Winterreise'yi o kadar sevdim ki başka bir kaydını daha dinliyorum. O kadar da vaktim bol yani. ironi, ironi,ironi. Kaydı yine Dietrich Fischer-Dieskau seslendiriyor. Aradan bir yirmi sene geçmiş. Bu albümde o kış havasını daha zor hissediyorum. Diğer yandan yıllar Dietrich amcaya yaramış. Müthiş bir hakimiyet ile çocuk oyuncağı gibi seslendiriyor besteleri artık. 66 yılındaki kayıtta kulağa sivri, keskin gelen çıkışlar tamamiylen traş edilmiş. Sanki yapıta kendi yorumunu katmada sınırları zorlayan bir özgüven sergiliyor gibi duruyor. İddialı değilim, klasik musikiden anlamam. Albüm Dietrich amcanın şovuna dönüştüğü için, piyanonun başındaki bir başka emektar Alfred Brendel'in performansına dikkat etme yönünde tetikleyici bir mekanizmayı çalıştıracak her hangi bir dürtünün d'sini bile hissetmedim.
8,50-/10
30 Nisan 2016 Cumartesi
29 Nisan 2016 Cuma
Rıfat Ilgaz - Karartma Geceleri
Çok tembelim vikipedi'den olduğu gibi özetini aktaracağım. Yine de kendi görüşlerimi belirtmeden geçemeyeceğim, başkahraman şairin aydın olarak topluma karşı görevinin durmadan altını çizmesiyle ve kaçak durumundayken el kapısına muhtaç düşüp sokaklarda sürünmesi de pek de hoşa gidebilecek şeyler değil. Bir müddet sonra zaten yazar kendi görüşleriyle kahramanın ağzından nutuk vermeye başlıyor. Belki okuyucuyu bazı şeyleri hissedip kendi algılamalı.
Konu:
Mustafa Ural bir süredir hapishanededir. Çok zor şartlar altında yaşamaktadır. Kaldığı oda nem ve pire içerisindedir. Verilen yemek ise sadece kuru bir ekmektir. Mustafa Ural, insan yüzü göremediği bu yerde, suçunun ne olduğunu bilmeden günlerini geçirmektedir. Tarihin altı mı, yedi mi yoksa sekiz Haziran mı olduğunu bilmemektedir.
Bir süre sonra ani bir değişiklik olur. Koğuşların hepsi boşaltılmaktadır. Bütün hapishane boşalır. Mustafa Ural,günlerden sonra ilk defa gökyüzünü ve İstanbul’u gördüğü için mutludur. Fakat bu değişikliğin sebebini anlayamaz. Mahpuslardan biri savaş dolayısı ile savaş sığınaklarına götürüldüklerini söyler. Komutan, konuşanı vuracaktır. Mustafa Ural’ın Halil adındaki bir başka mahkûmla konuştuğunu görür ve komutan onları taş odaya gönderir. Taş oda, en korkunç cezaların verildiği kısımdır. Taş odada Halil’le sohbet etmeye başlayan Mustafa ona hapse giriş sürecini anlatmaya başlar.
Mustafa Türkçe öğretmenidir. Sıkıyönetim bölgesindedir. Mustafa, rahatsız olduğu için bir süre sanatoryumda kalmıştır. Bu yüzden raporludur. Bir öğretmen arkadaşı yanına gelir; eserlerinin tehlikeli görüldüğünü ve dikkatli davranması gerektiğini söyler. Kitapları toplatılmaktadır. Mustafa, arkadaşından sonra evine gittiğinde apartmanın kapısında polisleri görür. Ayten, gelmemesi için uyarır. Mustafa, hakkında tutuklanma kararının çıktığını anlar ve ne yapacağını şaşırır. Karısının yanına gider ve şifreli bir şekilde durumunu anlatır. Eşi, ona bir miktar para verir. Mustafa, hep yakalanacağı korkusu ile İstanbul sokaklarını dolaşır. Arkadaşı asteğmen İlhan’ın yanına gider. Ondan kimsenin şüphelenmeyeceğini düşünür. Fakat arkadaşı ona çok soğuk davranarak başını derde sokmamasını anlatır ve teslim olmasını söyler. Mustafa, çok büyük hayal kırıklığına uğrar ve dostluklarının bittiğini söyleyerek oradan ayrılır. Gece evine gider. Karısı polislerin her yerde onu aradığını ve kitaplarının tamamen toplandığını söyler.
Sabaha doğru evden bir yabancı gibi çıkar. Gazetelerden iki yüz kişinin tutuklandığını, kendisinin de arandığını okur. Suçu, propaganda mahiyetinde kitap yayınlamaktır. Sokaklarda yakalanama korkusuyla geçirdiği bir günden sonra dostu Cengiz’in yanına sığınır. Cengiz, istediği kadar yanında kalabileceğini söyler. Mustafa çok sevinir. Tek göz bir odada kalan Cengiz’in evindeki en büyük sorun odun ve kömürdür. Tüm şehirde odun, kömür çok pahalıdır. Cengiz ve Mustafa paralarını birleştirerek aldıkları odunlarla ısınmaya çalışırlar. Cengiz, Mustafa’ya her konuda saygı duymakla birlikte, politikadan uzak durmaktadır. Fakat hocasını bu zor günlerinde saklamakta kararlıdır.
Mustafa, Cengiz’in evinde sessiz, sakin bir süre geçirir. Fakat bir gün Cengiz’in kız arkadaşı Çiğdem eve gelir. Çiğdem Mustafa’nın bir kanun kaçağı olduğunu anlar ve polise şikayet edeceğini söyler. Mustafa bu yüzden buradan ayrılmak zorunda kalır. Yine sokaklardadır. Ne yapacağını bilemez. Gördüğü her kişiden şüphelenir. Yakalanma korkusu ile geçen bir süreden sonra babaannesi ile yaşayan Nihat’ın yanına gitmeye karar verir. Nihat okulunu uzattığı için bitirme sınavlarına hazırlanmaktadır. Nihat babaannesine Mustafa’yı gündüzleri eve gelip ona ders anlatan bir hoca gibi tanıtır. Birkaç gün Mustafa burada dinlenir. Hatta sağlığı da düzelir. Fakat bir gün Nihat’ın babaannesi Mustafa’nın orada kaldığını anlar ve çok sinirlenir. Mustafa oradan da ayrılmak zorunda kalır.
Bir gece Mustafa yolda bir polise yakalanır. Sıkıyönetim günleri olduğu için kimliğini sorar polis. Mustafa kendisini bir kadın arkadaşının yanından gelen bir öğretmen olarak tanıtır. Acele ile çıktığı için ceketini güya onun evinde unutmuş ve kimliğide içinde kalmıştır. Böylelikle kurtulur. Mustafa, Cengiz kız arkadaşlarından ayrıldığı için onun yanında yeniden kalmaya başalar. Karısını ve çocuğunu çok özlediği bir gün her şeyi göze alarak gece yarısı evine gider. Karısı ona çok soğuk davranır. Nerdeyse onun teslim olmasını istemektedir. Mustafa Ural, karısının davranışlarına bir türlü anlam veremez. Bu arada kapı çalınır. Gelen komşularının kızı Ayten’dir. Ayten, babasının Mustafa’yı polise şikayet etmeye gittiğini söyler. Mustafa’nın hemen kaçması gerekmektedir. Mustafa kaçarken onu en çok üzen Şükran’ın onu uğurlamamasıdır.
Mustafa polisten kaçmaya başladığından beri bir ay geçmiştir. Maaşını karısının yardımı ile alır. Bir gün Ayten’le buluşur. Ayten, hocasına yazdığı hikâyeleri okutur. Bir de Şükran’ın İlhan’la gezmeye gittiğini söyler. Mustafa’nın kalbine bir şüphe düşer. Karısının ve çocuğunun başında olmamasının sonunun böyle olmamasına şaşırmaz.
Tarih 24 Mayıs’tır. Mustafa’nın sağlığı hücrede kalmaya müsait hale gelmiştir. Artık yakalansa dahi hapishane koşullarında yaşayabileceğini düşünmektedir. Ve beklenen gün gelir. Mustafa önceden karşılaştığı polisle karşılaşır. Polis onun önceki sefer yalan söylediğini öğrenmiştir. Apar topar onu emniyete götürür.
Mustafa Ural ve Halil taş odada gözaltında iken bir gelişme olur. Mustafa, savcıya sevk olunmuştur. Mahkemede Mustafa’yı kötü bir sürpriz beklemektedir. Karısı Şükran da oradadır. Fakat karısının onun savcıya sevk olunduğunu bilmesine imkân yoktur. Bir başka mesele için orada olmalıdır. Birden bir duruşmada İlhan’ı görür. İlhan işlediği suçtan dolayı askerler tarafından sorguya çekilmektedir.
6 veyahut 6,50
Konu:
Mustafa Ural bir süredir hapishanededir. Çok zor şartlar altında yaşamaktadır. Kaldığı oda nem ve pire içerisindedir. Verilen yemek ise sadece kuru bir ekmektir. Mustafa Ural, insan yüzü göremediği bu yerde, suçunun ne olduğunu bilmeden günlerini geçirmektedir. Tarihin altı mı, yedi mi yoksa sekiz Haziran mı olduğunu bilmemektedir.
Bir süre sonra ani bir değişiklik olur. Koğuşların hepsi boşaltılmaktadır. Bütün hapishane boşalır. Mustafa Ural,günlerden sonra ilk defa gökyüzünü ve İstanbul’u gördüğü için mutludur. Fakat bu değişikliğin sebebini anlayamaz. Mahpuslardan biri savaş dolayısı ile savaş sığınaklarına götürüldüklerini söyler. Komutan, konuşanı vuracaktır. Mustafa Ural’ın Halil adındaki bir başka mahkûmla konuştuğunu görür ve komutan onları taş odaya gönderir. Taş oda, en korkunç cezaların verildiği kısımdır. Taş odada Halil’le sohbet etmeye başlayan Mustafa ona hapse giriş sürecini anlatmaya başlar.
Mustafa Türkçe öğretmenidir. Sıkıyönetim bölgesindedir. Mustafa, rahatsız olduğu için bir süre sanatoryumda kalmıştır. Bu yüzden raporludur. Bir öğretmen arkadaşı yanına gelir; eserlerinin tehlikeli görüldüğünü ve dikkatli davranması gerektiğini söyler. Kitapları toplatılmaktadır. Mustafa, arkadaşından sonra evine gittiğinde apartmanın kapısında polisleri görür. Ayten, gelmemesi için uyarır. Mustafa, hakkında tutuklanma kararının çıktığını anlar ve ne yapacağını şaşırır. Karısının yanına gider ve şifreli bir şekilde durumunu anlatır. Eşi, ona bir miktar para verir. Mustafa, hep yakalanacağı korkusu ile İstanbul sokaklarını dolaşır. Arkadaşı asteğmen İlhan’ın yanına gider. Ondan kimsenin şüphelenmeyeceğini düşünür. Fakat arkadaşı ona çok soğuk davranarak başını derde sokmamasını anlatır ve teslim olmasını söyler. Mustafa, çok büyük hayal kırıklığına uğrar ve dostluklarının bittiğini söyleyerek oradan ayrılır. Gece evine gider. Karısı polislerin her yerde onu aradığını ve kitaplarının tamamen toplandığını söyler.
