31 Ağustos 2011 Çarşamba

Bon Iver - Bon Iver, Bon Iver (2011)


Özellikle düzenlemelerde  pop soundunun (demişken bazı keyboard ve hatta saksafon katılımı gibi, öyle duptısduptıs değil yani) belirginleşmeye başladığı bu albümün amerika'nın alternatif folk kralı Bon Iver'i tanımak için bir başlangıç noktası olarak seçilmemesi gerektiği konusunda hemfikirim. Artık çok geç, ilk dinlediğim Bon Iver albümü bu çünkü. Bir anlamda daha iyi oldu, dingin güzel arkaplan müziğini bu pop etkileri olmaksızın dinlemek çok sıkıcı olabilirdi. Hala benim için çok öne çıkan bir parça yok, Calgary dışında. Yine de farkılıklar içaçıcı. Kasaplarda asılı manzara kapağı ile abd'nin kasaba ve kentlerinin isimlerini taşıyan parçaları ile anlaşılmaz kapalılıkta sözleri ile hiç de fena olmamış yafu.

7,0/10

30 Ağustos 2011 Salı

Brandon Sanderson - Mistborn I: The Final Empire

Brandon Sanderson'ın Zaman Çarkı serisinin devamını getirecek yazar olmasına şaşırmıştım. Daha önceden sadece bir üçlemesi ve belki de birkaç kitabı olan bir yazarın böyle ağır bir sorumluluk gerektiren bir göreve seçilmesi konusundaki görüşlerim yazdığı ilk üçleme Mistborn'u okumaya başlamamla değişti. Fantastik kurgunun kalıplaşmış her öğesini romanına dahil ederek müthiş bir akıcılığı sağlamayı başarıyor bir kere. Üstüne üstlük çok sevdiğim bilinmeyen olguları okuyucuyla birlikte keşfetme tercihini romanında işlemesi de dikkat çekilmesi gereken ayrı bir nokta.
Fantastik kurgudaki hangi öğeleri içeriyor: Arkaplan, yani hikayenin mekanı olarak kurgulanan dünyanın Balzacvari tasvirlere düşmeden okuyucuyu sıkmadan yeri geldiğinde hikayeye dahil edilerek yansıtılması. Geceleri esrarengiz ve korku yaratan bir sisle çevrili gündüzleri yakıcı bir güneş ve durmadan yağan küllerin altında kahverengi gri boz bir dünya bu.. Karakterlerin tahlili de büyüme ve olgunlaşma hikayesiyle paralel şekilde romana dahil ediliyor. Şahsen bu kısmın biraz hafif ve tek boyutlu kaldığını düşünsem de akıcılığı hatırlamak lazım. Yolculuk değil ama bir isyanın örgütlenme sürecinde grup arkadaşlarıyla atılınan bir macera sözkonusu. Romans, o da var. Kendini tanrı olarak tanımlayan acımasız Lord Ruler'ın hikayesi ne?, bu dünya niye böyle?, Lord Ruler niye kendinden önceki tüm dinleri, mitolojiyi kısacası kültürü yok etmiş? Yani bir gizem de mevcut. Fedakarlık, aksiyon, işkence, kan ve kopan uzuvlar, hikayenin omurgasını oluşturan orjinal bir büyü sistemi ki yine pek içime sindiremediğimi söylemem lazım... Tekmil-i birden burada.
Spoiler
Bu kurak, felaket sonrası dünyanın sosyal yapısı insanlığı büyük bir düşmandan (deepness) kurtaran Lord Ruler tarafından oluşturulmuş durumda.  Soylular ve hayvan yerine dahi konmayan skaa denilen alttabaka var. Bu skaalar şehirde, plantasyonlarda soylularca çalıştırılıyorlar, yaşlandıkça işe yaramaz hale gelince, cinsel zevkler için hatta sırf keyiften öldürülebiliyorlar. Lord Ruler hem skaa hem de soylular üzerinde kendisine büyük bir sadakatle bağlı dini bir büyücü kast ile ve de ekonomik yollarla hükümdarlığını sürdürüyor. Tabi bir de ölümsüz olması işin bir karameli kaymağı. Kitabın güzel bir özelliği bu ilginç kişiliğin gizemini beraber çözmeye çalışmamıza olanak vermesi. Çünkü kendinden önceki tüm din ve sosyal yapıyı yok ederek sadece kendisine tapıldığı bir sistem oluşturmuş durumda Lord Ruler. Büyücülük ise Allomancy diye adlandırılıyor ve gücünü metalik cevherleri barındıran iksirlerin içilmesinden alıyor. Tabi ki de her iksiri içen büyü yapamıyor. Genetik önemli. Örneğin demir gücünü kullanabilen kişi etraftaki metal eşyaları çekiyor, çelik ise itiyor. Metal eşyaları ve kesede saklanan bozuk paraları kullanarak uçuyor gibi görünmek mümkün. Ama hepsi hesap kitap işi, itme ve çekme doğrusal olduğu için vektörler devreye giriyor. Kalay duyuları güçlendirirken kurşun/kalay (pewter) insanı fiziksel olarak güçlendiriyor. Hepsini saymayalım ama bilinen 8 güç var. Genelde bu büyü güçlerinden birine sahip olan kişiler Mistling olarak adlandırılıyor. Hepsini kullanabilen nadir bir grup ise herkesin korktuğu Mistbornlar. Genetik olarak soylu sınıfıyla sınırlandırılmaya çalışıldığı için bu özelliklere sahip skaalar daha doğmadan önce müstakbel annelerinin karnıa girmeden bile önce imha ediliyor. Ama hikayemiz  Lord Ruler'un gözetiminde Hashish çukurlarında ölümüne çalıştırılan skaalar aracılığıyla çıkartılan ve bir Mistbornun rakibinin kısa süre sonrası hareketini kısacası geleceğini görmesini sağladığı için bir o kadar kıymetli atium madeninde eşinin ölümüne tanık olduktan sonra potansiyel büyü gücüne kavuşarak oradan kaçmayı başıran Kelsier'in intikam hırsıyla yanıp tutuşmasıyla başlıyor. Başkent Luthadel'de halihazırda skaa hırsızlık çeteleri mevcut ve Kelsier de soyluları soyan, zaten başka zengin yok toplumda, seçkin bir grubun lideri. Fakat cılız skaa direnişinin önderi Yeden ile anlaşıp hükümeti yıkma planlarına başlıyor. Plan şudur: soylu aileleri birbirini düşür, garnizonu şehirden uzaklaştır, kırsalda yetişecek skaa gücüyle şehri bas, atiumu çal, ekonomiyi batır. Kelsier de Lord Ruler'ı yeni bulduğu 11. metal ile öldürmeyi düşünmektedir ki bu cevherin nasıl işlediğini daha bulamamıştır. Kitabın başlarında bir skaa çetesinde en ezik kızımız Vin'in Kelsier tarafından seçilişini görürüz ki Vin de aslında yeteneklerinin farkında olmayan bir Mistborn'dur. Ekipte yer alanlar: Dockson, büyü gücü olmamasına rağmen Kelsier'in organizatör yardımcısı, Ham, pewter gücüne sahip Thug yani fiziken güçlü bir asker, Breeze , insanların duygularını etkileyebilen bir güce sahip azcık şişko kendini beğenmiş ama içinde iyi süslü vatandaş,  huysuz topal Clubs ki allomancerların büyü gücünün anlaşılmamasını sağlayan bir smoker ve şehirde üs olarak kullandıkları mobilyacının sahibi oluyor, onun yeğeni tineye yani gözcü kıvamında anlaşılmaz bir lehçede terennüm eden genç Spook ve Kelsier'in abisi Marsh ki dini kastın içine sızarak önemli bilgiler elde edecek. hikayenin