götürün bunu mutfağa.
Bıkkın bir ses tonuyla: Bir süreliğin idare eder bizi artık.

7.0/10

The Pussycat Dolls - Doll Domination

Hangi akla hizmet bu albümü yükledim, hangi ara dinleme listeme aldım ve hangi maksatla bir kaç haftadır dinler oldum, bilmiyorum. Karanlık üzerine karanlıktan sonra bünyenin demek ki böyle hafifmeşrep bir müziğe ihtiyacı oluyormuş. Destiny's Child (bayyan grubu ise kıyaslamamak imkansız)'ın dahil olduğu bir janrda ve daha ötesi bildiğin bayağı pop tarzında dahi anca anca B sınıfı olabilecek, Nicole ismindeki tek bir kızcağızın üzerine yükselen ve genel olarak vokalcağızların hiç de özel bir sese sahip olmadığı bir grup PSD. Zaten bu ikinci albümleri negatif eleştirileri kırlarda çiçek toplar gibi kendi sinesinde biriktirmiş. Ardından da sesleri solukları kesilmiş zavallıların. Ama biliyor musunuz, haksızlık ediliyor. Şarkıların neredeyse yarısı single hedefiyle bestelenmişcesine bir iddia gösteriyor. Belki üstüste When I Grow Up, Whatcha Think About That (Missy Elliot sayesinde hiç pişman değilim), Whos Gonna Love You, Halo gibi şaşaalı parçaları dinlemek insanları yoruyordur. Dediğim gibi, müzikte eğlence faktörünü unuttuğunuzda bir bakmışsınız şuursuzca bu tür şeyler dinliyorsunuz. Çünkü bu da bir ihtiyaç. Şarkıların, 80'lere göz kırpan bonusları da dahil ederseniz farklı etkilenimler gösterdiğinin hemen farkına varıyorsunuz. Zira farklı yapımcılar el atmış albüme. Dolayısıyla bir Jennifer Lopez, nasıl bu aralar trance'dan apartma sound pop müziğine hakimse geçmişte de piyasayı kasıp kavuran Timbaland, geleneksel bayan vokal grupları, baladlar girip çıkıyor sound olarak. Tam olarak piyasa için hesaplanmış kesilmiş biçilmiş bir albümün beklenildiği başarıyı gösterememesinin sebeplerini de artık sosyologlara bırakıyorum.

6,75/10

19 Ocak 2014 Pazar

Alan Lightman - Bay Tanrı

Spekülasyonu aşarak ya da kendine özgü bir kışkırtmanın başlangıcı olarak yaratımı; Tanrı'nın, ezeli uyuşukluğundan sıkılan ve teyzesi Penelope ve eniştesi Deva ile birlikte hiçlikte yaşayan Tanrı'nın ağzından ve günümüzün bilimsel teorilerine uygun bir biçimde anlatan bir hikaye eminim ki pek çoğunun aklını çelecektir. Hakikaten de başlarda barındırdığı yavaş okuma sendromunu bir müddet sonra yırtıp atacak kurgu büyüleyici bir okuma sunuyor, okuyucunun da aklını sorgu suyu ile besliyor. Yine de işleri ciddiyete bindirmeyecek bir kurgu hatırlatmasını da eksik bırakmıyor yazar. Yarattığı milyonlarca boş evrenden birisine odaklanarak düzenlediği üç adet doğa kanunu neticesinde maddenin yani yıldızların, galaksilerin ve gezegenlerin oluşması ardından cansız ve canlı varlıkların doğuşu, dünyaya doğrudan müdahaleyi reddeden tanrının olgunlaşma sürecine eşlik ediyor. Genç-tanrı kimliğini geride bırakırken canlı varlıkların doğuşundan sonra sayıları ikiyi bulan yardımcıya sahip olan ve hiçlikte peydah olmasını Tanrı'nın ilk yaratımının sonucu olarak iddia eden Belhor ile felsefi tartışmaları bu sürecin altını çizmekle beraber diyalogların daha çok okuyucunun zihnindeki sorulara yönelik olduğu görünüyor. Yaratım eylemi hiçliği daha da boşluğa sürüklerken hiçlikteki maddesel olmayan yaşamların hepsi bu değişimden etkileniyor. Teyzenin zeki canlıların (insan diyerek sınırlandıramıyorum) geleneklerinden etkilenerek kendine doğum günü icat etmesi, bunla da kalmayıp hediye olarak galaksilerden yapılma elbisede diretmesi sözkonusu etkileşimin en naif örneği. İnsanların ölümden sonraki hayata dair yaşattıkları umuda acıyan duygusal eniştenin isteğiyle canlıların ölümden sonra atomlarının doğada yaşayarak sürekli bir hal alması dinlerin üzerinde yükseldiği öte-dünya inancına karşı yazarın verdiği başka bir cevap oluyor. Sonunda her şey gibi evren de genişliyor ve genişledikçe ölümü kaçınılmaz bir hal alıyor. Bu vesileyle kitabı öneren fuardaki arkadaşlara teşekkürü borç biliyor ve yazarın ünlenmesine sebep olan asıl kitabı Einstein'in Düşlerini'ni okuma listeme dahil ediyorum. Alışageldiğin tersine kitabın son sözlerini alıntılıyorum. Zira hayat bir yolculuk değil mi, zaten?