Sabaha doğru evden bir yabancı gibi çıkar. Gazetelerden iki yüz kişinin tutuklandığını, kendisinin de arandığını okur. Suçu, propaganda mahiyetinde kitap yayınlamaktır. Sokaklarda yakalanama korkusuyla geçirdiği bir günden sonra dostu Cengiz’in yanına sığınır. Cengiz, istediği kadar yanında kalabileceğini söyler. Mustafa çok sevinir. Tek göz bir odada kalan Cengiz’in evindeki en büyük sorun odun ve kömürdür. Tüm şehirde odun, kömür çok pahalıdır. Cengiz ve Mustafa paralarını birleştirerek aldıkları odunlarla ısınmaya çalışırlar. Cengiz, Mustafa’ya her konuda saygı duymakla birlikte, politikadan uzak durmaktadır. Fakat hocasını bu zor günlerinde saklamakta kararlıdır.
Mustafa, Cengiz’in evinde sessiz, sakin bir süre geçirir. Fakat bir gün Cengiz’in kız arkadaşı Çiğdem eve gelir. Çiğdem Mustafa’nın bir kanun kaçağı olduğunu anlar ve polise şikayet edeceğini söyler. Mustafa bu yüzden buradan ayrılmak zorunda kalır. Yine sokaklardadır. Ne yapacağını bilemez. Gördüğü her kişiden şüphelenir. Yakalanma korkusu ile geçen bir süreden sonra babaannesi ile yaşayan Nihat’ın yanına gitmeye karar verir. Nihat okulunu uzattığı için bitirme sınavlarına hazırlanmaktadır. Nihat babaannesine Mustafa’yı gündüzleri eve gelip ona ders anlatan bir hoca gibi tanıtır. Birkaç gün Mustafa burada dinlenir. Hatta sağlığı da düzelir. Fakat bir gün Nihat’ın babaannesi Mustafa’nın orada kaldığını anlar ve çok sinirlenir. Mustafa oradan da ayrılmak zorunda kalır.
Bir gece Mustafa yolda bir polise yakalanır. Sıkıyönetim günleri olduğu için kimliğini sorar polis. Mustafa kendisini bir kadın arkadaşının yanından gelen bir öğretmen olarak tanıtır. Acele ile çıktığı için ceketini güya onun evinde unutmuş ve kimliğide içinde kalmıştır. Böylelikle kurtulur. Mustafa, Cengiz kız arkadaşlarından ayrıldığı için onun yanında yeniden kalmaya başalar. Karısını ve çocuğunu çok özlediği bir gün her şeyi göze alarak gece yarısı evine gider. Karısı ona çok soğuk davranır. Nerdeyse onun teslim olmasını istemektedir. Mustafa Ural, karısının davranışlarına bir türlü anlam veremez. Bu arada kapı çalınır. Gelen komşularının kızı Ayten’dir. Ayten, babasının Mustafa’yı polise şikayet etmeye gittiğini söyler. Mustafa’nın hemen kaçması gerekmektedir. Mustafa kaçarken onu en çok üzen Şükran’ın onu uğurlamamasıdır.
Mustafa polisten kaçmaya başladığından beri bir ay geçmiştir. Maaşını karısının yardımı ile alır. Bir gün Ayten’le buluşur. Ayten, hocasına yazdığı hikâyeleri okutur. Bir de Şükran’ın İlhan’la gezmeye gittiğini söyler. Mustafa’nın kalbine bir şüphe düşer. Karısının ve çocuğunun başında olmamasının sonunun böyle olmamasına şaşırmaz.
Tarih 24 Mayıs’tır. Mustafa’nın sağlığı hücrede kalmaya müsait hale gelmiştir. Artık yakalansa dahi hapishane koşullarında yaşayabileceğini düşünmektedir. Ve beklenen gün gelir. Mustafa önceden karşılaştığı polisle karşılaşır. Polis onun önceki sefer yalan söylediğini öğrenmiştir. Apar topar onu emniyete götürür.
Mustafa Ural ve Halil taş odada gözaltında iken bir gelişme olur. Mustafa, savcıya sevk olunmuştur. Mahkemede Mustafa’yı kötü bir sürpriz beklemektedir. Karısı Şükran da oradadır. Fakat karısının onun savcıya sevk olunduğunu bilmesine imkân yoktur. Bir başka mesele için orada olmalıdır. Birden bir duruşmada İlhan’ı görür. İlhan işlediği suçtan dolayı askerler tarafından sorguya çekilmektedir.
6 veyahut 6,50
28 Nisan 2016 Perşembe
V.A. - Love, Peace & Poetry: Turkish Psychedelic Music (2005)
Şu an rüzgarı dinmekle beraber progresif çevrelerde etnik saykedelik rock namına ülkemizin de isminin geçtiği günlerden kalma bir derleme. Şarkıların bir kısmı biz dinleyicilerin aşırı dozajda dinlemesine bağlı olarak heyecanlandıramıyor, ufak bir kısmı ise emsalleriyle kıyaslandığında sönük kalıyor. Beni uçuran feci kayıtlar ise şunlar oluyordur efendim. Her ne kadar hep aynı melodiyi takip etse de Mazhar Fuat ikilisinin Sür Efem Atını ismindeki şarkısı, belki de derlemenin en akıl uçuranı epik Yakar İnceden İnceden'i (Edip Akbayram), rifi ile albümün en rock parçası Erkin baba'nın Yağmur'u, Albümde tercih ettiğim versiyonu ile (bir de Alpay yorumu var) Barış Manço'nun Kirpiklerin Ok Ok Eyle'si, hey hey dedikçe içimi eriten seksi sesli (sapığım galiba) Ersen ve Kara Yazı'sı. Bununla birlikte rifi sempıllanıp durulan Selda Bağcan'ın İnce İnce Bir Kar Yağır'daki vokali bana gelmedi ki çok severim kendisini, o ayrı. Benzer şekilde iyi başlayıp kısa sürede hayal kırıklığı yaratan Erol Büyükburç'n şarkısı da hoşlanmadıklarım arasında. Lakin yukarıda saydığım parçalar akla öyle bir yerleşiyor ki ara ara kendinizi mırıldanır bulabiliyorsunuz.
8,25/10
8,25/10
27 Nisan 2016 Çarşamba
David Bowie - David Bowie (1967)
Rahmetlinin müziğini anlamak için öyle anlaşılıyor ki en iyi başlangıç yeri bu çıkış albümü değil. Fotoğrafta da görüleceği gibi gayet uslu bir poz vermiş, İngiliz hikayeleri anlatıyor. Yalnız sesi bile müziğiyle örtüşmüyor. Müziği ise dönemin safiyane çocuksu ve hayli folk etkili pop müziği gibi bir şey. Sözlerde mizah unsuru başı çekiyor. Trompet ve org gibi farklı tınıdaki çalgıların katkısı ile bana sorarsanız sanatçının diskografisindeki en zayıf parça olarak değerlendirilse bile hayli eğlenceli. Bir kaç basit melodi de dile pelesenk, orjinalliğini bilemeyeceğim amma. Lay lay lom lay lay lom böyle bir şey yani.
7,0+/10
7,0+/10
24 Nisan 2016 Pazar
Antediluvian - Through the Cervix of Hawaah (2011)
Annem, nasıl içinde münakaşaların, dedikodunun gırla gittiği reality şovların tümünü izleyip sebebini sorduğumda oğlum bunlar kafamı dinlendiriyor diyorsa, benim de kafamı işte böyle şeyler dinlendiriyor. Modern death metal diyelim. Vokal derinden guttural börülce tarzında grindi anımsatıyor. Sound soğuk, insaniyetten uzak bir atmosfer sergiliyor. Bateri değişken ritmiyle kafa ütüleyen cinsten, iyi manada söylüyorum, imzasını albüme atıyor, gücü vurgulamak için tom tomlar davul gibi çalınıyor. Gitara baktığımızda ise kısada olsa riflere rastlamak mümkün. Melodiler ise akılda kalıcı bir süreklilik sağlamıyor. Kısaca atonal bir müzik hakim olsa da dinlerken kendinden soğutmuyor. Dolayısıyla bu karmaşanın içinde gruuvi öğeleri saptayabilmek oldukça mümkün. Sözler ise olabildiğine okült, sesi gibi karanlık bir mağarada yankılanıyor. Tremololarda mebcut olmakla beraber müziğin hırgür tempoda dur duraksız ilerlediğini düşünmeyin. Ani ritim değişiklikleri ile kaosun pençesinde tutsakken durulan anlarda dinleyici daha nasıl rahatsız olabilir diye kafa yorulmuş. Ve uyumsuz harmonilerle kalınmayıp cehennemi sesler entegre edilmiş. Bu noktadan sonra alt kurguda doom ve black metal öğelerin varlığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Portal ve Mitochondrion (doğru yazıp yazmadığımı bilmiyorum) gibi gruplara benzetilen arkadaşları dinleyebilmek maharet istiyor. Anlamak zor ama derin sulardaki ışık görmeyen mağaralara davet ettikleri bu yolculuğa, deneyim için olsa bile icabet edilebilir.
7,25/10
7,25/10
Peyniraltı Edebiyatı # 34, Keşke #16, Figüran #2, Nepal #2, Gard #18
Dergi geçen ayın kapağını Hüseyin Rahmi'ye ayırmıştı. Lise'de okuduğum kadarıyla yazarı rahatsızlık verecek derekede didaktik ve aydınlanmacı bulsam da toplumu gözleyip aktarmaya dayanan bakış açısıyla bir yandan oldukça doğal bulmuşturm diğer yandan da yazdıkları heyecan uyandıran gerilimli bir yol izlemesi neticesinde iyi bir okuma serüveni sunmuştu. Dosya konusu tercih ettiğim gibi hacim olarak sayının yarısını kapsar hale gelmiş. Dosyada yazarı yaşamı hakkında detaylı bir yazı Melda Üner'ın, Gulyabani üzerine Hakan Bıçakcı ve Mehmet Berk Yaltırık'ın,yazarın sansürle karşı karşıya kaldığı anları anlatan yazısı ile Özkan Ali Bozdemir'in, yazarın anlatım tarzı üzerine Emre Kundakçı'nın, tiyatro oyunundaki erkek egemen dili eleştiren Elif Benan Tüfekçi'nin ve tercümeleri üzerine Oğuzhan Yeşiltuna'nın yazıları yer alıyor. Ayrıca yazarın bir öyküsüne de yer verilmiş.
Grotesk hikayeleri (Sonar Yurtçu ile Emre Varışlı) gayet optimist Muhittin Olmak isimli iç ısıtan bir hikaye (Bengüsu Özcan) dengeliyor. Diğer öykülere imza atanlar ise Ömür İklim Demir,Mehmet Tutlu, İsmailTopçu, Berkay Daçe ve Önder Şit. Şiirler ise Onur Bayrakçeken, Burak Albayrak, Reha Kadak, Ekin Metin Sozüpek (politik dili değişken ritimlerle birleştirerek bir farklılık sergiliyor), Muammer Gündüz, Nafizcan Önder ve Uğur Demirkol tarafından kaleme alınmış.