sonrasında. Kelsier, ezilmişliğin ve güvensizliğin üstesinden gelmeye çalışan Vin'e bir yandan mistbornluğu öğretirken diğer yandan da soylu sınıfının içine partiler aracılığıyla sızmasını sağlar. Lord Renoux isminde kırsal kesimden gelen zayıf bir soylunun yeğeni rolünde Vin kimlik değiştirir, takıp takıştırarak balolara felan katılır. En büyük yardımcısı Lord Renoux'un yardımcısı Terris yöresinden Sazed'dir. Bu uşak aslında Lord Ruler tarafından özellikle yok edilmeye çalışılarak hadım hizmetçilikle görevlendirilmiş olan Terris halkından ve gizli bir büyü sistemine sahiptir. Bu büyü sistemi (Feruchemy) allomancy gibi gücünü metalik iksirlerden almaz, kişinin kendi gücünün bilezik yüzük küpe gibi metalik eşyalara doldurulmasına dayanır. Misal, iki üç gün gözlükle dolan, kartalgözlük bir ihtiyaç anında çıkar şarj ettiğin metal eşyayı kullan, iki gün zayıf yat, düşman karşısında He-man'a dönüş. Neyse bu balolarda Vin ortamda en ayrıksı duran, misal dans etmek yerine kitap okumayı seçen hırpani görünüşlü Elend ile tanışır ve aralarında elektriklenme bir böyle dalgalanma felan olur. Elend en güçlü ailelerden birinin genç veliahtıdır ve babasını kızdırmak için her şeyi yapar. Ama kendini geliştirmiş ve birşeylerin ters gittiğinin farkındadır. Vin onun doğru yola geleceğine inanmaktadır. Kelsier ise tüm soylular gibi onun da kötü olduğunu düşünür ama sosyal problemlere entellektüel bir merakının olduğunu da inkar edemez. İkisi bir ara Lord Ruler'ın sarayına girip gizli odaya girer. Fena hırpalansalar da Sazed'in de yardımıyla kaçmayı başarırlar. Ve içerden Lord Ruler'ın olduğunu zannettikleri günlüğü bulurlar. Çevirisini okuduklarında , işte Terris diyarına gidip onların efsanelerince seçilmiş kişi olarak saptanan bir gencin yolculuğunu içerdiğini görürler. Aslında iç çatışmalarıyla, Terrisli Rashek isminde ekip lideri ile çekişmesini yansıtmasıyla güçten korkan düzgün birinin notlarıdır bunlar. Bir süre sonra Luthadel'li güçlerin mağaralarda saklanan isyancılara baskın yapacakları duyumu gelir. Çünkü etrafında şekillenmeye başlayan skaa ordusuna fazlasıyla güvenmeye başlayan Yeden erken harekete geçip baskınlara başlamıştır. İsyancıların büyük kısmı yok edilirken bir kısmı gizlice şehre sokularak uyuyup güzelleşen hücrelere dönüştürülür. Burada toplumun nasıl pasifize edildiğine dair örnekleri aktarayım ki çok çarpıcı. Zaten ölümsüz sistemi kutsallaştıran etten kemikten bir tanrıları ve etrafta dolanan büyüce güçlü inquisitorlar var. Skaalara bırakın isyan etmeyi sadece ölümüne çalışmaya yetecek kadar gıda ve dinlenme olanağı sağlanıyor. En ufak muhalefet toplu idamlarla sindiriliyorlar. Bu da yetmediği gibi mahallelere gizlice yerleştirilmiş inquisitorlar aracılığıyla toplum edilginleştiriliyor. Demek istediğim bu büyücülerin gücü kitlelerin duygularının köreltilip sakinleştirilmesine dayanıyor. Günümüzle karşılaştıralım, taşeron sistemi, asgari maaş, çalışma saatleri, TV ve futbol, kutsallaştırılmış kurumlar...
Soylu aileleri arasında ipler koparken Elend de Vin'e karşı güvenini kaybetmiştir, kendi evinin sorumluluğunu almaya başlarken Vin'le kavga eder. Bu son görüşmede Vin Elend'e suikast yapılacağını öğrenince yırtar eteğini meteğini bir Mistborn ve allomancer ekibini devirmeyi başarır. Aşkın gücü! Şehirde işler karışınca geri çekilmeye karar verselerde Lord Renaux, Spook ve hizmetçiler yakalanır. Kelsier  atium madenlerine giderek hepsinin kökünü kurutmuşken bu idama seyici kalamaz. Atlar meydana,aslanım. Renoux ölürken diğerlerin çoğunluğu kurtulur. Kelsier güçlü bir inquisitoru öldürmeyi başarır. Ancak bizzatihi Lord Ruler karşısına çıkınca canını vermesi kaçınılmaz olur. Dramasyon!! Ve meydanda bir skaa katliamı başlar. Bu esnada Vin'in de yakalandığını zanneden Elend meydana koşar ve hayatını Kelsier kurtarır o karmaşada. Aslında ölümünü bile planlamıştır Kelsier. Grubundan gizli kendini mesih gibi göstermeyi başarmıştır skaalara. Renoux da aslında kandradır. Yani cesetleri absorbe ederek onları taklit eden bir sis yaratığı. Renouxdan sonra Kelsier'in cismine bürünerek insanları gece ziyaret eder, ruhani bir kalkışma planlar yani. Bu yeni plana Kelsier'in öümünden sonra grup hemen adapte olur. Akşamleyin sise rağmen sokaklara çıkıp galeyana gelen halk silahlandırılır, organize edilir. Elend ise bir ksıım soylunun skaalarla işbirliği yapmasını sağlar. Vin saraya giderken yakalanır, aslında dini grubun Ministry ve inquisitorlar kendi iç çekişmeleri sonucu onu özellikle takip ettiğini öğrenirler. Lord Ruler olanlar karşısında hiç panik olmaz. Vin de farkına varır ki onun gücü tüm isyancıları yoketmeye kolaylıkla yeter, sadece biraz vakte ihtiyacı olacaktır. Neyse Elend ve Sazed hapsedildiği yerden Vin'i kurtarır. Vin 11. metalin sırrını keşfettiğini zanneder, çünkü Lord Ruler'a bu metalin etkisiyle baktığında Lord'un yakınlarında değişik yaşlarda pek çok imgesinin yer aldığını görür. Karşı karşıya gelirler, bu imgelere saldırınca bir şey olmadığını görünce ve inquisitorlar da devreye girince panikler. Ama Marsh çıkagelir, bu büyücüleri bir dürtmeyle öldürme yolunu bulmuştur. Sonuçta Lord Ruler Vin ve Marsh kalırlar. Tam bizi ekip vefat ediyorken Vin, Lord Ruler'ın Terris tarzı taktığı metal eşyaların farkına varır, ki bazıları etine batmaktadır. O zaman kafasında şimekler çakar. O, günlüğü yazan kahramanının yardımcısı Rashek'dir aslında ve onu öldürüp Deepness ile karşılaşmadan önce yerine geçmiştir. Terrisli olduğu için her iki tür büyüyü de yapabilmektedir, böylece ölümsüz kalmaktadır. Metal iksirlerden güç alıp onları depolamaktadır. İki güce sahip başka kimse olmasın diye de kendi milleti Terrislileri yok etmeye çalışmıştır. Ziynet eşyalarını kaybedince aniden yaşlanmaya başlayan Lord Ruler'ı son sözleri, Vin tarafından göğsüne mızrak saplanmadan önce şöyle olur:
İnsanlık için ne yaptığımı bilmiyorsunuz, anlamasanız bile sizin tanrınızdım, beni öldürmekle kendinizi lanetlediniz.
dıdıdıdınnnnn...