Alem-104729 dışarıdan her zaman göründüğü gibi görünüyordu. Penelope teyzem aldı, salladı ve kulak verdi. İç çekti ardından. E, yeğenim, dedi, bir sonrakinde ne yapacaksın? Yanlış hatırlamıyorsam daha büyük bir şey istiyordun.
Değiştirdim fikrimi, dedim. Bir sonraki aynı olsun istiyorum artık.
Biz konuşurken milyarlarca evren uçuşuyor, bekliyor, bekliyordu. Mırıldanıyor, tıkırdıyor ve cızırdıyorlardı. 
Sonraki aynı olmayacak, dedi Deva eniştem.
Öyle, dedim, olmayacak. Ama çok benzese yeter bana.
Hepimiz pek sevdik öncekini galiba, dedi Deva eniştem.
Evet,sevdik, dedim. İçinde yaşayanları da.
Çok tatlıydı, dedi Penelope teyzem.
Çok güzel bir şeydi, dedi eniştem. Güzellik vardı içinde. Ve neşe. Ve hüzün.
Hepsi vardı içinde, dedim. Her şeyi vardı.
Her şey değil dedi teyzem. Ölümsüzlük yoktu içinde.Evet yoktu, dedi eniştem. Ama bence bir ruhu vardı.
Ölümlü bir ruh mu? Bazen neden bahsettiğini hiç anlamıyorum,Deva, dedi teyzem.
O da gitti artık, dedim. Eşyanın doğası. Özleyeceğim ama.
Bir yenisi olacak, dedi eniştem. Sonra bir başkası.
Evet.
Peki, yeğenim. Yenisi nasıl olacak, merak ediyorum. Haydi, halledelim.
Aceleye getirme O'nu. Acele etmemesi gerek.
Evet, evet, dedi teyzem. Ayrıca önceki evrenden getirdiğiniz gibi yeni bir elbise istiyorum; ikiniz de gayet iyi biliyorsunuz.
Evet, aşkım, dedi, eniştem. Elbette.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Craig O'Hara - Punk Felsefesi (Gürültünün Ötesinde)

Heves ederek aldığım bazı kitaplara hızlıca bir göz atar ve sonra atarım bir kenara. Bu kitap gibi. Şimdi sıra oturup adam (kadın da olabilir tercihen) gibi okumakta.
Kitap isminde belirttiği gibi punk camiasının kendine has ve işin aslı anarşizmden beslenen bir felsefeye sahip olduğu hipotezini yüksek sesle seslendirmekte. Kıyafetleriyle ya da konserlerdeki şiddet ile şok etkisi yaratarak toplumu sarsma eyleminde bulunan punk kültürünün içinde ne sebeple yer alınır sorusuna değiniyor yazar. Medya ve egemenler tarafından yanlış lanse edilen punk'ın azınlıkta ve dışlanmış kalma halet-i ruhiyesine değinilmekte. Bu manada yazar görünüşün de camiada tali olması gerektiğini ima ederek punk olmanın özünü keşfe çıkıyor. Irkçı, cinsiyetçi, gerici bir kültüre hitap eden ve punk camiası ile etkileşimi kuvvetli dazlaklarla hesaplaşarak ayrımın altı çiziliyor. Irkçılık karşıtı dazlaklara ve faaliyetlerinin haklılığına  değinilmekle birlikte yazar kendi içinde tuttuğu dazlak olmaya ne gerek var ki düşüncesini saklamada zorlanıyor. Feminist, eşcinsel hakları için mücadele eden, çevreci, doğrudan eylemci, anarşist, kendin yap etiğine sahip hareketin fanzinler üzerinde yükselen kültürü de eksik bırakılmıyor. Sonuçta alt-kültür olarak punk'ın da kendi içinde çıkış anlamını erozyona uğratarak gelişen ve bir alt-kültürün alt-kültürü olma ruhuyla illaki mainstreame yaklaşan Straight Edge gibi bir akımı doğurması eleştirel bir dille kitapta yerini buluyor. Bu doğrultuda para için popüler piyasaya oynayan ve hareketi terk eden gruplar da kıyasıya eleştirilmekte. Fotoğraflar ile temanın kuvvetlendirildiği kitap, bulabilirseniz eğer uygun fiyatıyla da cepleri yakmıyor, hemi de aklı zihni besliyor. Yok böylesi. Tek sorun tarihi olarak 90'ların ortasında kalması sebebiyle biraz eskimesi.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Grails - The Burden of Hope (2003)