Keşke'nin kapağını ise Şükrü Erbaş süslüyor. Şair ile yapılan söyleşiye şiiri üzerine yine Hasan Ziya tarafından kaleme alınan kapsamlı bir makale eşlik ediyor. Ayrıca H. Ziya'nın şiir okuma üzerine makalesi de bulunuyor. Aşağıda bir kısmına yer verdiğim mısraları yazan Mehmet Fatih, Nurullah Deveci, Sercan Yılmaz, Münir Ersan Tuna, Serap Aslı Araklı, Engin Hamamcı bu sayıda ürünlerine yer verilen şairler. Ayrıca Emile Verhaeren'in uzunca bir şiirinin tercümesi de sayıda yer bulabilmiş. Hafıza güçlendirme tekniği olarak zihin sarayı yöntemi ve edebiyat ilişkisi üzerine yer alan makale ile birlikte Zamyatin'in disütopik Biz'i konu alan yazı deneme türünden örnekler. Sayıdaki tek öyküyü kaleme alan isim ise A. Nur Mergen.
Anne
beni yolculuklara doğurdun sen
tren garlarına
limanlara
asılsız astarsız duraklara doğurdun
hiçlikler ülkesinden bir hiç düştü payıma
Figüran dergisi, internetin dediğine göre bir grup üniversite öğrencisinin çıkarmasına rağmen amatörlüğü mümkün mertebe göstermeme çabasında olduğunu sezdiriyor. Renkli fotoğraflar, grafikler, titizlenilmiş mizanpaj ile kolay okumayı sağlayan font türü ve büyüklüğü yeni nesle daha çok hitap eden bir bakış açısının ürünleri. Bu sayede zaten bir çırpıda dergiyi bitiriyorsunuz. Dolayısıyla popüler ve çok basan diğer yayınlara öykünüyor hissi vermekte. Şairler Alihan Çayırpınar, Orhan Veli Kanık, Fidan Akyol, Cemal Süreya, Seydi Demirtaş, Cebrail Vural, Muhammed Salih Tırıs. Sunay Akın ve Hanri Benazus gibi bilindik isimler de bu sayı için kalemi eline alanlardan olmuş. Diğer ilginç konu başlıkları, Kastamonuspor ve uçak tutkunu Vecihi Bey.
Nepal'in ikinci sayısında şiirleriyle Baran Çaçan, Asuman Susam, Özgür Göreçki (bkz. alıntı), Özgür Balaban, Usame Söylemez, Enes Kurdaş, Fatih Çünkioğlu, Halil Ayaz yer alıyor. İbrahim Dervişoğlu'nun kaleminden çıkan bir öykünün yanısıra İsmet Özel'in şiirlerindeki şehir algısı ve vaşak imgesi üzerine makale fanzinin düzyazı başlıkları oluyor. Ortadaki fotoğrafın nerede çekildiğini merak ettim, bu arada. Edirnekapı
Ağaca, güneşe, yerlere yalınayak basmaya inanıyorum.
Saate inanıyorum.
Daireye ve çembere inanırım.
Elmadır meyvelerden en çok inandığım
Atım, sekiz oktavdır. Babasını gömdüktür.
Salıdan salıya basımhaneye giderim.
Akşamları leylak, turp, bulut yerim
Ve bolca su içerim. Tıksırana kadar.
Polis benim incir ağacı çaldığımı
Yeşil fosforlu kalemlerle iddia eder
..
Gömleğimin düğmesini otlarla dikip
Maruldan bir yaprak kopardığımda
Polisler evrani bastığında üstelik
Bir sigarayı hızla yakabilmeyi da
Adım dedemle aynıdır, genç olan benimdir
Dedem akşam üstleri piyano yapar
Ben akşam üzerleri kahve taşırım ona
Bu da bir fark
...
Kim tutulursa bir bel ağrısına sonra
Hayatı ciddiye alır, bu tamamen ücretsizdir
Düzgün oturmaya çalışıp
Sabahların köründe uyanarak
Başkalarının rüyalarında
Yüksek bir yerden düşür durursunuz
Gard dergisinin sayfalarında yer verdiği modern, modern sonrası şiirlerinden ziyade sade baskısı, cep boyutu gibi somut sebeplerle seviyorum. Aklımda yokken bile dürtüsel olarak kendimi satın almış buluyorum. Bununla birlikte sadece ürün dergisi olma hüviyetini sergileyen yayının her sayısında illaki en az bir şiiri de pek tutuyorum. 18. sayıya eserlerini veren isimler şu şekilde: Ariel Gonzales Losada, A. Emre Cengiz, Recep Kahraman, Ertan Alp, Ümit Şener Ta, Mustafa Berkay Işık, Süleyman Sabri Genç, Semih Yıldız, Okan Yılmaz, Ece Gün, Özgür Balaban, Fatma Nur Türk, Emre Şahin Özden, Nilüfer Altunkaya, Meg Johnson, Rae Armantrout, Kay Ryan, Vijay Seshadri ve bir satır aşağıda alıntıladığım deneyimli isimlerden Müesser Yeniay.
kenzü'l esrâr
Bir parça ete
bin caan üflemişler gibi
duruyorum burada
kesilmiş
parçalanmış olmanın umruyla
her gün soluğumun
kuşları
çıkıyor kafeslerinden
bedenin sınır
taşı her gün biraz daha
öteye
-hayalime kapanıyorum-
merhametli annesiyim
doğurmadığım
çocukların
yalnızlığın El-Hamra'sı
kalbini
şiirlere nakş eden
nakkaş
bakma
cansız gibi uzandıklarına
sözcüklerimin
her biri
geniş avlulu saray
(onlarca bahçeden birinde
dünya güzelliğini anlattı
ben dinledim)
her şey içimde kocaman
dışımda ufacık
Grotesk hikayeleri (Sonar Yurtçu ile Emre Varışlı) gayet optimist Muhittin Olmak isimli iç ısıtan bir hikaye (Bengüsu Özcan) dengeliyor. Diğer öykülere imza atanlar ise Ömür İklim Demir,Mehmet Tutlu, İsmailTopçu, Berkay Daçe ve Önder Şit. Şiirler ise Onur Bayrakçeken, Burak Albayrak, Reha Kadak, Ekin Metin Sozüpek (politik dili değişken ritimlerle birleştirerek bir farklılık sergiliyor), Muammer Gündüz, Nafizcan Önder ve Uğur Demirkol tarafından kaleme alınmış.
Keşke'nin kapağını ise Şükrü Erbaş süslüyor. Şair ile yapılan söyleşiye şiiri üzerine yine Hasan Ziya tarafından kaleme alınan kapsamlı bir makale eşlik ediyor. Ayrıca H. Ziya'nın şiir okuma üzerine makalesi de bulunuyor. Aşağıda bir kısmına yer verdiğim mısraları yazan Mehmet Fatih, Nurullah Deveci, Sercan Yılmaz, Münir Ersan Tuna, Serap Aslı Araklı, Engin Hamamcı bu sayıda ürünlerine yer verilen şairler. Ayrıca Emile Verhaeren'in uzunca bir şiirinin tercümesi de sayıda yer bulabilmiş. Hafıza güçlendirme tekniği olarak zihin sarayı yöntemi ve edebiyat ilişkisi üzerine yer alan makale ile birlikte Zamyatin'in disütopik Biz'i konu alan yazı deneme türünden örnekler. Sayıdaki tek öyküyü kaleme alan isim ise A. Nur Mergen.
Anne
beni yolculuklara doğurdun sen
tren garlarına
limanlara
asılsız astarsız duraklara doğurdun
hiçlikler ülkesinden bir hiç düştü payıma
Figüran dergisi, internetin dediğine göre bir grup üniversite öğrencisinin çıkarmasına rağmen amatörlüğü mümkün mertebe göstermeme çabasında olduğunu sezdiriyor. Renkli fotoğraflar, grafikler, titizlenilmiş mizanpaj ile kolay okumayı sağlayan font türü ve büyüklüğü yeni nesle daha çok hitap eden bir bakış açısının ürünleri. Bu sayede zaten bir çırpıda dergiyi bitiriyorsunuz. Dolayısıyla popüler ve çok basan diğer yayınlara öykünüyor hissi vermekte. Şairler Alihan Çayırpınar, Orhan Veli Kanık, Fidan Akyol, Cemal Süreya, Seydi Demirtaş, Cebrail Vural, Muhammed Salih Tırıs. Sunay Akın ve Hanri Benazus gibi bilindik isimler de bu sayı için kalemi eline alanlardan olmuş. Diğer ilginç konu başlıkları, Kastamonuspor ve uçak tutkunu Vecihi Bey.
Nepal'in ikinci sayısında şiirleriyle Baran Çaçan, Asuman Susam, Özgür Göreçki (bkz. alıntı), Özgür Balaban, Usame Söylemez, Enes Kurdaş, Fatih Çünkioğlu, Halil Ayaz yer alıyor. İbrahim Dervişoğlu'nun kaleminden çıkan bir öykünün yanısıra İsmet Özel'in şiirlerindeki şehir algısı ve vaşak imgesi üzerine makale fanzinin düzyazı başlıkları oluyor. Ortadaki fotoğrafın nerede çekildiğini merak ettim, bu arada. Edirnekapı
Ağaca, güneşe, yerlere yalınayak basmaya inanıyorum.
Saate inanıyorum.
Daireye ve çembere inanırım.
Elmadır meyvelerden en çok inandığım
Atım, sekiz oktavdır. Babasını gömdüktür.
Salıdan salıya basımhaneye giderim.
Akşamları leylak, turp, bulut yerim
Ve bolca su içerim. Tıksırana kadar.
Polis benim incir ağacı çaldığımı
Yeşil fosforlu kalemlerle iddia eder
..
Gömleğimin düğmesini otlarla dikip
Maruldan bir yaprak kopardığımda
Polisler evrani bastığında üstelik
Bir sigarayı hızla yakabilmeyi da
Adım dedemle aynıdır, genç olan benimdir
Dedem akşam üstleri piyano yapar
Ben akşam üzerleri kahve taşırım ona
Bu da bir fark
...