RETRO: Dark Tranquillity - Of Chaos and Eternal Night (1995) EP

Yeni vokale efsanevi albüm The Gallery öncesi çıkarılan bu kısa albüm 4 şarkı içeriyor ki biri, Alone, ilk albümde yer alan parçanın yeniden kaydı. Skydancer'a göre soundun daha oturmuş olduğunu temponun artmış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer üç şarkı da güzel gitar melodilerine sahip. Özellikle thrashy With the Flaming Shades of Fall'a dikkat diyorum.

8,0+/10

29 Ağustos 2011 Pazartesi

RETRO: Katatonia - Brave Murder Day (1996)

Grubun ilk işlerini pek tercih etmediğim bir sır değil. Bu albüm ise bir geçiş döneminin nasıl ustalıkla geçiştirilebileceğini kanıtlıyor. Geçiştirmek kelimesi çok hoppa kalıyor burada. Zira pek çok metalciye göre bu albüm onların başyapıtı. Bir kere önceki romantik doom dönemlerine göre müziğe seviye atlatarak türü progresif metalle buluşturmuşlar. Tonlar ve vokal ki Rainroom'da ayrı bir övgüyü haketmiyor değil, bu albüme özgün bir hale bürünmüş, dibine kadar soğuk, bir o kadar da ruh parçalayıcı bir etkiye sahip. Tabi Opeth vokalisti Mike ottuributturi'nin katkıları da esgeçilemez. Alternatif rock türlerinden etkilenen Day ise albümde ayrı bir yerde durarak grubun sonraki işlerini işaret ediyor.

7,50/10

28 Ağustos 2011 Pazar

Krallice - Diotima (2011)

Aaargghh! Potansiyelini bu kadar acımasızca harcayan başka bir grup görmemiştim. Sen ki The Clearing gibi Himalayalarda Everest'in zirvesinde kulak orgazmına ulaştıran başıyla kıçıya tastamam über süper bir şarkı yapmışsın, gel gör ki diğer şarkılarını düzenlemesiz bırakmışsın. Evet süper rifler ve fikirlerle dolu olsa da bu şarkılar albümün bütününe baktığımızda saç baş yoldurmaktan geri durmuyorlar. Misal bakalım Diotima'ya : son yarısındaki keyifli kısma ulaşmak için bu şarkının ilk yarısını çekmek zorunda mıyız ki? Grubun en sıkıcı en özelliksiz yazdığı kısımlar bunlar. Ya da Litany of Regrets: punky ritimlerle açılış yürek hoplatıyor da dur bir kardeşim bir yere bağlan yavaşla bateri ritimden bi kurtul 13 dakika aynı/benzer ritimler.. ckk..cckk. Aslında bunu kural yapmışlar, her şarkı sonlarda müthiş kreşendolara felan bağlanıyor ama oraya ulaşıncaya kadar dinleyiciye acı çekitiryor. Zaten yaptıkları black metal/ progresif metal/ sludge/ post-black türü yani post-modern zamanların metal müziğini dinlemek hiç kolay değil. Bir de bunu 1 saat on dakikaya uzatmak? Artık sonlardaki şarkılar artık gelenekten dinlenir hale dönüşüyor, ne dönüp bittiği hakkında pek bir bilgim yok bu kapanış şarkılarında.Yaw bir ambiyans bölümü yap, bir beyin dinlensin azcık, yok. Niye böyle sert eleştiriyorum? Çünkü çok iyiler ve bu albümü defalarca dinlemekten hiç sıkılmadım. Lakin ulaşabilecekleri çizgiyi düşündükçe vizyonları bu kadar dar olmasına üzülüyorum.

7,50+/10

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Andy Stott - Passed Me By (2011)

Atmosfer atmosfer atmosfer, beat beat beat, karanlık karanlık karanlık. Duyduğum dub-techno tabiri cukkadanak oturuyor. Orta tempo hafiften mistik bir ambiyans, ama her yere diplemesine yerleştirilmiş dub beatler ki North to South kalp krizi tetikleyebilir. Yarım saat kadar süren bu kısacık albüm ilginç bir deneyim sunarken  bir Burial'ın melodizmine ulaşamıyor. Beste açısından bunu ne kadar hedefledikleri de şüpheli ya. Hedeflediği, grup değil kişi andy yahu.