Uzun zamandır ihmal ettiğim post-rock mecrasına Grails'in ilk albümü ile geri dönüyorum. Grup tür içine az çok bilinirliğe ve istikrarlı bir yaratım sürecine ulaşmış bir konumda. Bu ilk albümde henüz kendilerine özgün bir ses verdiklerini söylemek mümkün değil. Mogwai, az GY!BE, daha az Mono etkili parçaları seslendirmişler. Atonal nağmelere yaklaşan keman ile o tanıdık karamsar havayı soluyabiliyoruz örneğin bir şarkıda. Fark olarak amerikan folklorunün, yerlileri değil de sonradan gelip onların topraklarına yerleşen ve kendi kültürlerini dünyaya empoze eden o eski avrupalı arkadaşların lokal coğrafyada farklılaştırdıkları musikiden bahsediyorum, etkisi yer yer yüzeye çıkıyor. Orjinalite eksikliği yüzünden ve bütüncül bir ruha sahip olmaması sebebiylen keyfimin tastamam olmadığını beyan ediyor ve arada arkama da bakıp bakıp, çekip gidiveriyorum.

6,75/10

12 Ocak 2014 Pazar

RETRO: Dismal Euphony - All Little Devils (1999)

Korku sularında yol aldıkları bu albümün en hayal kırıklığı yaratan noktası önceki albümlerinde oldukça etkileyici bir katkı sunan bayan vokalin o tüm özelliğini kaybederek düz bir hale gelmesi olması gerek. Hala senfonik black etkileri belirgin. Bazı şarkılarda gitar sololar bile var, rifler bile göze çarpıyor. Ama hepsi düz, etkisiz eleman nihayetinde. Biraz abartıyorum tabi, dümdüz değil sonuçta. İşin aslı tıpkı komediyi, alaycılığı baz alan tarz gibi korkuyu da odağa yerleştiren konsept metalciliğe pek hazzedemiyorum. Zaten bu usül gruplar bir kaç eserden sonra camiada tutunamıyorlar da. Korku gotik temalı çirkin ve güzel vokalli black metal kökenli bir icrayı dinleme ihtiyacındaysanız doğru yerdesiniz, ama.

6.50+/10

11 Ocak 2014 Cumartesi

Kramp - Lan N'oldu (1996)

Türk rock tarihinde klasikleşmiş şarkılardan Lan N'Oldu'ya evsahipliği yapan bu albümün ilginç bir hikayesi var. Aslında 1993'de Püf Püf ismiyle aynı şarkılarla başka bir plak şirketinden yayınlanmıştı çünkü. Fakat kasedin kaydını başka bir albümün büyük ihtimalle arabesk hatırlayamadım şimdi, üzerine yaptıkları için sesler üstüste binmiş dolayısıyla dinlenmeyecek bir ürün ortaya çıkmış. Grup yaşadıkları hoşnutsuzluğu yutkunarak aynı albümü bu sefer farklı bir isimle ADA müzik'ten 96'da çıkarır ve klibiyle de birlikte Lan N'oldu ufak çaplı bir olay yaratır. Böyle epik bir soundu bir de Moğollar'ın Issızlığın Ortasında duyarız örneğin. Sözkonusu şarkıdan eksiği olmayan Püf Püf de albümün ağır toplarındandır. Gel gelelim diğer şarkılar bu iki şarkının yanına yaklaşamasalar da grubun hard rock/heavy metal sounduna uyumlu, tumturaklı bir şekilde temsil ederler. Özellikle gitar icrası öne çıkar. Aradan yıllar yıllar geçer, olmadık işler olur, cemaat akp çatışmasına tanık oluruz büyük bir keyifle örneğin. Ve albümün hala rock tarihinde kilittaşı görevini üstlenmekten kaçınamadığını görürüz.