Kim tutulursa bir bel ağrısına sonra
Hayatı ciddiye alır, bu tamamen ücretsizdir
Düzgün oturmaya çalışıp
Sabahların köründe uyanarak
Başkalarının rüyalarında
Yüksek bir yerden düşür durursunuz
Gard dergisinin sayfalarında yer verdiği modern, modern sonrası şiirlerinden ziyade sade baskısı, cep boyutu gibi somut sebeplerle seviyorum. Aklımda yokken bile dürtüsel olarak kendimi satın almış buluyorum. Bununla birlikte sadece ürün dergisi olma hüviyetini sergileyen yayının her sayısında illaki en az bir şiiri de pek tutuyorum. 18. sayıya eserlerini veren isimler şu şekilde: Ariel Gonzales Losada, A. Emre Cengiz, Recep Kahraman, Ertan Alp, Ümit Şener Ta, Mustafa Berkay Işık, Süleyman Sabri Genç, Semih Yıldız, Okan Yılmaz, Ece Gün, Özgür Balaban, Fatma Nur Türk, Emre Şahin Özden, Nilüfer Altunkaya, Meg Johnson, Rae Armantrout, Kay Ryan, Vijay Seshadri ve bir satır aşağıda alıntıladığım deneyimli isimlerden Müesser Yeniay.
kenzü'l esrâr
Bir parça ete
bin caan üflemişler gibi
duruyorum burada
kesilmiş
parçalanmış olmanın umruyla
her gün soluğumun
kuşları
çıkıyor kafeslerinden
bedenin sınır
taşı her gün biraz daha
öteye
-hayalime kapanıyorum-
merhametli annesiyim
doğurmadığım
çocukların
yalnızlığın El-Hamra'sı
kalbini
şiirlere nakş eden
nakkaş
bakma
cansız gibi uzandıklarına
sözcüklerimin
her biri
geniş avlulu saray
(onlarca bahçeden birinde
dünya güzelliğini anlattı
ben dinledim)
her şey içimde kocaman
dışımda ufacık
Etiketler:
FİGÜRAN,
GARD,
KEŞKE,
NEPAL,
PEYNİRALTI EDEBİYATI
23 Nisan 2016 Cumartesi
Büyük Ressamlar Serisi: Leonardo Da Vinci - Miro ( Radikal-Boyut)
Bir vakitler Radikal'in kuponları ile almıştım diye hatırlıyorum. Bir sıkıntı anında gözden geçiriverdim. Boyut yayıncılığın gazete için hazırladığı özel basım diye düşünüyorum. Asılları ciltli büyük boyda hala, satılıyor olsa gerek. Bu da demektir ki bu baskılar ufak ve kapkare. Leonardo amcanın binbir bilim ve sanat dalıyla uğraşmasına rağmen projelerinin hemen hemen hiç birisinin hayata geçmediğini hatta resimlerinin çoğunun da yarım kaldığını bu vesileyle öğreniyoruz. İşin magazinsel boyutuna bakarsak ustanın cinsel kimliği ne, frijit mi?, genç çırakları ile arası nasıl? Şok şok şok Mona Lisa yoksa kendisi mi? Ciddiyim, bir iddia da buymuş vallahi. Bunlara rağmen yaşadığı dönemde dönemin egemenleri tarafından gani gani himaye edildiği de başka bir gerçek. Az sayıda ve bir çoğu da yarım yamalak bırakmış eserler bile bu kadar büyük bir isim yapmasına yetmiş.
Miro ise son yıllarda sahte eserlerden dolayı ülkemizde gündeme gelen modernist bir Katalan ressam. Fransa'nın tozunu toprağını fazlasıyla yutmuş. Patlayan renkleriyle ünlü. Soyutlamaya dayalı, Miro'yu Miro yapan tarzından önce pastoral yaşamı şiirsel bir biçimde tuvale aktardığı erken dönem tarzı bile oldukça ilgi çekici. Zaten ortak noktalar da çok. İlk yıllarda fakir fukara hayatını idame ettirse de o da şanı şöhreti hayata gözlerini yummadan önce yeterince tatmış. Hatta o kadar sıkılmış ki tablolarını yakmış. Yalnız çizgilerinde bir miktar karikatürizeliğe kayıyor ki pek hoşlanmadım.
9
Miro ise son yıllarda sahte eserlerden dolayı ülkemizde gündeme gelen modernist bir Katalan ressam. Fransa'nın tozunu toprağını fazlasıyla yutmuş. Patlayan renkleriyle ünlü. Soyutlamaya dayalı, Miro'yu Miro yapan tarzından önce pastoral yaşamı şiirsel bir biçimde tuvale aktardığı erken dönem tarzı bile oldukça ilgi çekici. Zaten ortak noktalar da çok. İlk yıllarda fakir fukara hayatını idame ettirse de o da şanı şöhreti hayata gözlerini yummadan önce yeterince tatmış. Hatta o kadar sıkılmış ki tablolarını yakmış. Yalnız çizgilerinde bir miktar karikatürizeliğe kayıyor ki pek hoşlanmadım.
9
Ann Leckie - Adalet
Bir sürü ödülü heybesine dolduran bu ilk çalışma, hepsini sonuna kadar hak ediyor doğrusu. Arkasından iki kitap ile birlikte üçlemeye evrilse de mevcut halin sonu okuyucuyu tatmin ediyor. Modern bilim kurgu eserlerinde olduğu gibi başlarda farklı bir terminoloji ve özel isimlerle karşı karşıya gelsek de damla damla açığa kavuşturma yöntemiyle olsun, temposuyla olsun mümkün mertebede kafa karışıklığının önüne geçiliyor. Yine de uyarmak lazım, içinde sadece farklı terminoloji ve sistemlerin varlığı değil felsefi izdüşümü olan kompleks kurgusu da tecrübesiz okuyucuyu zorlayabilir. Türkçemizde namevcut cinsiyet ayrımına dayanan dilbilgisi sebebiyle tercümelerde kimin erkek kimin kadın olduğunu anlayabilme çabası ilk başlarda sezgiye yaslanır. Bu kitapta da hegemonik Radchaai dilinin yansıması olarak başkarakter Breq insanları cinsiyetine göre tanımlamayarak herkesi 'she' olarak anlattığından dolayı bu sezgisel arayış romanın sonuna kadar sadece Türk okuyucular için değil global ölçekte herkes için devam ediyor ve karakterler üzerine bir tahmin oyununa dönüşüyor. Gel ve de gelelim ki son yıllarda okuduğum en kötü dizgeyi sergiliyor kitap. Diğer deyişle çevirmeni de zora sokacak biçimde hiç bir redaksiyondan geçmemiş metin. Cümlenin başı Y(H)anya sonu Konya, grameri bile tutmuyor. Akıcı metinlerde bilirsiniz, kelimeler zihnin arkasından koşturur. Burada cümleler tökezliyor, tepetaklak yuvarlanıyor. Pek çok kez geriye dönüp cümleleri tekrar okuyarak anlamını çözmeye çalıştım. Yazık ki ne yazık.
Şey spoiler..
Roman Breq takma ismini kullanan birinin, adam olduğunu tahmin ediyorum, soğuk sopsoğuk bir gezegende arayış içinde debelenmesiyle açılıyor. Sokakta yüzükoyun baygın yatan ve bıraksa ölecek bir uyuşturucu müptelası görür, sahip çıkar. Pek sevmese de eskiden birkaç bin yıl önce yokolan bir geminin normalde ölmüş olması gereken kaptanı Seivarden'dir bu kişi. Kesin erkek. Şöyle ki yayılmacılığa dayanan ve hiyerarşik evler şeklinde örgütlenen Radchaii imparatorluğu yeni bir gezegeni fethetmiştir. Teslim olmak için gemiye çıkan bu gezegenin ileri gelenleri, gemide kimsede olmadığı zannedilen ve askerlere zarar verebilen silahlarla, Radchaii askerleri implantlar taşır ve çok güçlü zırhlar aktive edebilir ki bu zırhlar neredeyse zarar görmez, saldırı başlatır. Neticede gemi ziyan. Ve Radchaai efendisi Anaander Mianaai tüm gezegenin ibret-i alem olması için yokedilmesini emreder. Bu efendi, vücudunu yüzlerce bedene klonlamış, ölümsüz ve her yerde mevcut haliyle Tanrı'yı andırmaktadır. İşte Seivarden geminin dondurucu mekiğinde bir kaç bin yıl kaldıktan sonra bulunup hayata döndürülmüş ama bu arada kendi evinin yok olduğunu, soylu ünvanının küllere karıştığını görünce kafayı yemiş felan. Diğer yandan bu olay ve şimdi anlatacağım diğer olay Radchaai evreninde emperyal zihinlerde muhalif düşüncelere tohum atmış. Evrenin bir kıyısındaki gezegenin valisi yolsuzluklarla ve diğer ırkları makineye dönüştüren bağıl politikası ile kök söktürürken ve merkezle iletişimi durdurmuşken bir gemi kaptanı Radchaai efendisini uyarıp rezillikleri duyurmak için çaba gösterir ve başarır da. Vali görevden alınır alınmasına ama tüm mürettebatı ile birlikte Anaander tarafından ölüme de mahkum edilir. Sığındığı başka bir ırktan anlaşma yoluyla kaptanın sadece kendisi teslim edilir ve idam edilir. Aslında satranç oyunun karşısında oturan çok güçlü uzaylı ırkın Presgerların imparatorluğu sıkıştırma politikası hissedilir. Zaten büyük ihtimal o silahları yokedilen gezegene de temin etmiş olmasınlar sakın.
Neyse, Breq aslında bir bağıldır, kimliğini saklamaya çalışsa da. Radchaailer bazı milletleri , isyancıları felan, alıyorlar bedenlerini makine tarzı bir askere dönüştürüyorlar. Ve hepsinin zihnini de bir uzay gemisine bağlıyorlar. Bu askeri bölükten 10 askeri bir şehre yerleştirin hepsi o şehri anlık olarak gözetleyebiliyorlar ve ansal bilgi akışı gerçekleşiyor. Emirlere uymak dışında bir duygu taşıdıklarını söylemek de zor. İnsan amirleri de onları makine gibi görmekle beraber çayını demleyip çamaşırını yıkayan bir uşak gibi çalıştıracak kadar da yakın iletişim halindeler. Romanda Breq bir yandan yokedilen silahlardan birini gizlediği sanılan kaçak bir koleksiyoncu doktorun izini sürerken diğer yandan da nasıl gemisini kaybedip yalın yalavuz kaldığının hikayesini anlatıyor. Bu ikincisi oldukça duygusal: Bir kaç on yıl önce fethedilen bir gezegende görev yapan Teğmen Awn'ın komutasında bir düzine felan olarak görev yapmaktadır. Unutmayalım bir gemi ve belki de yüzlerce daha kendisinden vardır ama bu Breq'in hikayesi. Bu kasabada yaşayan iki halk arasında bir gerilim vardır. Ve doğrucu davut Awn, ezilenlerin yanındadır. Ki bence ya gay ya da büyük ihtimal bir kadın. Okudukça anlıyoruz ki Breq ya da Esk -1 bölüğü Awn'a karşı bağlılık dışında başka bir şey de büyütmüş içinde. Awn da bağıllara insandışı gibi davranmayan iyilik timsali birisi. Neyse komplolar felan, soylu ayrıcalıklarının zora girdiğini düşünen halk diğerlerinin üzerine yürüdüğünde, Annander'in bir bedeni kasabada belirir. Awn'a gıcık olur, sonunda meydana yürüyen bu asil halktakilerin üzerine ateş açtırır. Awn, karşı çıksa da ne yapsın garibim. Sonunda arkadaşı Skaaiat Awer ile olayı çözer. Anaander asil halkı galeyana getirmiştir ama öncesinde Awn komploya uyanınca iki dakikada satar onları. Anaander gemiye vardığında Awn'ı görevden alır. Bir de politik ortamı özetleyeyim. İmparatorlukta yayılmacılık yavaşlamış, reform süreci başlamış ve Pelasgerlerle bir barış anlaşması imzalanmıştır. Fakat Anaander gemideki bağıla der ki, benim zihnim ikiye ayrıldı, biri eski politikaları takipten diğeri de reformlardan yana ve ikisine ait bedenler gemileri, evleri, önemli şahsiyetleri kendi yanına çekmek için on yıllardır hummalı bir faaliyet içinde. Awn'a kıl olan, Ime'deki valiyi destekleyen yayılmacılığı savunan Anaander'dir. Gemiye dönen Awn'ı gizli bir toplantıda yanına çekmeyi başaramayınca, yanındaki bağıla öldür onu der. Bilmediği bir şey vardır ki diğer Anander daha önce bu gemiye, Toren'in Adaleti'ne uğramış ve komuta bilgisayarına girmiştir. Breqcancağız bunu da saklamaya çalışırken, içi kan ağlaya ağlaya ama bunun da sebebini bilmez, normalde makinelerin duygusu olmaması lazım, kapiş?, Awn'ı vurur. Ama arkasından Anaander'i de. Fakat gemiye iki Anaander gelmişti. Diğeri hemen uykuda olan bağılları çalıştırır. Onlar daha körpecik makineler. Zihinleri gemi ile tam bütünleşmemiş, hafızasını paylaşmıyor. Bu arada geminin diğer bağılları da paniklemiş, duygusal çöküntü felan. Sonunda Breq kendini bir kapsülle gemiden atıyor, olanları dünyalara duyurmak için. Anaander'de ise beden çok, olanlar gizli kalmalı. Gemiyi onca insanla birlikte pat diye patlatıverir. Gel zaman git zaman o sihirli silahı bulup Anaander'den intikam alma fikrini geliştirir. Şimdi ilk hikayeye geri dönelim.