6,75/10

25 Ağustos 2011 Perşembe

The Antlers - Burst Apart (2011)

Hastalık ve aşk temalı önceki albümlerini de ramazanda dinlediğim grubun bu albümde belli bir hikaye örgüsü izlediğini söylemek güç. Ağırlıklı konu ise türdaşlarından farklı olmayacak şekilde  metaforlara ve dramaya bürünmüş aşk ve sevgi üzerine. Bu albümde de paradigmalarını kendilerinin oluşturdukları kırılgan bir dünya yaratmada çok başarılılar. Her şarkının ilgi çekici olmadığını da kabul etmek lazım. Herkes iğdiş edilmiş haremağası vokalleri de sevecek diye bir kural yok. Buna rağmen baştan sona su gibi aziz geçen leziz bir ürün bırakmayı başarmışlar. Dolayısıyla bizi dinlemeye devam edin anacım herdaim sloganları.
Parenthesis ve No Widows favorilerim.

7,50/10

23 Ağustos 2011 Salı

W.A. Mozart - Eine Kleine Nachtmusik / Serenata notturna / Notturno, K. 286 (1984 , Hogwood / Academy of Ancient Music)

Yaylı çalgılara dayalı bu çalışma her ne kadar oda orkestrası tadında olsa da albüm kapağında vermek istediği gibi bir kır bir safahat havasını da yansıtmaya çalışıyor. Başta giriş parçası bir küçük ufacık gece müziğinin başlangıcı herkesin duyduğu bildiği klasik melodiler arasında yerini alıyor. Aslında bu albüm 3 çalışma içeriyor: Eine Kleine Nachtmusik , Serenata notturna, Notturno, K. 286. Ama ben gönlümü piyano musikisine kaptırdığım için bu orta tempo gıygıy resitaline fazla takılmıyorum.

7,50-/10

22 Ağustos 2011 Pazartesi

RETRO: Katatonia - For Funerals to Come...(1995) EP

Biraz garip bir Ep bu. Sadece ilk şarkı tam tamına bir parça. 8 dakikalık süresiyle atmosferi gayet güçlü bir çalışma. Her nedense bu albüm soundunu, ilk uzunçalardan ziyade daha ince ve okült bir kayıda sahip Jehovim'in tarzına benzetiyorum. Son iki kısa ve daha çok enstürüman ağırlıklı parçacıkla birlikte sadece 18 dakika sürmesi bir olumsuzluk, yani kısacası darmadağınık bir görüntü çiziyor bu EP.

6,50-/10

21 Ağustos 2011 Pazar

RETRO: Dark Tranquillity - Skydancer (1993)

Süper fikirlerle, rif ve melodilerle dolu bu çıkış albümü aynı zamanda grubun en tamamlanmamış parçaları ile dolu. Belki de bu yarımlık duygusunun sebebi bitmek bilmez kötü demeyelim de buraya uygunsuz vokal çığırışları ile beste  düzenlemelerindeki amatörlüktür. Yine de bestelere fazla eleştiri getirmek istemem. Çünkü erken 90'lar ekstrem metalinde sıkça rastladığım, melodik death/ doom/ gotik/ black gibi türlerin içiçe geçmesi durumuna bu bestelerde tanık oluyoruz. Bu etkinin oluşmasında bayan vokallerin de kullanılması tek etken değil. Uzatmayalım, bu atmosfere bayılıyorum. Lakin bu albümün grubun diskografisinde apayrı bir yeri oluşturdğunu söyleyenlerle hemfikirim.

7,25+/10

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Suzanne Vega - Suzanne Vega (1985)

Suzanna Vega'yı devasa hitleri Tom's Dinner ve Luka ile tanıyoruz. Hatta böyle şarkıların nasıl zamanla klasikleştiğine inanamıyoruz. Yalın ve alternatif bir sounda sahipler çünkü. Tom's Dinner da vokalden başka enstrüman bile yok ki sonradan remikslerini de dinleme fırsatı bulduk. Neyse demek istediğimiz şu; bu şarkılar şarkıcının ilk albümünü hakkında  ipuçları taşıyor. Akustik ağırlıklı müziğin arkada fon oluşturduğu, vokalin önde hikayelere vurgu yaptığı , disiplinli, konuşma temposuna yakın vokal tekniği ve bataklıktan sızan gaz gibi yükselen brit-folk kokusu gibi. İşte bu çıkış albümünü de özetleyiverdik. İşin ilginç kısmı ise şu: Ben bu albümü öyle ahım şahım sevmedim. Albümün hit parçası Marlene on the Wall'u da sevmedim. Straight Lines'ı da sevmedim. Hikayesi ve metaforları ile müthiş The Queen and the Soldier da müzikal olarak pek bir şey ifade etmedi bana. Diğer ortalama şarkıların varlığını da dikkate alırsak durum hiç de içaçıcı bir görüntü arzetmiyor. Ancak Cracking, Small Blue Thing gibi şarkılardan hoşlandığımı ekleyebilirim. Bu kadar.

6,50+/10

19 Ağustos 2011 Cuma

Ghost - Opus Eponymous (2010)

Geçen sene çıkış albümleriyle büyük ses getiren heavy metal grubu Ghost hakkında söylenecek çok şey var. Ama kafam dağınık.Özetin özeti bir şeyler karalarsak;
Yumuşak bir heavy metal yapıyorlar. Tatlı baslarıyla birlikte geleneksel doom etkisini hissetmek mümkün. Özellikle şov ve lirikleri önesürülen Mercyful Fate benzetmesi konusunda haksız sayılmazlar. Bunu bazı parçalardaki teyatral havadan da sezinliyebiliyoruz. Lakin buradaki vokal şekerpare tatlısı, ılık ılık boğazdan geçen şerbet gibi. Benzetmeler burada bitmiyor. 70'ler rock dünyası hakkında bir bilgim olmadığı için ben susuyorum. Ancak başta Blue Oyster Cult olmak üzere pek çok isim geçiyor ortalıkta. Bu yüzden orjinal değiller diyenler de var da o grupları hala dinleyen kaç kişi var. Dolayısıyla genç metalcilere geleneksel heavy metali öğretecek bir rehber varsa eğer bir yerlerde bu albüm de mutlaka o rehberde konu edilmiştir. Ben de sizdenim, gencim güzelim. Beni de alın aranıza ühü...