7,75/10

9 Ocak 2014 Perşembe

Baki Asiltürk - Hilesiz Terazi

Şiir yazıları ve çözümlemeleri okumak bazen şiir okumaktan çok daha keyifli bir hal alabiliyor. Hele benim gibi dolaylı anlatım ve imalardan hiç çakmayan biri söz konusuysa. Bu da normal bir sonuç, zira her hobimin arkasında bir analizcilik de yatmıyor değil. Buna uygun olarak pek çok şiiri kapalı anlatımı, hesapçı kitapçı tavrı sebebiyle hemen kapı dışarı edebiliyorum. Bu ve ileride bunun gibi kitaplar en azından belli bir seviyeye kadar şiirdeki derinliği hissetmeme yardımcı olacaktır diye ümit ediyorum. Ancak o kadar da inanmıyorum, benden söylemesi. Baki Asiltürk 80 sonrası döneme ağırlık veren (ya da 80 şiiri öncesine saplanıp kalmamış desek daha mı uygun olur?), şiire kafa yoran bir eleştirmen. Şiir çözümlemeleri, şiirlerdeki tema sorunsalı ile şairler hakkında ilgi çekici makaleler etrafında üçe bölerek sunuyor kitabını okuyucuya. Altını çizdiği gibi eleştirilerini akademik bir ışık altında diğer bilim dalları ile kesiştirerek ve farklı kuramlardan güç alarak yapmaya özen gösteriyor. Bu böyle güzel, çünkü çok güzel gibi kem küm lafların ötesinde yaklaşımı zannedildiği kadar okuyucuyu soğutacak bir entelektüelizme varmıyor. Yani aşağıdaki başlıklardan korkamayalım lütfen. Dağarcığı geniş tutması, farklı tarzdaki şiirlere eserinde yer vermesi dengeyi sağlayan önemli bir unsur, her ne kadar biraz potpori hissiyatı vermekten kaçınamasa da diye ekleyelim. Tabi ki okudukça edebiyat dersleri aldığınız o eski yılların aklınıza gelmeyeceğinin garantisini veremeyeceğim. İçindekileri yazayım, örnek olsun:
-Modern Türk Şiirinde Argo, İki Örnek: Metin Eloğlu-Salah Birsel
-Şiirde Bir Fetiş Nesnesi: Ayak
-Tanpınar'ın Şiirlerinde Duyular
-Tarancı'nın Şiirlerinde Renkler
-Aşk:Yırtılan İpek Sesiyle (Cemal Süreya'nın Şiirlerinde Aşk ve Erotizm)
-Mehmet H.Doğan'ın 1980 Sonrası Türk Şiirine İlişkin Görüşleri
-Melih Cevdet Anday'ın Güneşte Şiirinin Anlam ve Yapı Ekseninde Çözümlenmesi: Breughel'den Yansıyan Uyum
-Behçet Necatigil'in Dönme Dolap Şiirinde Hayat, Anlam Boşlukları ve Şiir Öznesi
-Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı Şiirinin Ses,Anlam ve Uzam Çerçevesinde İncelenişi
-Hilmi Yavuz'un yollar ve Zaman Şiirine Temel İzlekler Ekseninde Bir Bakış
-Enis Batur'un Son İnatçı Bulut Şiirini Bir Lirik Metin Olarak Çözümleme Denemesi
-Bir Albümde Dört Mevsim:Algı ve Yansıtma Ekseninde Bir Çözümleme (Güven Turan)
-Haydar Ergüllen'in İdiller Gazeli nde Çağrışımlar ve Yapı
-Vural Bahadır Bayrıl'ın Lehim Şiirinde Metinlerarasılık, Dil ve Anlam
-Hüseyin Ferhad'ın Hazer İçin Birkaç Sarı Gül Şiirinde Tarih İzleri ve Biçem
-Cumhuriyet Dönemi Şairleri Hamid'e Bakıyor
-Fikret'in Şiiri Niçin Yaşıyor?
-Türk Şiirinde İlk Modernist: Ahmet Haşim
-Dıranas'ta Ses ve İmge
-Garip Önsözüne Bugünden Bakış
-Hiç Kimselerin İlgilenmediği Bazı Olayların Tarihçisi Olarak Edip Cansever
-Sezai Karakoç Şiirine Anlatım Özellikleri Çerçevesinde Bir Bakış
-Haydar Ergülen Şiirini Okumanın Bir Anlamı: Dargınlar dile kavuşuyor gibidir
-Kırk Şiir ve Bir Üzerine kırk Cümle ve Bir (Haydar Ergülen)
-İzlekler Açısından Lale Müdür Şiiri
-Buhurumeryem Çerçevesinde (Lale Müldür)
-Şiir Tekin Değildir: Altay Öktem Şiirine Genel Bakış

8 Ocak 2014 Çarşamba

Wardruna - Runaljod – Yggdrasil (2013)

rüzgar, kuzey, tipi, nehir, karanlık, duman, fırtına, orman, karga, odin, şaman, kar, fiyört, ruh, yağmur, dalga, kıyı, kurt, nefes, at, davul, çelik, ingwaR, doğa, yaşam, kan, yemin, akın, deniz, gibu, ölüm, rün, hediye, şarkı, valhalla, kök, dağ, gri, auroa borealis, yoldaş, sis, patika, kavga, solringen, uluma, ozan, cesaret, gemi, viking, ateş, sel, yıldırım, soğuk, uyum, yaprak, ata, helvegen ve gibu.

8.75/10

7 Ocak 2014 Salı

RETRO: Megadeth - The System Has Failed (2004)

Ağzımın sularını akıtan bir albümdü bu. Melodik mi melodik, sert ve kızgın, enerjik, yalansız dolansız. Megadeth'in heavy metali heavy metalcilere öğrettiği bir albüm dersem gaf mı yapmakla suçlanırım, bunu çok da takar mıyım. Tınnn. Buna benzer bir de Youthanasia vardı. Vokaller konuşuyor, bol bolo solo ondan eksik kalmıyor. Zamana da yenik düşmemiş. Tamam ilk bir kaç şarkı belki biraz. Ama Kick the Chair hala sardalya konserve tekmeleten bir şarkı. Scorpion da geri durmuyor. Ancak ve de lakin geçmiş günün birinde olduğu gibi bugünde favori parçam Back in the Day. Speedy ve epik yapısına bakarak en harbi metalciydik vakti zamanında güzellemesi olduğunu tahmin edemezsiniz herhalde. Daha iyi olabilir miydi, bittabi. Ama beni bu haliyle de ekiden olduğu gibi şimdi de ziyadesiyle memnun ediyor. Halbuki takip eden albüm United Abominations da bi o kadar hayal kırıklığı yaratmıştı.