Yanında uyuz köpek gibi dolaştırdığı Sev ile birlikte doktoru bulur sonunda, ikna etmeyi de başarır. Silahı alır gidecekken kendi hayatını Sev için riske atar. Aslında bir yönüyle de Sev'in insanlaşmasıyla, sadakatiyle sonuçlanan bir yolculuğun hikayesidir de bu. Ananderlerin konutuna gidecekleri bir uzay üssünde bulurlar kendilerini. Yanındaki yolcu aynı zamanda bir giriş biletidir. Bin yıllarca sonra tekrar hayata dönen Sev... Uzay üssünün komutasında da rastlantıya bakın Awn'ın yavuklusu Skaaiat. Bundan sonrası karışık, Breq'in kimliği ortaya çıkıyor. Her yerden Anaainder çıkıyor, Matrix'deki Mr Smith gibi. Hangisi iyi olan, hangisi kötü? Breq'e göre hepsi aynı soyun sopu. Anaainderlerin gemiye gitmesini önlemek gerek. Çünkü uzay üssünü yok edecek namussuz. Üstte ufak çaplı bir iç savaş yaşanmış zaten. Yaralı Breq hastanede kendine geldiğinde Anaainder üç yaşlarında bir çocuk bedeninde. Reform yanlısı olan bu. Artık evrende iç savaş başladı sayende diyor. Seni vatandaş yaptım, evlatlık aldım bundan kelli ismin Breq Mianaai. Karl'ın Merhameti gemisine kaptan oldun. İstemeye istemeye kabul etmek zorunda kalır. Sev ise ona acayip sadık birine dönüşmüştür.
Bence 9.
Şey spoiler..
Roman Breq takma ismini kullanan birinin, adam olduğunu tahmin ediyorum, soğuk sopsoğuk bir gezegende arayış içinde debelenmesiyle açılıyor. Sokakta yüzükoyun baygın yatan ve bıraksa ölecek bir uyuşturucu müptelası görür, sahip çıkar. Pek sevmese de eskiden birkaç bin yıl önce yokolan bir geminin normalde ölmüş olması gereken kaptanı Seivarden'dir bu kişi. Kesin erkek. Şöyle ki yayılmacılığa dayanan ve hiyerarşik evler şeklinde örgütlenen Radchaii imparatorluğu yeni bir gezegeni fethetmiştir. Teslim olmak için gemiye çıkan bu gezegenin ileri gelenleri, gemide kimsede olmadığı zannedilen ve askerlere zarar verebilen silahlarla, Radchaii askerleri implantlar taşır ve çok güçlü zırhlar aktive edebilir ki bu zırhlar neredeyse zarar görmez, saldırı başlatır. Neticede gemi ziyan. Ve Radchaai efendisi Anaander Mianaai tüm gezegenin ibret-i alem olması için yokedilmesini emreder. Bu efendi, vücudunu yüzlerce bedene klonlamış, ölümsüz ve her yerde mevcut haliyle Tanrı'yı andırmaktadır. İşte Seivarden geminin dondurucu mekiğinde bir kaç bin yıl kaldıktan sonra bulunup hayata döndürülmüş ama bu arada kendi evinin yok olduğunu, soylu ünvanının küllere karıştığını görünce kafayı yemiş felan. Diğer yandan bu olay ve şimdi anlatacağım diğer olay Radchaai evreninde emperyal zihinlerde muhalif düşüncelere tohum atmış. Evrenin bir kıyısındaki gezegenin valisi yolsuzluklarla ve diğer ırkları makineye dönüştüren bağıl politikası ile kök söktürürken ve merkezle iletişimi durdurmuşken bir gemi kaptanı Radchaai efendisini uyarıp rezillikleri duyurmak için çaba gösterir ve başarır da. Vali görevden alınır alınmasına ama tüm mürettebatı ile birlikte Anaander tarafından ölüme de mahkum edilir. Sığındığı başka bir ırktan anlaşma yoluyla kaptanın sadece kendisi teslim edilir ve idam edilir. Aslında satranç oyunun karşısında oturan çok güçlü uzaylı ırkın Presgerların imparatorluğu sıkıştırma politikası hissedilir. Zaten büyük ihtimal o silahları yokedilen gezegene de temin etmiş olmasınlar sakın.
Neyse, Breq aslında bir bağıldır, kimliğini saklamaya çalışsa da. Radchaailer bazı milletleri , isyancıları felan, alıyorlar bedenlerini makine tarzı bir askere dönüştürüyorlar. Ve hepsinin zihnini de bir uzay gemisine bağlıyorlar. Bu askeri bölükten 10 askeri bir şehre yerleştirin hepsi o şehri anlık olarak gözetleyebiliyorlar ve ansal bilgi akışı gerçekleşiyor. Emirlere uymak dışında bir duygu taşıdıklarını söylemek de zor. İnsan amirleri de onları makine gibi görmekle beraber çayını demleyip çamaşırını yıkayan bir uşak gibi çalıştıracak kadar da yakın iletişim halindeler. Romanda Breq bir yandan yokedilen silahlardan birini gizlediği sanılan kaçak bir koleksiyoncu doktorun izini sürerken diğer yandan da nasıl gemisini kaybedip yalın yalavuz kaldığının hikayesini anlatıyor. Bu ikincisi oldukça duygusal: Bir kaç on yıl önce fethedilen bir gezegende görev yapan Teğmen Awn'ın komutasında bir düzine felan olarak görev yapmaktadır. Unutmayalım bir gemi ve belki de yüzlerce daha kendisinden vardır ama bu Breq'in hikayesi. Bu kasabada yaşayan iki halk arasında bir gerilim vardır. Ve doğrucu davut Awn, ezilenlerin yanındadır. Ki bence ya gay ya da büyük ihtimal bir kadın. Okudukça anlıyoruz ki Breq ya da Esk -1 bölüğü Awn'a karşı bağlılık dışında başka bir şey de büyütmüş içinde. Awn da bağıllara insandışı gibi davranmayan iyilik timsali birisi. Neyse komplolar felan, soylu ayrıcalıklarının zora girdiğini düşünen halk diğerlerinin üzerine yürüdüğünde, Annander'in bir bedeni kasabada belirir. Awn'a gıcık olur, sonunda meydana yürüyen bu asil halktakilerin üzerine ateş açtırır. Awn, karşı çıksa da ne yapsın garibim. Sonunda arkadaşı Skaaiat Awer ile olayı çözer. Anaander asil halkı galeyana getirmiştir ama öncesinde Awn komploya uyanınca iki dakikada satar onları. Anaander gemiye vardığında Awn'ı görevden alır. Bir de politik ortamı özetleyeyim. İmparatorlukta yayılmacılık yavaşlamış, reform süreci başlamış ve Pelasgerlerle bir barış anlaşması imzalanmıştır. Fakat Anaander gemideki bağıla der ki, benim zihnim ikiye ayrıldı, biri eski politikaları takipten diğeri de reformlardan yana ve ikisine ait bedenler gemileri, evleri, önemli şahsiyetleri kendi yanına çekmek için on yıllardır hummalı bir faaliyet içinde. Awn'a kıl olan, Ime'deki valiyi destekleyen yayılmacılığı savunan Anaander'dir. Gemiye dönen Awn'ı gizli bir toplantıda yanına çekmeyi başaramayınca, yanındaki bağıla öldür onu der. Bilmediği bir şey vardır ki diğer Anander daha önce bu gemiye, Toren'in Adaleti'ne uğramış ve komuta bilgisayarına girmiştir. Breqcancağız bunu da saklamaya çalışırken, içi kan ağlaya ağlaya ama bunun da sebebini bilmez, normalde makinelerin duygusu olmaması lazım, kapiş?, Awn'ı vurur. Ama arkasından Anaander'i de. Fakat gemiye iki Anaander gelmişti. Diğeri hemen uykuda olan bağılları çalıştırır. Onlar daha körpecik makineler. Zihinleri gemi ile tam bütünleşmemiş, hafızasını paylaşmıyor. Bu arada geminin diğer bağılları da paniklemiş, duygusal çöküntü felan. Sonunda Breq kendini bir kapsülle gemiden atıyor, olanları dünyalara duyurmak için. Anaander'de ise beden çok, olanlar gizli kalmalı. Gemiyi onca insanla birlikte pat diye patlatıverir. Gel zaman git zaman o sihirli silahı bulup Anaander'den intikam alma fikrini geliştirir. Şimdi ilk hikayeye geri dönelim.
Yanında uyuz köpek gibi dolaştırdığı Sev ile birlikte doktoru bulur sonunda, ikna etmeyi de başarır. Silahı alır gidecekken kendi hayatını Sev için riske atar. Aslında bir yönüyle de Sev'in insanlaşmasıyla, sadakatiyle sonuçlanan bir yolculuğun hikayesidir de bu. Ananderlerin konutuna gidecekleri bir uzay üssünde bulurlar kendilerini. Yanındaki yolcu aynı zamanda bir giriş biletidir. Bin yıllarca sonra tekrar hayata dönen Sev... Uzay üssünün komutasında da rastlantıya bakın Awn'ın yavuklusu Skaaiat. Bundan sonrası karışık, Breq'in kimliği ortaya çıkıyor. Her yerden Anaainder çıkıyor, Matrix'deki Mr Smith gibi. Hangisi iyi olan, hangisi kötü? Breq'e göre hepsi aynı soyun sopu. Anaainderlerin gemiye gitmesini önlemek gerek. Çünkü uzay üssünü yok edecek namussuz. Üstte ufak çaplı bir iç savaş yaşanmış zaten. Yaralı Breq hastanede kendine geldiğinde Anaainder üç yaşlarında bir çocuk bedeninde. Reform yanlısı olan bu. Artık evrende iç savaş başladı sayende diyor. Seni vatandaş yaptım, evlatlık aldım bundan kelli ismin Breq Mianaai. Karl'ın Merhameti gemisine kaptan oldun. İstemeye istemeye kabul etmek zorunda kalır. Sev ise ona acayip sadık birine dönüşmüştür.