8,25/10

18 Ağustos 2011 Perşembe

White Lies - Ritual (2011)

Joy Division'dan Depeche Mode'a değişik grupların etkilerini kolayca bestelerinde görebildiğimiz synth pop bazlı post-punk (new wave'i duyan var mı?) grubumuz özellikle şarkılarındaki bu na-oricinal esinlenme ve söz ve müzikleriyle bürünmeye çalıştıkları karizmayı dolduramamaları gibi sebeplerle eleştirmenler tarafından gayet itİlip bir de üstüne üstlük kakılsalar da pek çok pek çok takipçi edinmiş durumda. Benim ise özellikle aradığım bir grup değil ama dinledikçe de ihya olduğumu itiraf edebilirim. İlk albüme göre hit fukarası olan albüm bununla birlikte kişisel spesiyaliteler sunmaktan da geri durmuyor. Misal Strangers, misal Holy Ghost. İlk albüme kıyasla çarpıcı şarkısı az olmakla birlikte hoşuma gitmeyen parça da olmadı. Karanlık kuul sound ve tavır üzerlerine bir kaç numara büyük geliyor. Yine de genelde ortalamanın üstünde keyif sunan parçalar bana grubu ileride de takip etmem için fener oluyor.

7,50/10

16 Ağustos 2011 Salı

Peyk - Suluşaka (2007)

Gitar tonlarından vokal tekniklerine ve bestelere kadar aynileşen yerli rock piyasasına taptaze soluk getiren grubun methini duymama rağmen uzun bir süredir ihmallerdeydim ve en uygun anı yeni albümlerini çıkarttıkları şu vakitler olarak belirleyerek ilk albümleri üzerinden bir girizgah yapayım dedim. En kaba tabir ile indie rock diye tanımlayabileceğimiz sound yurtdışındaki emsallerinin mızmızlığından sıyrılma becerisini gösteriyor. Kendine has vokal ve söyleme tarzı ile ki aslında evrensel ölçütlerde çok da yaratıcı değil, dikkat çeken albümdeki besteler sözleri ve hafif depresan havası ile dinleyeni sarmalıyor. Pek alakam yok ama alkolle iyi gider gibi tınlıyor sound. Arabeske düşmeden yürek tırmıklayan Gidin'den mehteran gazcısı Hareminde Han'a albüm çok iyi ve daha doğrusu ayrıksı, belirgin parçalarla süslü. Yeni klipleri de çok etkileyici.

8,50+/10

14 Ağustos 2011 Pazar

Haşim Albayrak - Tarih Boyunca Doğu Karadeniz'de Etnik Yapılanmalar ve Pontus

Öncelikle milliyetçiliğin her türlüsünün ayrıştırıcı olduğuna inanan birisiyim. Toplumların kendi kültürünü koruyup geliştirmesi gerektiğine inanıyorum. Ve taş devrinden günümüze birbiriyle karışarak oluşan ve hala karış karış karışmaya devam eden etnisite üzerinden oluşan ulus kavramı ile bir ideoloji inşası da pek manalı gelmiyor bana. Ayrıca sınırların ortadan kalkması gerekirken yeni sınırların çizilmesini de pek anlamıyorum. İkiyüzlülüğe de katlanamıyorum. Osmanlı Devleti'ni kötüleyip dururken 1. Dünya Savaşı dönemine kadar bölgenin etnik yapısı ve dağılımının çok büyük değişikliğe uğramadan devam etmesini gözardı etmek gibi. Hep Türkleri suçlayıp Kafkaslarda Balkanlarda olanları görmemek gibi. Liberal ve sol çevrelerin bu propagandaları tabi kardeşleşmeden ziyade gayet anlaşılır bir ters tepkiye sebep oluyor. Kısacası ailesi Meriç'i geçerken boğulan Yunanistan göçmenine, yüzyıllarca yaşadığı yöresinden Enosis politikası ile sürülen Girit göçmenine, halkı yok edilen Kırım Tatarı'na, 'sol' bir lider tarafından kültürel baskıya uğratılan Bulgaristan göçmenine, sürekli etnik temizlemeye maruz tutulmuş Çeçen ve Çerkeslere bazı şeyleri bu yolla anlatamazsınız.
Kitaba dönersek, yazarın amacı gayet belli. Doğu Karadeniz'de etnik Türkler'in varlığının yüzlerce yıl önceye dayandığını ispatlamak. Sadece Alparslan öncesinde Anadolu'ya varan Türkmen göçerlerin değil Peçenek ve Kıpçak'ların da bahsi geçmesi bir eksikliği kapamış. Teknik olarak da ırkçı yöntemlerden kaçınmaya çalıştığını görebiliyoruz, en azından Hemşinliler olmasa da Pontus Rumları, Gürcüler ve Lazlar'ın ayrı varlığı bir manada tanınıyor, ayrıca kendi düşüncesine zıt iddialara da kitapta yer veriiyor. Çalışmanın sadece köy isimlerinin dilbilimsel çözümlemesini baz alması ise çok büyük bir noksan. Şimdi Ankara'da yaşayanlar Hititli mi? Araştırmasında yazar Yunan ve Anadolu'daki Rumları etnik açıdan ayrı tutuyor. Anadolu'nun yerli halklarının Hellenistik dönem sonrası asimile edilmesi sonucu Yunan değil Rum kimliğinin oluştuğu iddia ediliyor. Sonuçta milliyetçiliğin hortlaması ile Yunanca konuşanların kendilerini ortak kimlikle ifade ettiğini biliyorken bu iddia biraz zorlama olmuş. Kitabın başlangıcında güçlü iddia olarak nitelendirilen Saka, İskit, Kimer hatta Amazon ve Sümer gibi kavimlerin bir kısmının kitap bitmeden Türk ilan edilmesi de zorlama ve bize hiç de yabancı olmayan iddialardan biri. Bugün bile Orta Asya ülkelerinin kendilerini Türk değil ülkelerine ismini veren ulus adlarıyla tanımladığını düşündüğümüzde ve hatta birbirlerini kestiklerini haberlerde izlediğimizde trajik bir konu. Bozkır kültürü hakkında bilgisi olanların deyişiyle ancak bu kavimlerin içinde pe-Türk kabilelerin olabileceğini söyleyebiliriz sadece. Hem olsa ne olur olmasa ne olur, anlayamadığım mevzu bu. Ne kadar eskiysek o kadar güçlü müyüz? Bkz. Abd.
Tarihçilerin gözardı ettiği Osmanlı'daki  nüfus kayıtlarına burada da örnek verilerek bölgede Pontus Rumlarının azınlıkta kaldığı gösteriliyor. Ki inanıyorum. Ha keza Ermeniler de öyleydi, yaşadıkları coğrafyada en büyük etnisite ama müslümanlar karşısında azınlık. Vahşi milliyetçilik döneminde , 19.yy sonu başı-20.yy başları, süreç şöyle işliyor: Güçlü ve çoğunluk olan millet yaşadığı bölgeyi homojenleştirmek için azınlık ve güçsüzü yok eder. Bu Anadolu'da da oldu, Balkanlar'da da. O zaman en doğrusu hepsini soykırım ilan etmek değil mi? Peki bu durum, sistematik olarak yok edilme kampanyası uygulanan Yahudiler karşısında soykırım teriminin değerini düşürmüyor mu? Sorular, sorular...