8,75/10

5 Ocak 2014 Pazar

Jean Baudrillard - Simülakrlar ve Simülasyon

Sonu başta söyleyelim, Şöyle diyor yazar: Ben nihilistim. görünümleri (ve görünümlerin sahip olduğu ayartıcılığın), anlamın (yeniden canlandırma, tarih, eleştiri vs.) lehine yok eden muazzam süreci XIX yüzyılın en önemli olayı olarak kabul ediyor, varlığını onaylıyor ve sorumluluğunu alıyorum...XX.yüzyıl ya da post-modernleşme tarafından gerçekleştirilen ve bir önceki yüzyılda görünümlerin yok edilmesine eşdeğer muazzam anlam kıyımı sürecini ikinci bir devrim olarak kabul ediyor, varlığını onaylıyor, sorumluluğunu üzerime alıyor ve çözümlüyorum. Anlamla saldıranı, anlamla öldürürler. Diyalektik ve eleştiri alanları artık bomboştur...Çözümleme sahnesiyse belirsiz, rastlantısal bir şeye dönüşmüştür. Kuramlar boşlukta yüzmektedir...Bu sistem hegemonyasına, arzuya özgü kurnazlıkların yüceltilmesi [arzu demişken, Baudrillard Deleuze'den pek hazzetmez: Deleuze'ün sunduğu arzu kavramı insanı aptallaştıracak kadar çok anlama sahiptir] , günlük yaşantının devrimci mikrolojisi yapılarak, moleküler (kişisel) düzeyde akıntıya kapılıp, gitme olayı yüceltilerek ya da mutfağı yerlere göklere koyamamak gibi şeylerle karşı çıkılabilir. Bütün bunlar kesinlikle başarısızlığa uğratılması gereken bir sistemi açık bir şekilde başarısızlığa uğratabilecek türden çözümler değillerdir. Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir...Egemenliğini kabul ettirmiş sistemlerde nihilist olma, bu şiddet yüklü ve alaycı  çizgiyi sistemin kaldırabileceği en uç noktaya kadar götürerek, sistemi, bu meydan okuma eylemine, ölme eylemiyle yanıt vermeye zorlamak anlamına geliyorsa, o zaman, tıpkı bu işi silaha sarılarak yapan başkaları gibi, ben de kuramsal düzeyde bir terörist ve nihilist olduğumu söyleyebilirim. Bugün başvurabileceğimiz tek silah hakikat değil, kuramsal bir şiddettir. Oysa bu da bir ütopyadır. Gerçek bir radikallikten söz edebilmek mümkün olsaydı o zaman nihilist olmak işe yarayabilirdi.-ölüm , buna teröristin ölümünü de katabilirsiniz, hala bir anlama sahip olsaydı o zaman terörist olmak bir işe yarayabilirdi. Şeyler bu noktada içinden çıkılamaz bir hal almaktadır. Çünkü bu etkili radikal nihilizme, sistem, nötralize edici bir nihilizmle karşılık vermektedir. Sistem de nihilisttir çünkü kendisini yadsıyanlar dahil olmak üzere herkesi bir umursamazlık ve aldırmazlık sürecine sokabilmektedir...Terörizmin de sistemle kendine rağmen suç oraklığı yaptığı nokta burasıdır. Bu politik anlamda bir suç ortaklığı değildir. İnsanların olaylara karşı duyarsızlaşma sürecini hızlandırarak sistemle suç ortaklığı yapmaktadır... Sonuç vermeyen olaylar (ve sonuç vermeyen kuramlar) çağında yaşıyoruz. Anlamı kurtarabilmek mümkün değildir. Böyle olması kuşkusuz daha sağlıklıdır çünkü anlam da ölümlü bir şeydir.
İşte bu noktada kitabın kapağını kapatıp kütüphaneye kaldırabiliriz. Peki bu duruma nasıl gelindi? Kitaba ismini veren kavramların sözlük anlamlarına bakılmalı:
Simülakr: Bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm.
Simüle etmek: Gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi sunmak, göstermeye çalışmak.
Simülasyon: Bir araç, bir makine, bir sistem, bir olguya özgü işleyiş biçiminin incelenme, gösterilme ya da açıklanma amacıyla bir maket ya da bir bilgisayar programı aracılığıyla yapay bir şekilde yeniden üretilmesi. Baudrillard hipergerçeklik ile simülasyon kavramlarını eşleştirir.
Girişte alıntılanan şu sözcükleri okurken akıldan çıkarmamak gerekli:
Hakikati gizleyen şey simülakr değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr hakikatın kendisidir.
Açalım:
Günümüzde gerçek artık minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretilmektedir. Bu sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün olmaktadır. Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız olmayacaktır...Artık işlemsel bir gerçek vardır. Aslında gerçek bu değildir çünkü onu sarıp sarmalayan bir düşsellikten yoksundur.. sentetik bir şekilde üretilmiş gerçek, diğer adıyla hipergerçekdir...Burada bir taklit, suret ya da parodiden değil aslı yerine göstergeleri konulmuş bir gerçek..olayından söz ediyoruz...göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden.
Tarihten örnek olarak hristiyanlıkta ikonaların tapınma nesnesi olarak öne çıkmasıyla ortaya çıkan ikona kırıcılar, ikonoklastlar seçilmektedir:
İkonoklastların, simülakrların sahip olduğu bu mutlak-güçten korkmalarına neden olan şey, ikonoların Tanrı düşüncesini insanların bilincinden silip atabileceklerini sezmesinin yanısıra, sonuç itibariyle bu korkunç hakikatin Tanrı'nın asla var olmadığı, yalnızca simülakrlarından başka bir şey olmadığı düşüncesine göndereceğinin farkına varmış olmalarıdır...Buna karşın ikonolatrlar...imgelerle oynanan bu Tanrı yaratma oyunu sırasında O'nun zaten ölü bir varlık olduğunu ve resimler aracılığıyla gerçekleştirilen bu yeniden canlandırmanın gerçekte hiçbir şeyi temsil etmediğini; bunun yalnızca bir oyun olduğunu ve bu büyük oyunun öneminin de buradan kaynaklandığını (aynı zamanda imgelerin maskesini düşürmenin tehlikeli bir şey olduğunu çünkü imge ya da maskenin gerisinde hiç bir şeyin bulunmadığını) anlamışlardı.