Bence 9.
Jean Michel Jarre - Equinoxe (1978)
İnterneti de bağlattığıma göre yeni evime taşındığım artık resmiyet kazandı. Artık ben de Sancaktepe'liyim. Yaw bildiğin Sarıgazi burası keh keh.
Neyse vaktim yok, Adalet'i yazıyorum bir yandan. Progresif elektronik diye geçiyor bu kaydın türü. Önceki dinlediğim Oxygene ile birlikte ikiz klasikleri oluşturuyor. Ambiyans yanı kuvvetli, uzaysı bir hissiyat. Bu albümde de 4. şarkı tam bir Big Bang. Sonda ise akustik bir lezzet bırakan 8. şarkı şaşırtıyor. Zamanına göre hayli ileride bir çalışma olduğu kesin. Oxygene'den farklılıkları ufak, rötüşlerde. Ama yine de fark var. Bir tık bunu daha fazla sevdim gibi.
7,25+/10
Neyse vaktim yok, Adalet'i yazıyorum bir yandan. Progresif elektronik diye geçiyor bu kaydın türü. Önceki dinlediğim Oxygene ile birlikte ikiz klasikleri oluşturuyor. Ambiyans yanı kuvvetli, uzaysı bir hissiyat. Bu albümde de 4. şarkı tam bir Big Bang. Sonda ise akustik bir lezzet bırakan 8. şarkı şaşırtıyor. Zamanına göre hayli ileride bir çalışma olduğu kesin. Oxygene'den farklılıkları ufak, rötüşlerde. Ama yine de fark var. Bir tık bunu daha fazla sevdim gibi.
7,25+/10
21 Nisan 2016 Perşembe
Mount Eerie - Sauna (2015)
Bu kadar minimalist olup, bir o kadar yalın, o kadar pamuk şeker vokal (artı bayan arka vokal desteği) seslendirip de böyle huzursuzluk bahşeden bir kayıt olamaz. Uyumak için dinleyemiyorsunuz, kabuslara neden olabiliyor. Size söyleyeyim, dinlemek için en uygun vakit, bir şişe şaraba eşlik ettiğiniz vakit. Mis. Bu durum şaşırtıcı değil, jeton köşeli düşüyor bizde. Grubun ismindeki eerie'nin manasının güzel lisanımızda ürkütücü bir o kadar da ürkünç olduğunu bilirseniz sanırım her şey anlam kazanıyor. Bir kasıt mı var acep? İlginçtir dinledikçe güzelleşen daha doğrusu ilginçleşen şarkılara vereceğiniz tepki zamana, dinlenme süresine bağlı olarak da değişiyor. Çeşitli formasyonlarda folk tabanlı bir müzik olsa da noisy indie rock'tan drone'a besleyen deneyci bir yan ağır basıyor. On ve on üç dakikalık iki şarkının drone iskeletesi sanatçının en zayıf yanlarını sergilemekle birlikte; şarkılar uzun sonuçta, durumu toparlayacak hünerini de göstererek aşağı gidişi dengelemeyi başarıyor. Yine de albümün en hoş şarkısı Emptiness olsa gerenk. Uzun lafın kısası kısa şarkılara odaklandığımızda yine dinlenilen ruh haline göre değişen gürültülü Boat ya da oldukça narin kapanış parçası Youth da öne çıkan parçalar.
7,75/10
When someone asked me what was in my bag
I said "more emptiness"
7,75/10
When someone asked me what was in my bag
I said "more emptiness"
18 Nisan 2016 Pazartesi
Megadeth - Dystopia (2016)
Eeehhhhh, yaaağniii, neden olmasın, açık açık emperyal sözlerden dolayı uzundan ucucuğundan biraz kırdım notunu, yine de hayattalar yani. Olur olur.
2016 albümlerine ne kadar geç başladım yafu...
7,0/10
2016 albümlerine ne kadar geç başladım yafu...
7,0/10
17 Nisan 2016 Pazar
Ağır Ol Bay Düzyazı
2000-2003 yılları arasında önce iki aylık daha sonradan da mevsimlik periyotlarla yayınlanan dergi ilk dönemlerdeki ilginç formatıyla da emsallerinden farklılaşıyor. Tümüyle ürün dergisi olarak basılmasından dolayı üşenmedim saydım, yüzotuz kadar farklı ismin şiirine ev sahipliği yapmış. Bu isimlerden başta dergiyi yayınlamada emeği geçenler olmak üzere bazılarının eserlerine daha çok rastlanabiliyor: C. Hakkı Zariç, Hasan Basri Ünlü, Reha Yünlüel, Ümit Şener Ta, Sevgi Köse, Selçuk Yamen, Serdar Aydın, Murat Tarı, Serkan Işın, Salih Aydemir, Ömer Şişman, Kağan Kök, Selahattin Yolgiden, A.Galip, Ava, Atilla Aşut, Saliha Nilüfer, Bayram Balcı, M. Mahsun Doğan gibi. Belki de bu kadar eserin basılmasının getirdiği kalite konusunda eleştirilerden dolayı son sayılarda yetersiz gördükleri şiire yer vermektense siyah renkte sayfaları bastırmayı tercih etme yoluna gidiyorlar. Yine son sayılarda sayfalarda yer bulan şiirlerin biçimsel yönde de değişikliğe uğramaya başladığı dikkat çekiyor. Ayrıca dergi 4 sayısında C. Hakkı Zariç, Hasan Basri Ünlü, Reha Yünlüel ve Serdar Aydın'ın şiirlerine bir miktar daha fazla sayfa ayırarak bu isimleri dosya konusu olarak değerlendiriyor.
Alice Coltrane - Universal Consciousness (1971)
Tinsel esintiler taşıyan caz tarzını nasıl yapıyor ediyor, her kaydında dinleyiciye farklılaştırarak sunabiliyor. Deneyselci yaklaşım her zaman takdir görmekle beraber benim gibi basit, hambıl mambıl bir dinleyici üzerinde etkisi de katlanarak değişkenlik gösterecektir. Evelemeye gevelemeye gerek yok, buradaki görece uyumsuz sesler bana pek hitap etmedi. Hare Krishna favorim. Böylece Alis aplanın işlerine nokta koyuyorum.
6,75-/10
6,75-/10
Hugh Howey - Wool 1: Silo
Hayli ses getiren bu kitabın başarısını yazar, dişiyle tırnağıyla kazanarak haketmiş görünüyor. Diğer yandan da bilim kurgu öğelerinden beslenen popüler kıyamet sonrası-alternatif tarih-otoriteye karşı isyan vessair türü romanların yazımında sadece gençlerin okumasını kolaylaştırarak çok satma gayreti güden, çubuğu macera ve aşk yönüne bükerken sığ sularda kaybolan tarzdan ötesi de olabileceğini kanıtlamayı ihmal etmiyor. Haksızlığa, otoriterliğe isyan mücadelesine sınıfsal ayrışmayı da katarak politik alegorinin masaya yatırıldığı bir beyin jimnastiğine okuyucu nezdinde kapıyı aralıyor yazar.Tempoda ve tecrübeli okuyucuyu şaşırtma konusunda çok çok ufak pürüzler hissedilse de eyvallah diyor, başımızın tacı, tiara'sı yapıyoruz. Pembe dantelalı eteklerimizin ucunu tutup selam ediyoruz, beş yaşında sevimli bir kız çocuğu olsaydık eğer böyle bir şeyler yapardık yani niye yapmayalım?
Bundan gayrısı spoiler.