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Aeternus - Dark Sorcery (1995) EP

Tam da albüm kapağında yer aldığı gibi toprak kokan çürümüş ağaç köklerine yaslanıp ormanın kasveti tarafından örtülen karanlık gökyüzünde yıldızları aramak gibi bir şey bu. Kısa süresiyle dudağa çalınan bir damla bal.
Köküne kadar old skuul kuul paganik black metal.Özellikle disiplinli temposu, heyecan denen olguyu ham yapıp yutmuş vokali ile ilgi alaka çekiyor.

7,50/10 


Michel Foucault - Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar


Son dönem felsefecilerden Foucault'ın yazı, röportaj ve konferans notlarının toplandığı seçme yazılar serisinin ikinci cildi seriye başlamak için gözüme ideal göründü. Entelektüelin Siyasi İşlevi isimli ilk cildin entellektüel mi toplumdan çıkar toplum mu entellektüelden sorunsallığını işleyeceğini düşünerek üzerinde hiç durmadım. Açıkcası kimin ne dediği pek umrumda değil. Lakin tanıtım yazısında Foucault'un batılı entellektüelin kendini evrensel hakikatın sözcüsü rolünü oynayarak öncü kisvesine (ve nbence jakoben) bürünmesini eleştirdiğini okumam şimdilik beni tatmin etti. Şimdilik diyorum çünkü, Foucault bir röportajında kabul ettiği gibi kitap isimleri ile konuları arasında birebir uyum sunmayarak okuma deneyimini fazlasıyla derinleştiriyor. Dolayısıyla sözkonusu ilk cildin altında ne gibi konulara değinildiği arada bir zihnimi kurcalamıyor değil.
Öncelikle yazar, ana çizgi olarak delilik, ölüm, suç, cinsellik gibi deneyimler ile çeşitli iktidar teknolojileri arasındaki ilişkileri ortaya koymayı hedeflediğini belirtiyor. İlk olarak da iktidarın karakterini hristiyanlık döneminde pekişen pastoral terimi ile ifade ediyor. Zaman içinde devlet bir yandan merkezileşirken diğer yandan iktidar bireyselleşerek pastoral tekniklerle detaya iniyor. Bu pastoral etki halkı güden çoban imgesi ile pekiştiriliyor. Çoban güdülen halkı iradesellikten kurtarıp itaatkar hale sokarken aynı zamanda yönettiği kitle üzerinden sorumluluk yükleniyor. Bu tekniğin üçüncü özelliği etken ve edilgen unsur arasında kendilerine has geliştirilen bilgi kodlaması ve vicdan. Ve son olarak da hristiyan felsefenin özneyi nefsden kurtarmaya çalıştığı öne çıkan olgulardan biri. Devletin ve politikanın oluşma dönemiyle birlikte bu teknik geçerliliğini yitirse bile devletin en güçlü aktörü olduğu iktidarın hem bütünselleştirici hem de bireyselleştirici karakteri üzerinde önemli katkısı oluyor. Bunun üzerinden Foucault iktidarı tanımlama yolunu seçiyor. En basitiyle iktidar bireyler arasında bir tür ilişkidir. Bu ilişkide taraflaran biri genellikle diğeri üzerinde belirleyici olabiliyor. İnsanların birbirini yönetmesi araç olarak rasyonelleştirmenin kullanılması ile mümkün oluyor. Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan iktidar var olamıyor. Yani özgürlük bir nevi iktidarın yaşam kaynağını oluşturuyor. Dolayısıyla tek-tip bir gövdeden ziyade halka ve bölgelerden müteşekkil iktidar sadece olumsuzluk değil olumluluk üzerinden de inşa ediliyor. Üretim ve verimlilik üzerinden düşünürsek çalıştığımız işyerleri başta olmak üzere pek çok örnek kolaylıkla ortaya konabilir. Hakeza Devlet bakış açısıyla birey, ancak devletin gücüne asgari düzeyde bile olsa olumlu ya da olumsuz yönde olsun, bir değişim getirebilecek durumda ise vardır. Ve devlet, kimi kez bireyden yaşamasını, çalışmasını, üretmesini ve tüketmesini ister, kimi zaman da ölmesini.
İktidar ve direniş konusunda da yazar büyük bir açıklıkla fikirlerini belirtiyor. Bir tarafın diğer tarafı yönlendirdiği her insan ilişkisinde iktidarın mevcut olduğunu bu yüzden de iktidar ilişkileri tanımının kullanılmasını tercih ediyor.Tersine dönerek geçici duruma dönüşebilen iktidar ilişkisini sağlıklı olarak nitelendiriyor düşünür. Örneğin, diyor, röportaj verirken genç bir gazeteci hayranı olduğu ve yılların getirdiği olgunlukla konuşan düşünür karşısında ilk başta daha çekingendir. Bu ilişkide baskın taraf  Foucault'dur. Fakat röportaj uzadıkça gazetecinin gençliğinden , araya ne eklemek isteseniz ekleyin zeki olması, yakışıklı ve ya güzel olması vs.., etkilenen düşünür daha çekingen bir konuma sürüklenebiliyor.İşte böyle bir iktidar ilişkisi özgürlüğün varlığına gereksinim duyar. Ama ilişkinin belirleyiciliği tek yöne kayıyorsa burada tahakküm mevcuttur.Yani amaçlanan tahakkümün en aza indirgendiği iktidar ilişkilerini kendilik kaygısı, kukuk kuralları, rasyonel yönetim teknikleri gibi pratiklerle geçerli hale getirmekdir.
Öznenin, denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi hale gelmesi veya vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olması her durumda tabi kılan ve boyun eğdiren bir iktidarın etkisinde olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Değişik durumlarda değişik biçimlere bürünen öznenin tanımlanmasından ziyade cinsellik, delilik gibi hakikat oyunları ile ilişkisini inceliyor yazar.Diğer yandan da delilik gibi bir tanımı reddetmediğini özellikle belirtiyor, düşünür. Kurumsallaştırılıp standartize edilerek akıl hastalığına indirgenmesini ve br sorunsala çevrilmesikabul edilmiyor.
Kant'ın Aydınlanma üzerine makalesini yorumlarken Foucault, devrim üzerine oldukça esgeçilen bir fikri tekrarlıyor: Önemli olan devrimci süreç olmadığı gibi devrimin başarıya ulaıp ulaşmadığı da değildir, bunun ilerlemeyle hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bir tersine çevrilme olarak, başarılı ya da başarısız olabilecek bir girişim olarak, ödenemeyecek kadar ağır bir bedel olarak devrim, kendi başına, insanlığın tarihi boyunca sürekli ilerlemeye devam edebilmesini sağlayan bir neden bulunduğunun işareti sayılmaz. İlerlemenin işaretini oluşturacak şey coşku derecesine varan bir özlem birliğidir. Yani devrimde önemli olan şey devrimin kendisi değil devrimi yapmayanların ya da onun belli başlı aktörleri olmayanların kafalarından geçenlerdir, onların devrimle kurdukları ilişkidir. Devrimi gözlemleyenlerin coşku odağı devrim oldukça ilerlemenin bir parçası olabilir.
Geleneksel ahlaka karşı yaşama değer katılarak sanat nesnesine dönüştürülmesi yoluyla kendilik kaygısını etik pratik olarak ortaya koyan filozof, özellikle Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği ile kitapta yer alan söyleşide konuya açıklık getiriyor. Bir tür yarı-özneleşme unsuru olarak post-yapısalcılığın kabul etmediği evrensel özne kuramının reddi üzerinden yükseliyor bu teknik. Ve en basit ve en kaba ifadesiyle bireyin kendini tanıyarak, arzularını tanımlaması ve kontrol edebilmesi yoluyla kendi iktidarını kendi üzerinde kurmasına dayanıyor. Bir nevi new-age pratiklerini hatırlatmıyor değil. Ayrıca meditasyon, vicdan muhasebesi, nefis terbiyesi gibi öğelerin hayli köklü bir geçmişe sahip olduklarını unutmamak lazım.Bu sayede insan kendisini, başkalarını tanıyabiliyor ve hissettiği sorumluluğun neticesinde örnek olma misyonuyla hayatını olumluyor. Foucault antik çağda kişisel bir etik arayışından hristiyanlık döneminde itaat etmekle yükümlü olduğumuz bir kurallar zincirine dönüşen ve bugün kaybolmaya başlamış olan ahlak anlayışının bu bahsedilen varoluş estetiği arayışı ile ikame edilebileceğine inanıyor.