İlgi çekici bir örnekte Amerikan yerlileri üzerinden verilmektedir: Amerikalılar Kızılderili sayısını bu kıtanın keşfinden önceki Amerika'nın sahip olduğu düzeye getirdikleri için kendileriyle övünmektedir...Zira Kızılderili kültürü de diğer kabile kültürleri gibi sınırlı sayıda insanın varlığını zorunlu kılmakta ... Sonuçta Kıılderili nüfusundaki artış simgesel bir cinayete dönüşmektedir.
Günümüz siyasetine bakarsak şu sözler oldukça çarpıcıdır: Güç ilişkilerinin özünde yatan şey, güç ilişkilerine benzememeye çalışarak gücünün tamamını bu gizlilikten almaktır. Bu açıklamaya dayanarak ahlaksız ve vicdansız bir kapitalin ancak ahlaki bir ütopyanın ardına gizlenerek var olabileceği düşünülebilir. Bu açıdan kamusal ahlakı diriltmeye çalışan herkesin (ifşa ya da infial duyma yoluyla) aslında kapitalist düzen için çalıştığı söylenebilir.
Ve bütün kapılar kapatılır:
İktidar muhalefet simülasyonundan yararlanarak kendi yokluğu, kendi sorumsuzluğu ve kendi gücü konusundaki kuşkuları bertaraf etmeye çalışmaktadır...Tüm iktidarlar kaçınılmaz bir çöküş sürecine girmiş bulunuyor. Devrimci güçlerse bu çöküş sürecini ne yazık ki hızlandıramadıkları gibi çoğu kez tersine yapıyorlar. ..Böyle bir süreçle baş edebilmek için sisteme karşı koymaya kalkışmak anlamsız bir girişimdir...Çünkü sistemi öldürebilecek bir şey vara o da sistemin ölümünün engellenmesidir. Sistem de zaten bizden bunu istemektedir: Ölmesini engellememizi ve olumsuz anlamda onu yeniden diriltmemizi arzulamaktadır. Burada devrimci praxis ile diyalektik sona ermektedir...Biz bu gerçek iktidar ve toplumsalı yapay bir şekilde geliştirip güçlendirerek onlardan kurtulmaya çalışıyoruz. Bu işin sonu kuşkusuz sosyalizme çıkacaktır. Bu beklenmedik yön değişikliği ve tarihle hiçbir ilişkisi bulunmayan ironi sonucunda Tanrı'nın ölümüyle ortaya çıkan dinler gibi, toplumsalın ölümüyle ortaya çıkan bir sosyalizmden söz edilebilecektir. ..Bu sonsuza kadar sürüp gidecek bir simülasyon örneğidir. ..Bu simülatif iktidar, bir arz ve talep nesnesidir yoksa şiddet ve ölümün egemen olduğu bir şey değil. Politik niteliğini yitirmiş bir iktidarsa, kitlesel üretim ve tüketim düzenine ait sıradan bir mala dönüşmüştür.
Tersine döndürme kavramı nirengi noktasıdır. Akla Foucoult'yu ve Baudrillard'ın kendisinin Foucoult'nun görüşlerini ileriye götürdüğüne dair iddiasını getirir. 
Seni kim psikanalist yaptı sorusuna hekim, sen yani hasta yanıtını verebilir! Bu durumda ters bir simülasyonla çözümlenenden çözümleyene, pasiften aktife geçilmekte ve sonuç olarak kutupların sürekli olarak nasıl yer değiştirdikleri ve dolayısıyla iktidarın bu kısırdöngü içinde kusursuz bir güdümleme nesnesine dönüşerek aslında, nasıl yok olup gittiği görülmektedir...İki kutupluluğun sona ermiş olduğu tüm alanlarda, örneğin politika, biyoloji, psikoloji, medya vb. alanlarda simülasyon evrenine geçilmiştir.
Caydırma kötü bir şeydir.
Tersine çevrilmesi imkansız denetleme tertibatlarının bulunduğu, güvenliğin en önemli şeye dönüştüğü, güvenlik normunun (savaş da dahil olmak üzere) eski yasalarla tüm şiddet olaylarının yerini almış olduğu, her yerde gelişen ve yaygınlaşan bir caydırma sistemiyle karşılaşılmaktadır. Bu caydırma sisteminin çevresinde giderek genişleyen şeyin, çölün adıysa; tarih, toplum ve politikadır.
Savaş ahlakıyla yüce savaş değerlerinden söz edenler fazla üzülmesinler: Çünkü savaş bir simülakra benzediği zaman bile insana yeterince acı çektirebilmekte ve sonuç olarak bu savaşın gazileri de diğerleriyle aynı düzeyde bir değere sahip olabilmektedir. Bu açıdan hedefe ulaşma konusunda bir sorun yoktur, tıpkı toprak sınırlarının belirlenmesi ve disipline dayalı bir toplumsallığın gerçekleştirilmesi konusunda bir sorunla karşılaşılmaması gibi. Üstünde durmaya değmeyecek bir şey varsa o da rakipler arasındaki rekabete dayanan zıt amaçlar ve savaşın ideolojik ciddiyeti denilen şeydir. Sözü edilmeye değmeyecek bir şey varsa o da zafer ya da bozgunun gerçekliğidir. Çünkü savaş, görünümlerinin çok ötesinde zaferler kazanmayı başarabilen bir süreçtir.
Kitle de...
Kitle, toplumsalın için için kaynadığı ve dur durak tanımayan bir simülasyon süreci tarafından yutulduğu, giderek yoğun bir görünüm arzeden şeydir.
Ama ayartma iyidir, değiş tokuş en iyisi.
Hayvanların bilinçaltı yoktur çünkü bir yaşama alanları vardır. İnsanlar kendi yaşama alanlarını yitirdikleri gün ortaya bilinçaltı denilen şey çıkmıştır. Bilinçaltı öznenin fantazmları ve baskı altında tutmanın sürekli yinelendikleri bir alandır. Yaşama alanıysa sınırlı bir akrabalık ve değiş tokuş alanıdır. Özneden ve istisnadan yoksun bir hayvanlar ve bitkiler, bir mal ve zenginlik, akrabalık ve tür, kadınlar ve ritüel üzerine kurulu bir düzen. Bu özneden yoksun düzende her şey değiş tokuş edilebilmektedir. Bu mutlak yükümlülük alanıdır. Burada istinasız her şeye karşılık verilebilmekte, ancak hiç kimse ölmemektedir. Burada ne özne, ne ölüm, ne bilinçaltı ne de baskı altında tutma vardır çünkü ardarda sıralanan biçimleri hiç bir şey durduramamaktadır.