Dünya yaşanılmaz bir yer haline gelmiş, zehirli gazlar, rüzgarlar felan. Vuuuu vuuuu. İnsanlar 144 kattan oluşan dev bir yeraltı silosunda kısıtlı yaşam sürüyorlar. En alt katlarda teknikerler, mekanikerler, petrol işçileri çalışıp yaşarken ziraatla uğraşanlar, tedarikçiler de anladığım kadarıyla bu hiyerarşinin diğer alt kısımlarını ulaştıran katmanlar oluyor. En üst kattaki şerif Holston'un karısı bir kaç yıl önce tabuları çiğnediğinden temizliğe gönderilmiş. Silo yaşamının düzenini sorgulayarak dillendiren, fitne fücur eken herkes astronot kıyafetiyle dışarıya gönderiliyor, silonun dışarıyla tek irtibatı olan periskopik bir pencerede biriken tozları kumları temizleyip, dışarıda bir tepeye tırmanırken canlarını teslim ediyorlar. Karısı da orta katlarda yarı-bağımsız statüdeki IT'nin programlarını incelerken insanlardan bir şey gizlendiğini keşfedince bunu dışarıda daha iyi bir hayat olabileceğine yoruyor. Neyse, ölüp gidiyor kadıncağız. Kocası da gönüllü oluyor ve ölüme giden insanların neden siloya iyilik yapıp bu camı temizlediklerine tek elden şahit oluyor. IT'nin tasarladığı kıyafetin başlığı, başlığı takanlara dışarıyı güllük gülistanlık, çayır çimen, börtü böcek bir de kuş gösteriyor ki yalan dostum aşk diye bir şey yok! İnsanlar merhamet nedeniyle geride kalanlara jest olsun diye temizliğe gelen yardımcı kadın rolüne bürünüveriyorlar, camları silip süpürüp cilalayıp parlatıyorlar. Sonra da ya oksijenleri bittiği için ya da elbiseleri zehirli gazları artık geçirmeye başladığından tosbaa gibi devriliveriyorlar. İşin acıklı kısmı geride kalan ahali onu izlemek için ailecek en üst kata geliyor, yiyor içiyor temiz camın arkasından yıkık virane kenti seyrediyorlar. Olaylardan yani IT'nin bu oyunundan silonun başkanı yaşlı teyze Jahns'ın bile haberi yok desem inanır mısınız a dostlar. Şerif Yardımcısı dinozor amca Marnes şerif olarak en dipte teknisyenlerden Juliette'i başkana öneriyor. Dip katlara yaptıkları yolculuk sonunda Juliette'i ikna ederler ve dönerken IT'nin başı şerro Bernard ile tartışırlar. Bernard kendi kuklası Peter'in reddedildiğini duyunca köpür köpür Susurluk ayranına döner. Marnes'ın matarasına zehirli su doldurur ki sonradan öğreniyoruz, kendine göre Silo'nun düzeni bozulmasın diye ilk işlediği cinayet bu olmayacaktır. Ama suyu başkan teyze içince terk-i diyar. Meğer ihtiyar Marnes da onu severmiş, ayrılığa dayanamayıp intihar eder. Sonunda ipler Bernard'ın eline geçmiştir. Kendisi başkan olur, Peter da yeni şerif yardımcısı. Juliette boş durmaz, IT'deki dost güçlerden ve eski arkadaşlarının yardımıyla ipuçlarını birleştirmeye başlar. Ancak IT'deki köstebeği de ölü bulununca kendisi suçlanır ve temizleme cezasına çarptırılır. Bu kısacık şeriflik döneminde yine IT'de çalışan Lucas ismindeki bir çocukla da yakınlaşmayı bilmiştir. Bu toplumda bilmem söylemeye gerek var mı, flörtleşme, evlenme ve çocuk sahibi olmak da kurallarla kısıtlanmıştır. Neyse arkadaşları, IT'nin bilerek dışarı çıkanlara defolu ürünlerden elbise hazırladığını ve onların ölümünü hızlandırdıklarını keşfederek gizlice kaliteli bir elbise hazır ederler. Juliette dışarı çıktığında camı temizlemeyi reddederek, başlığın gösterdiği yalancı görüntülere de kanmayarak ilerleyebildiği kadar ilerler ve başka bir silo girişi bulur. Silo terkedilmiş görünmektedir, daha doğrusu cesetlere bakılırsa bir iç isyan buna sebep olmuştur. Terkettiği siloda ise Bernard saklı Düzen, İntizam, Miras, adı her ne haltsa artık, kitabını açar, biri temizlik yapmadıysa bunun anlamı isyandır uyarısını okur. Sakladığı silahlarla IT ordusunu direnişe hazırlar. Zira alt kattakiler daha basit silahlarla gizli bir saldırı başlatırlar. IT katındaki muharebeyi kaybedip kendi katlarına çekilirler sonra. Lucas da kendi departmanını savunur ve Bernard tarafından gölgesi seçilir. Yani yedeği olarak yetiştirilmek üzere gizli bir odada saklanır. Orada geçmiş tarihe ait kitaplarla ve Düzen kitabıyla kendini eğitmeye başlar. Meğersem 50 silo varmış. Ve IT yöneticileri bu gizli odadaki telsizle birbiriyle haberleşirlermiş felan. Juliette ise harap da olsa yeni vardığı siloda yaşanabilir koşullar bulur, 50'li yaşlara gelmiş ve çocukluğundan beri saklanan bir adamla arkadaş olur. Tüm gerçekleri ve o silonun geçmişini de öğrenir. Hatta telsizle Bernard'a ulaşıp onu uyuz eder. Yavuklusu Lucas ile de gizli gizli konuşurlar, onu şiddete son vermek için iknaya çalışır. Su basan alt katları temizleyip eski silosuna ulaşacak yollar bulmaya çalışır. Suların dip dibine dalmışkene, dalgıç kıyafetine hava gelmemeye başlar, ölümden kıl payı kurtulup yüzeye vardığında artık yardımcısı olarak yararlandığı zihni çocukluğunda takılı kalmış olan Solo'nun darp edilmiş yerde yatan bedenini görür. Bana çok benzeyen biri öldürmeye çalıştı felan der, "bu kadar sene yalnızlıktan delirmemişim, başkası da varmış felan" Juliette üst katlarda 16 yaşında bir çocuk, kucağında bebek tutan yine genç bir kız ile iki üç tane daha çocuğun olduğu bir grup bulur. İşin en duygulu kısmı Solocan'ın kendisini darp edeni tarif ederken, benim gibiydi derken yani en son aynada kendi yüzünü gördüğü 16 yaşlarındaki hali hafızasında kalmışken, yani Juliette ellili yaşlarda bir saldırgan beklerken karşısına atar gider yapan bir çocuk çıkmıştır yani ben hiç anlatamadım yafu. Bu arada eski Silosundaki direnen arkadaşlar süper bir telsiz yapar ve onlar da başka siloların varlığını öğrenir. Hatta Juliette ile bile irtibata geçebilirler. Fakat artık çok geçtir, direniş kırılmıştır. Kıyımdan kurtulup teslim olan yüzlerce kişi için temizlik cezası çıkartmıştır Bernard. Olayları sorgulamaya başlayan, eh artık bir zahmet! Lucas'ı da güvendiğim dağlara kar yağdı deyip önüne katar, çıkışa doğru. Çıkış kapısına Peter ve Lucas ile giderken Lucas, Bernard'ın gerçekleri konuşmasını sağlar. Gerçekleri yeni yeni öğrenen Peter da yol boyunca kıllanır, insaniyet denen şeyi keşfeder. Juliette ise Lucas'ın temizliğe gönderileceğini öğrenince çalçaput bir kıyafet yaparak dışarı çıkar. Aşık olduğu adam ölmeden önce onu kurtarma gibi gayet riskli bir planın peşindedir. Tam zamanında yetişmiştir. Dış kapının arkasında geçici bölgeden ki çıkanların geri gelmesini engellemek için arkalarından alev yağmuruna tutulan bir bölge, çıkmayı reddettiğini görünce ısıya dayanıklı bir battaniye örter her ikisinin üstüne. Ama bu çırpınan, elinden kurttlmaya çalışan adamda bir gariplik vardır. O ne O. Meğerse can düşmanı Bernard'ın bizzatihi kendisi değilmiymişkineo. Juliette'i ağır yaralı halde içeriye taşıyıp hastaneye yatırırlar. İşin aslı şu ki yol boyunca gerçeği öğrenen Peter sahibinin elini ısırmış ve Lucas ile birlikte Bernard'ı mahkum etmişler, dışarıya göndermişler. Juliette'in geri dönüşü tam bir fenomen siloda. Bu popülerlikten faydalanıp hasta yatağında başkanlığa bile seçtirilir. Ama tüm gerçekleri silo halkına açıklayıp başka bir tür silo yaşamı inşa edilip edilemeyeceği masa üzerindeki ciddi konulardır. Solo ile çocuklar da diğer siloda bir aile oluverirler.
-Ya sana bütün dünyada yalnızca elli silo olduğunu ve bizim de o dünyanın mini minnacık bir parçasında bulunduğumuzu söylesem?
-Bir tek biz, olacaklardan haberdar olan bir tek biz vardık, diye tahmin yürüttü Lucas
-Harika. Peki bunun sebebi ne olabilir?
-Bunun sebebi,.... bunun sebebi önceden bilmemiz değil. Sebebi bunu yapanların bizler oluşu.
-Evet, artık biliyorsun
8 - 8,50
Bundan gayrısı spoiler.
Dünya yaşanılmaz bir yer haline gelmiş, zehirli gazlar, rüzgarlar felan. Vuuuu vuuuu. İnsanlar 144 kattan oluşan dev bir yeraltı silosunda kısıtlı yaşam sürüyorlar. En alt katlarda teknikerler, mekanikerler, petrol işçileri çalışıp yaşarken ziraatla uğraşanlar, tedarikçiler de anladığım kadarıyla bu hiyerarşinin diğer alt kısımlarını ulaştıran katmanlar oluyor. En üst kattaki şerif Holston'un karısı bir kaç yıl önce tabuları çiğnediğinden temizliğe gönderilmiş. Silo yaşamının düzenini sorgulayarak dillendiren, fitne fücur eken herkes astronot kıyafetiyle dışarıya gönderiliyor, silonun dışarıyla tek irtibatı olan periskopik bir pencerede biriken tozları kumları temizleyip, dışarıda bir tepeye tırmanırken canlarını teslim ediyorlar. Karısı da orta katlarda yarı-bağımsız statüdeki IT'nin programlarını incelerken insanlardan bir şey gizlendiğini keşfedince bunu dışarıda daha iyi bir hayat olabileceğine yoruyor. Neyse, ölüp gidiyor kadıncağız. Kocası da gönüllü oluyor ve ölüme giden insanların neden siloya iyilik yapıp bu camı temizlediklerine tek elden şahit oluyor. IT'nin tasarladığı kıyafetin başlığı, başlığı takanlara dışarıyı güllük gülistanlık, çayır çimen, börtü böcek bir de kuş gösteriyor ki yalan dostum aşk diye bir şey yok! İnsanlar merhamet nedeniyle geride kalanlara jest olsun diye temizliğe gelen yardımcı kadın rolüne bürünüveriyorlar, camları silip süpürüp cilalayıp parlatıyorlar. Sonra da ya oksijenleri bittiği için ya da elbiseleri zehirli gazları artık geçirmeye başladığından tosbaa gibi devriliveriyorlar. İşin acıklı kısmı geride kalan ahali onu izlemek için ailecek en üst kata geliyor, yiyor içiyor temiz camın arkasından yıkık virane kenti seyrediyorlar. Olaylardan yani IT'nin bu oyunundan silonun başkanı yaşlı teyze Jahns'ın bile haberi yok desem inanır mısınız a dostlar. Şerif Yardımcısı dinozor amca Marnes şerif olarak en dipte teknisyenlerden Juliette'i başkana öneriyor. Dip katlara yaptıkları yolculuk sonunda Juliette'i ikna ederler ve dönerken IT'nin başı şerro Bernard ile tartışırlar. Bernard kendi kuklası Peter'in reddedildiğini duyunca köpür köpür Susurluk ayranına döner. Marnes'ın matarasına zehirli su doldurur ki sonradan öğreniyoruz, kendine göre Silo'nun düzeni bozulmasın diye ilk işlediği cinayet bu olmayacaktır. Ama suyu başkan teyze içince terk-i diyar. Meğer ihtiyar Marnes da onu severmiş, ayrılığa dayanamayıp intihar eder. Sonunda ipler Bernard'ın eline geçmiştir. Kendisi başkan olur, Peter da yeni şerif yardımcısı. Juliette boş