Ortalama zevkler bana hiç bir şey ifade etmez ve yaşamımı buna göre düzenleyemem. Benim toplumsal bir varlık olmamamın, hakikaten kültürel bir varlık olmamamın, gündelik yaşamda çok sıkıcı olmamın nedeni budur. Benimle yaşamak insana sıkıntı verir.

12 Ağustos 2011 Cuma

Rage - The Missing Link (1993)

Hiç olmadığı kadar Metallica etkilerini yansıttıkları bu albümle kendilerine has heavy-power-thrash sentezini bir adım daha öteye taşıyorlar. Bu derlenme toparlanma süreci aniden ortaya çıkmıyor elbette. Ama bu kadar sıkı, enerjik ve moderen olduklarını da duymamıştım. Bu gelişmeyi sözlerde şarkı sözlerinde pek gösteremiyorlar. Ve hala uzun albümün iyi olduğuna inanıyorlar. Herzaman değil, arkadaşım, hatta çoğu zaman yorucu oluyor.

8,25/10

11 Ağustos 2011 Perşembe

Anton LaVey - The Satanic Mass (1968)

Şeytan Kilisesi'ni Abd'de kuran Anton Lavey'in ayin ve vaazlarını içeren bu albümü dinlemeyi her ne kadar çok merak etsem de Ramazan'a bıraktım. LaVey satanizmin fazlasıyla şamata sansasyon kısmına bulaşsa da sihir ve ayinlerin de içinde bulunduğuna göre, neme lazım , kendimi garantiye alayım dedim ve Ramazan'ın kutsallığına sığındım. Gariptir, bu kayıt beklediğimden daha funky çıktı. Öncelikle karizmatik bir ses tonuyla, Şeytan övülüyor, vaaz üstüne vaaz felan. Arkadan ise kilise orguyla, klasik müzikden alıntılarla destekleniyor. Vaaz biraz ekşın kazanınca arkada da müzik dadadan yapıyor. Bu haliyle eski bilimkurgu filmlerini, genellikle B sınıfı olurlar ya da 60'lar Star Trek dizilerinin tadını almak mümkün. Ama absürtlük amerikan klasik lise bando marşının devreye girmesiyle zirve yapıyor. Klasik lise de bildiğiniz gibi amerikan eğitim sisteminin önemli bir parçası, ticari meslek lisesi, trade occupation highschool gibi, super highschool gibi, heh he bir dönem süper lise diye bir şey vardı değil mi? Cümle içinde kullanalım: Ben süper lisede okuyorum, Sen mega liseden mezunsun. Benim babam ultra über süper lisede hademelik yapıyor.
Yapılan ürün geyiğe müsait, bıdı bıdısı bol olduğu için de ambiyansı atmosferi hafiften komediye kaçtığı için de üç dinlersin beş dinlemezsin, ama abi böyle satanik matanik neyoluyormuş merakını giderebilirsin diğer yandan.Tabi Lavey satanizmi aslında varlık olarak Şeytan'a inanmıyorlar, sem bol olarak kullanıyorlar ve din karşıtı bireyci materyalist ateistler.
Şöyle de bir şey: Misal son parçanın başlarında ya da albümün başında usul usul tırstığın ya da etkilendiğin kısımlar yok değil, hatta belki genç arkadaşların bünyesinde bir nebze helecan bile yaratabilir. Yine de toparladığımızda holivudvari bir eğlencenin ötesine geçemiyor.

5,25/10

10 Ağustos 2011 Çarşamba

RETRO: Katatonia - Dance of December Souls (1993)

Death metalin yavaşlatılmış versiyonu olarak doom metal maalesef pek ilgimi çekmiyor.Her ne kadar albüm kapağını pembiş pampiş yapsalar da kanmam bu tuzağa. Daha modern gruplar bir ne bileyim melodiden, ambiyansından ne bileyim senfonisinden doom olayını çeşitlendiriyorlar ki bu albümün atmosferinin güçlü olmadığını da söyleyemeyiz. Ancak şarkı sözlerini bile takip edemiyorum sıkıntıdan.Ha!, bu albüm tür içinde sevilmiyor mu? Seviliyor, biraz norm içinde fazla standart kalsa da seviliyor. Yine de üç beş kısa melodik atraksiyon dışında bu albüm bana pek bir şey ifade etmiyor. Eskiden de böyleydi şimdi de değişen bir şey yok.