Genghis Tron - Dead Mountain Mouth (2006)

Cybergrind diye bir şey varmış: basitçe grindcore+elektronik dersek bayağı bir züccaciye dükkanını yıkıp geçmiş oluruz. Bir kere asıl tarz itibariyle death metale yakın bir grindkor mevcut. Elektronik demişken binbir çeşit alttür var. Popülariteden bayağı bir uzaklaşalım. Çok da değil. From the Aisle girişi clean vokal icrası eşliğinde Marilyn Manson ayarında endüstriyel tatlar sunuyor. Bu arada albüme hakim vokaller gayet yırtıcı, black metal çizgisine yakınsıyor. Tam dumanı üstünde. Nerede kalmıştık, elektronik etkiden bahsediyorduk. Performans olarak deneysel bir kullanım alanı buluyor albümde diyebiliriz. White Walls'da koro vokalin çarpıtılıp bükülmesi bu deneyselliğe ki avangartt bir menzile varmıyor, bir örnek belki. Warm Woods isimli enstrümental parçada ise bu sefer drum'n bass'ın izlerini duyuyoruz. Albümde ara ara karşımıza çıkan gitar riflerinin de bir bilgisayar süzgecinden geçirilmesi mevzusu bu şarkıda artık ayan oluyor. Sonuçta elektronik tınıların metal ile kaynaşması ve ayrık durmaması gibi pozitif bir niyet var, var da dinleme açısından benzer bir sonuca ulaşıyor mu, zevkler değişir. Bende çok büyük bir etki yaratmadı dersem yalan olmaz. Sözlerdeki kapalılığı da dikkate alırsak (kaba hatlarıyla ilişkiler üzerine olduğunu en azından çıkarabiliyoruz) eğer, sindirmesi güç bir sanat projesiyle karşı karşıyaymışız gibi duruyor albüm. İlk üç şarkı delicesine delişmen dakikalar sunuyor dinleyiciye. Fakat bu farklılık yaratma kaygısı ki aslında grubu Genghis Tron yapan karakteristiği, bir noktadan sonra dinleyici yoruyor ve son şarkı Lake of Virgins'e bir başağrısı ile girip hakettiği alakayı gösteremez duruma düşüyorsunuz.