durmaz, IT'deki dost güçlerden ve eski arkadaşlarının yardımıyla ipuçlarını birleştirmeye başlar. Ancak IT'deki köstebeği de ölü bulununca kendisi suçlanır ve temizleme cezasına çarptırılır. Bu kısacık şeriflik döneminde yine IT'de çalışan Lucas ismindeki bir çocukla da yakınlaşmayı bilmiştir. Bu toplumda bilmem söylemeye gerek var mı, flörtleşme, evlenme ve çocuk sahibi olmak da kurallarla kısıtlanmıştır. Neyse arkadaşları, IT'nin bilerek dışarı çıkanlara defolu ürünlerden elbise hazırladığını ve onların ölümünü hızlandırdıklarını keşfederek gizlice kaliteli bir elbise hazır ederler. Juliette dışarı çıktığında camı temizlemeyi reddederek, başlığın gösterdiği yalancı görüntülere de kanmayarak ilerleyebildiği kadar ilerler ve başka bir silo girişi bulur. Silo terkedilmiş görünmektedir, daha doğrusu cesetlere bakılırsa bir iç isyan buna sebep olmuştur. Terkettiği siloda ise Bernard saklı Düzen, İntizam, Miras, adı her ne haltsa artık, kitabını açar, biri temizlik yapmadıysa bunun anlamı isyandır uyarısını okur. Sakladığı silahlarla IT ordusunu direnişe hazırlar. Zira alt kattakiler daha basit silahlarla gizli bir saldırı başlatırlar. IT katındaki muharebeyi kaybedip kendi katlarına çekilirler sonra. Lucas da kendi departmanını savunur ve Bernard tarafından gölgesi seçilir. Yani yedeği olarak yetiştirilmek üzere gizli bir odada saklanır. Orada geçmiş tarihe ait kitaplarla ve Düzen kitabıyla kendini eğitmeye başlar. Meğersem 50 silo varmış. Ve IT yöneticileri bu gizli odadaki telsizle birbiriyle haberleşirlermiş felan. Juliette ise harap da olsa yeni vardığı siloda yaşanabilir koşullar bulur, 50'li yaşlara gelmiş ve çocukluğundan beri saklanan bir adamla arkadaş olur. Tüm gerçekleri ve o silonun geçmişini de öğrenir. Hatta telsizle Bernard'a ulaşıp onu uyuz eder. Yavuklusu Lucas ile de gizli gizli konuşurlar, onu şiddete son vermek için iknaya çalışır. Su basan alt katları temizleyip eski silosuna ulaşacak yollar bulmaya çalışır. Suların dip dibine dalmışkene, dalgıç kıyafetine hava gelmemeye başlar, ölümden kıl payı kurtulup yüzeye vardığında artık yardımcısı olarak yararlandığı zihni çocukluğunda takılı kalmış olan Solo'nun darp edilmiş yerde yatan bedenini görür. Bana çok benzeyen biri öldürmeye çalıştı felan der, "bu kadar sene yalnızlıktan delirmemişim, başkası da varmış felan" Juliette üst katlarda 16 yaşında bir çocuk, kucağında bebek tutan yine genç bir kız ile iki üç tane daha çocuğun olduğu bir grup bulur. İşin en duygulu kısmı Solocan'ın kendisini darp edeni tarif ederken, benim gibiydi derken yani en son aynada kendi yüzünü gördüğü 16 yaşlarındaki hali hafızasında kalmışken, yani Juliette ellili yaşlarda bir saldırgan beklerken karşısına atar gider yapan bir çocuk çıkmıştır yani ben hiç anlatamadım yafu. Bu arada eski Silosundaki direnen arkadaşlar süper bir telsiz yapar ve onlar da başka siloların varlığını öğrenir. Hatta Juliette ile bile irtibata geçebilirler. Fakat artık çok geçtir, direniş kırılmıştır. Kıyımdan kurtulup teslim olan yüzlerce kişi için temizlik cezası çıkartmıştır Bernard. Olayları sorgulamaya başlayan, eh artık bir zahmet! Lucas'ı da güvendiğim dağlara kar yağdı deyip önüne katar, çıkışa doğru. Çıkış kapısına Peter ve Lucas ile giderken Lucas, Bernard'ın gerçekleri konuşmasını sağlar. Gerçekleri yeni yeni öğrenen Peter da yol boyunca kıllanır, insaniyet denen şeyi keşfeder. Juliette ise Lucas'ın temizliğe gönderileceğini öğrenince çalçaput bir kıyafet yaparak dışarı çıkar. Aşık olduğu adam ölmeden önce onu kurtarma gibi gayet riskli bir planın peşindedir. Tam zamanında yetişmiştir. Dış kapının arkasında geçici bölgeden ki çıkanların geri gelmesini engellemek için arkalarından alev yağmuruna tutulan bir bölge, çıkmayı reddettiğini görünce ısıya dayanıklı bir battaniye örter her ikisinin üstüne. Ama bu çırpınan, elinden kurttlmaya çalışan adamda bir gariplik vardır. O ne O. Meğerse can düşmanı Bernard'ın bizzatihi kendisi değilmiymişkineo. Juliette'i ağır yaralı halde içeriye taşıyıp hastaneye yatırırlar. İşin aslı şu ki yol boyunca gerçeği öğrenen Peter sahibinin elini ısırmış ve Lucas ile birlikte Bernard'ı mahkum etmişler, dışarıya göndermişler. Juliette'in geri dönüşü tam bir fenomen siloda. Bu popülerlikten faydalanıp hasta yatağında başkanlığa bile seçtirilir. Ama tüm gerçekleri silo halkına açıklayıp başka bir tür silo yaşamı inşa edilip edilemeyeceği masa üzerindeki ciddi konulardır. Solo ile çocuklar da diğer siloda bir aile oluverirler.
-Ya sana bütün dünyada yalnızca elli silo olduğunu ve bizim de o dünyanın mini minnacık bir parçasında bulunduğumuzu söylesem?
-Bir tek biz, olacaklardan haberdar olan bir tek biz vardık, diye tahmin yürüttü Lucas
-Harika. Peki bunun sebebi ne olabilir?
-Bunun sebebi,.... bunun sebebi önceden bilmemiz değil. Sebebi bunu yapanların bizler oluşu.
-Evet, artık biliyorsun
8 - 8,50
12 Nisan 2016 Salı
RETRO :Doro & Warlock - Rare Diamonds (1991)
Pek çok kez dinleme fırsatı bulduğum klasik parçaların yanısıra daha az bilindik eserler ve bir kaç canlı kayıt. Doro'nun solo dönemleri kadar Warlock vokali olduğu dönemleri de kapsıyor bu derleme. Tempolusuyla orta hızlarıyla aşk şarkılarıyla acısıyla tatlısıyla dengeli bir şekilde bir araya gelmiş bu şarkılar. İlk kez dinlemediğim için beni şaşırtmıyor.
6,75/10
6,75/10
10 Nisan 2016 Pazar
RETRO: Burzum - Hliðskjálf (1999)
Burzum'un adam akıllı bir şeye benzeyen tek ambiyans albümü. Bildiğiniz gibi hapishanede ful kadro black metal grubu toparlamanın zorluğu ile karşılaşınca eldeki tek enstrümanını, keyboardunu konuşturmuş ve iki adet ambiyans tarzında albüm kaydetmişti. Şimdi bakıyorum da son albümlerinde de bu tarza geri döndüğü vaki iken demek ki hapisten çıkan Vikernes'i sadece şartlar zorlamamış. Hem bu İskandinav ülkelerinin hapis sistemindeki rahatlığı da göz önünde bulundurursak, yahu adamın teki ırkçı ve politik nedenlerle yüze yakın genci katletti, saray gibi bir odada kalıyor ve hala şartların kötülüğünü bahane edip ülkesine dava açıyor. Ve yanılmıyorsam hiç bir pişmanlık belirtisi göstermeyip eylemini savunan bu adam bir yirmi yıl sonra filan toplum içine salıverilecek. Neyse, derin bir nefes alıyorum...keyboard çok daha olgun bir ses çıkartıyor. Melodiler de önceki albümdeki basitliğin ve kendini bolca tekrarın ötesine geçmiş, birazcık. Kuytu orman kenarları, soğuk dereler gibi duygulanımları geçirmekte çok daha başarılı. Albümü dinlerken tabiatın seslerini taklit eden şaman şarkıcıların geleneğini hissettim.
8,0+/10
8,0+/10
9 Nisan 2016 Cumartesi
The 69 Eyes - Bump'n'Grind (1992)
Gothik rock gruplarından The 69 Eyes'ı ilk albümünden itibaren dinlemeye başlamak, şimdi anlıyorum ki grubun soundunu tanımak için kötü amma eğlencenin sınırlarında dans etmek daha doğru bir u yana bir bu yana sallanıvermek için pek bir güzel seçim oluyor inşallah hemşehrilerim. Tam bir rock'n roll albümü bu . Sözlerinde sokaktan aşağı yürüyen kız motifi bile işlenmiş, she's walking down the street. Yani o kadar orjinallik düşmanı bir kayıt. Bir ayağı punk'ta, diğerini de glam rock'a uzatmış. Film repliklerinden alıntıları da göz önünde bulundurursanız, misal Barbarella ya da Tepenin Gözleri ki grup şarkı isimlerini bile değiştirme ihtiyacı duymamış, tek eksik Elvis Presley diye düşüneceksiniz, duyuyorum düşüncelerinizi evet. Neyse ki grup bizleri düşünmüş bir de Elvis şarkısı cover'ı eklemiş kaydın sonuna bonus olarak.
7,0/10
7,0/10
5 Nisan 2016 Salı
Blut Aus Nord - Memoria Vetusta I: Fathers of the Icy Age (1996)
İlk albümün tarih öncesiliğini, primitifliğini tam layıkıyla taşıyamasa da hala epik tarafı ağır basan albüm; çamursu ve dengesiz kayıt kalitesiyle, bu tarz prodüksiyonun tür içinde olagelen zenginleştirici katkısının tersine kötü etkileniyor. Gitarın sesi çın çın beyinde yankılanıyor maalesef. Neyseki ekoleyzer gibi bir şey icatolunmuş. Bir farklılık olarak özellikle viking metal korosuna benzeyen müdahalelerle pagan köklerin hissettirilmesi bir rastlantı değil. Sözlere baktım da yok edilen bir kabileden, doğaüstü güçlerden alınan yardımdan ve intikam peşinde koşulan bir yolculuktan bahsediliyor. Dolayısıyla savaşa denk gelen şarkıda davulların güm güm yankılanması eksik olmuyor. Ki mis gibi bir şey bu. Üstelik başta albümün bence en gaz parçası Sons of Wisdom, Master of Elements olmak üzere şarkıların çoğunun öyle ya da böyle, sürekli ya da süreksiz gruuvi bir performans sergilemesi de pek leziz. Galiba grubun ilk dönemdeki işlerini daha çok seviyorum.
8,50-/10
8,50-/10
3 Nisan 2016 Pazar
Trivium - Silence in the Snow (2015)
Bir baştan bir sondan yapınca aradaki değişimlerin tümünü ister istemez kaçırıyorsunuz. Yine de müzisyenlerin, müzik dünyasına adım attıkları kayıtla ( bir süre önce dinlemiş olduğum Ascendancy teknik olarak ilk albümleri sayılmasa da felan filan) son albümleri arasında farkı görmekten büyük keyif alıyorum. Bet sesli melodik bir metalkor albümüyle başlayan yolculukları şu an hiç tahmin edilmeyecek bir şekilde köklere selam duran bir heavy metal soundu ile buluşmuş durumda. Vokali tanımanın mümkünatı yok, hatta bu albüm öncesi ara dönemdeki James Hetfield yakınsamasını da silmek için bir vokal koçundan yardım almış. Ama heavy metal desek de perde arkasında ayakları görünen power metal ile ufak ufak thrash metal ve ayağı geçtim bonbe yapan koca göbeğiyle özellikle vokallerde tam da nakaratta veya hemen öncesinde ortaya çıkan daha doğrusu, gizlenemeyen modern arena rock ( allmusic çok güzel bir şekilde tanımlamış bunu) hayli belirgin. Dinamizmi körelten güçsüz bir prodüksiyon, bestelerin vokal ve enstrüman arasındaki harmonide akıcılığı aksatması, sonucunda ritimle alakası olmadan genelleşen bir orta tempoculuk hissiyatı. Yani bünyede yer yer esnemelere sebebiyet veren bir can sıkıntısı...Albümün açılışını yapan Ihsahn introsu alakasız olsa da belki albümün en canlı, en ruh dolu anı.
6,50+/10
6,50+/10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)