5,50+/10

9 Ağustos 2011 Salı

Suede - Suede (1993)

Çabuk parlayıp sönen buna rağmen süper şarkıları yetim bırakan brit-pop akımının önde gelen gruplarından biri de Suede olmuştur. Yanlış bilmiyorsam ünleri daha çok kendi ülkelerinde sınırlı. Bir nevi ingiliz kültürü. Zaten dinlerken sadece Oasis gibi diğer Brit-pop grupları değil Cure, David Bowie hatta Morrisey gibi isimler aklıma geldi, genel olarak değil an be an. Belki de fazla uçtum ama bu ada kültürü ve müziği daha çok kendi atalarından besleniyor, evriliyor ve hatta ölüyor. Bunalımları problemleri ile bir kuşağın temsilcisi olan bu türdeki gruplar arasında bestelerine yazdıkları sözler ve elbette Brett Anderson'un karakteristik ses rengi ile öne çıkıyor.Yalnız Animal Nitrate ya da So Young gibi singlelar değil albümde yer alan parçaların çoğu kendini güzel güzel dinletiyor. Ama büyük bir ama var. Kendilerini radyo hiti gibi dinletiyor. Hepsi bir araya geldiğinde ise bence büyü bozuluyor, insan yoruluyor. İşte bu sebeple ne bu albüm ne de grup 'ararım sorarım seni her yerde' olmayacak benim için.

6,75-/10

7 Ağustos 2011 Pazar

RETRO: Dark Tranquillity - A Moonclad Reflection (1992) Demo

Melodinin daha bir belirgenleştiği bu ikinci demo da ağır şekilde kötü kayıt kalitesinden muzdarip. Sadece iki şarkıdan oluşmasına rağmen 15 dakika kadar sürüyor. Sanki süreyi doldurabilmek için parçalar gereğinden uzun tutulmuş. Diğer bir sebep de dinleyiciye atmosferin yansıtılma çabası olabilir. Ancak bu durum elbette parçalarda konsantrasyon bozukluğu gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

6,0+/10

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Mitochondrion - Parasignosis (2011)

Bu albümü dinlemenin tek sebebi Deathspell Omega'nın death metal versiyonu gibi iddialı bir cümlenin kendisi için sarfedildiğini bir yerlerden okumamdı. Okültizm, endüstriyele kaçan karanlık bir ambiyans. Bu sefer ekürisi black değil death metal normları. Kotur kotur derin vokal teknik seviyede belli bir sınırı geçen  enstrümantal pasajlara seçilen kayıt tercihi sebebiyle zaman zaman karışıyor. Albümün başındaki güzel harmanlanmış sert ve mistik atmosfer sonlara doğru parçalanmaya başlıyor. Çünkü DsO'nun incelikli ve güzel kaos'u yerine müzik kendisini en basit tanımla karmaşaya bırakıyor. Bestelerde düzlük bir yandan ilgi çekici bir dinleme sunmazken ambiyans kısımlardaki amaçsızlık bu sentezin altından çok da başarıyla kalkınmadığı izlenimi veriyor. Albümün kalanında  başlangıçtaki hatta en fazla yaklaşarak eleştirilerimi bir nebze çürüten Banishment adlı parça öne çıkıyor. Ama beni dinlemeyin, zira ben brütal death sevmem normalde (ve bu albümün pek çok türün takipçisi seveni var) , dediğim gibi alttan alta destekleyen atmosferi ile fazlasıyla umutlandım sadece. Ki albümü sevmedim de diyemem.

6,75/10

4 Ağustos 2011 Perşembe

Loreena McKennitt - Elemental (1985)

Melek sesli dünya müziğinin kraliçesini hepimiz biliyoruz. Ama kaçımız albümlerini layıkıyla dinledi ki? İşte bu utanca bir son vermek için baştan, sanatçının kariyerine ilk adımlarını attığı Elemental'dan başlamak istedim. Vokalin baskın olduğu besteler sanatçının memleketi Kelt (1. neden bazıları Selt bazıları Kelt der? 2. evet, Kanada Keltlerin anayurdu değil) yöresinin kırılgan dokunaklı melodileri etrafında şekilleniyor. Bir kaç erkek vokalden de destek aldığı bu albümde özellikle, şahsi kulaklarımın daha önceden de aşina olduğu Blacksmith gibi bir kaç parça parıldıyor. Ancak albüme bir iddiasızlık, bir sönüklük hakim. Evet o vokali bu dingin şarkılara eşlik ederken dinlemek büyük bir zevk. Ancak akılda kalıcılık çok düşük.

7,25/10

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Fuck Buttons - Tarot Sport (2009)

İlginç bir elektronik albüm bu. Ne çılgın kıvrak dans ritimlerine sahip ne de fazla kuul, chill out. Küt küt beatlere rağmen minimal derecede tekrarlayan melodilere sahip olması enteresan bir bahar havası estiriyor, güneşli bir dinlenceye dönüşebiliyor. Elektronik müziğine ve alttürlerine çok vakıf değilim. Yer yer hafifçene kreşendoya uğrayan tekrarcı melodisi sebebiyle minimal techno da diyorlar. Özellikle cırcırböceğini andırır beatler ve yine tekrara dayan ritimlerden kaynaklı atmosferi sebebiyle neo-psychedelia da . Benim tek bildiğim ise çok keyifli dakikalar sunduğu ve pozitif aşı kampanyası başlattığı. Albüme değil de en azından bi Surf Solar'a, bi Lisbon Maru'ya, bi Flight of the feathered Serpent'a kulak vermek gerekli.

8,0-/10

2 Ağustos 2011 Salı

Herbie Hancock - Maiden Voyage (1965)

Head Hunter'daki funky tarzına göre oldukça klasik sayılabilecek bu yapıt ne uyku getirici bir sakinlikte ne de hop tempolu. Arada bir yerde dinlendirici demek kafi. İşin ilginci aslen piyanist olan Hancock albüm benim arkadaş deyip albüme ağırlığını koymuyor. Daha önce dinlediğim caz albümlerindeki gibi kendi bölümünü çaldıktan sonra diğer müzisyenlerin de sırasıyla hünerini göstermesine de izin vermiyor. Hayır, besteler bu anlamda çok uyumlu ve bir bütün. Kimi zaman bir enstrüman diğerlerine baskın gelse de hiç biri susmuyor, hepsi bir kompozisyonun parçası. Albüme adını veren parça özellikle tür içinde namını salmış, alış yürümüş. Ve piyano tekniğinin biraz klasik müziğe meyilli olduğunu da ekleyebilirim sanırım. Lakin yine kendimi tekrarlayacağım: Caz musikisinde aradığım bu değil.

7,0+/10