6.75/10

4 Ocak 2014 Cumartesi

Frank Herbert - Dune II: Dune Mesihi

Belki icat edilen kavramlara daha bir aşinalık kazandığımdan belki konunun komplolarla örülmesinden dolayı sürükleyicilik arz etmesinden, belki de arka tarafta ana karakterlerin psikolojik çözümlemelerin işlenmesinden, belki kısalığından ve yanılsatıcı doğrusallığından, bilemiyorum, benim için gayet keyifli bir okuma oldu. İlkinden bile öteyani. Muad'Dib, Usul ya da Paul imparator olduğundan beri yıllar geçmiştir. Kendi etrafında dini bir kült oluşmuş, Fremen takipçileri ile milyarların öldüğü evrensel bir cihat kampanyasının aracısı olmanın çelişkisini büyütmektedir. Bu dini yapıda kızkardeşi Alia da baş rahibedir. Asıl sevdiceği Chani'den umutsuzca veliaht beklemektedir. Hükümdarlığını meşrulaştırmaktan öteye gitmeyen evliliğinin diğer tarafı Prenses Irulan ise Bene Gesserit başrahibesi, Bene Tleilax'ın sima dansçısı yani kimlik değiştirebilen başı Scytale ile lonca dümencisi Eric'in başını çektiği komplonun parçası olarak Paul'un ayağını kaydırmanın peşindedirler. Geleneksel yaşam tarzlarına yapılan müdahaleyi sindiremeyen bir grup Fremen ile de gizli bir işbirliği sözkonusudur. Kitabın sonunda ortaya çıkar ki Paul'u öldürerek ondan bir şehit imgesi doğurarak egemenliğini güçlendirmeye çalışan tarikatın lideri Methiyeci Korba da ihanetin başını çeker. Paul sürekli herşeyi bırakıp çöle gitmeyi salık veren bilinçaltını dizginlemektedir. Düşmanları da içden içe onu etkilemeyi amaçlamaktadır zaten. Hatta ailevi dostları Duncan Idaho'nun genlerinden vücudunu tekrar yaratıp Nefr adıyla ona hediye ederler. Bu Gula'nın önceki hayatını hatırlama çabası neticesinde yapacağı seçimin önemini öngören Paul onu yanından ayırmamazlık edemez. Alia ile de aşna fişne olacak olan Gula'nın Nefr'den Duncan Idaho'ya dönüşümü dramatiktir. Ama Tleilax evi Nefr tarafından Paul'un öldürülmemesine de hazırlıklıdır. Çünkü biri erkek diğeri kız ikizlere dünyaya getirirken kendi canından olan Chani'nin vücudunun yeniden yaratımı, tabi ki yıkıcı şartlara bağlı olarak, önerisi yine de Paul'un başını döndürecek bir tekliftir. Bu dilemma esnasında kendi oğlunun gözlerinden, Korbanın planladığı patlama neticesinde kör olduğunu söylemiş miydim Paul'un, görerek Scytale'i öldürür. Ardından da Duncan'a olayların bir noktasından sonra müdahil olan esrarengiz cüce Bijaz'ı öldürtür. Artık öngörüsüyle dahi göremez olmuştur. Chani'nin acısına da dayanamayarak imparatorluğu Alia'ya bırakır ve Fremen kanunlarının emrettiği gibi kör yani işe yaramaz mensuplarının yapmasını gerektirdiği gibi çöle, ölüme adım atar. Arkasından Alia nedamet getiren Irsulan hariç diğerlerini idam eder.

3 Ocak 2014 Cuma

The World Is a Beautiful Place & I Am No Longer Afraid to Die - Whenever, If Ever (2013)

Diğer bir emo grubu Cloud Nothings'in gazına geldiğim ve karın ağrısı gibi yan etkileri ile uğraştığım bir amerikan albümü bu. Altyapı daha post-rock ve hatta shoegaze ritimlerine doğru yöneliyor. Bu bakımdan ilginç. Ancak gel vatandaş geel de şu vokali geç kolaysa. Ben geçemedim. Yeni ergeniyormuşcasına dalgalanan rahatsız edici bir ses bu. Bazı geçişlerde arkadan sert gang vokal desteğin işleri yoluna koyacağına inanıyorsanız o da yalan. Dediğim gibi altyapı ve düzenlemeler, saksafonla başlayan bir şarkı bile var, daha ilgi çekici. Albüm tek bir şarkıdan oluşuyormuş gibi dinleniyor. Akılda bir şey kalmıyor, o ayrı. Besteler kendi içlerinde de geleneksel bir süreç izlemiyor. Grup burada da yaratıcılığını gösteriyor. Bu kadar kadroyu da kurmuşlar daha sert, daha imoyşınıl bir hat izleyebilirdi. Ayak izleri derin olabilirdi. Belki de tercih ettikleri bu indie sahnesine yakışmıyorlar. Ya da tam bu yüzden cuk oturmuşlar. Zaten nehre değil inşaat kumlarına atlardık biz.

6.0+/10