30 Eylül 2010 Perşembe

Heathen Foray - The Passage (2009)


Amon Amarth albümlerini hatim ettiniz, CDleri çizim çizim ettiniz ve benzer bir şeyler arıyorsunuz. O zaman bir süprizimiz var, yıllardır kayıp olan torunlarını Avusturya'da bulduk. Evet birbirlerine tıpatıp benzemiyorlar, hangi torun dedesinin kopyasıdır ki? Zaten torun, melodik death'inin içine viking/folk metal tozunu atarken elini bol tutmuş. Hatta kimi grubun soundu için folk etkili melodik death derken kimi de melodik death etkili folk metal demekte. Hızır idi İlyas idi diye birbirine girmeseler bari.. Ha! Folk felan demişken tıngırı mıngırı enstrüman beklemeyin, ful metal ful gaz. Etki riflerde sakla.
Hiç de kötü olmamasına rağmen daha renkli olabilse tam kıvamı tutturacak vokallerin sertleştiği bazı şarkılardan ki, neredeyse grind core diyesim geliyor, hususen hoşlandığımı söyleyebilirim. Almanca Wolkenbruch ve Fortress of Faith gibi. Albümün soundunu özetleyen Fading Tree ve albümün ilk bölümü ile grup ortalamanın üstünde bir performans sergiliyor. Güçlü kayıdı ve şık rifleri, tür içinde orjinal sayılmaz amma ve de lakin keyifli rifler, hazır ceplerindeyken vokal ve besteciliklerini de geliştirirlerse ileride baba hatta dede bilem olabilirler.

8,25/10

29 Eylül 2010 Çarşamba

Nachtmystium - Instinct: Decay (2006)


Önceki albümün geleneksel soundunun aksine modernleşen bir çizgi doğrultusunda benzer kirli bir kayıtla black metali terketmeksizin post-black gibi bir şey yaparak ünlenmiş grubumuz. Başkalarının sıkça tekrarladığı gibi saykedelik etki bariz midir bilmem ama gitar tonu, distorşınlar kafabulduran bir atmosfer sunuyor. Cayır cayır yanan rifler, süregelen bateri tıkırtıları... Yine de modern tınlıyorlar ilginç. Ama bestecilik açısından her şey yolunda diyemeyeceğim.

7,75-/10

27 Eylül 2010 Pazartesi

Madonna - Ray of Light (1998)

Nenemizi dinlemek için Mihail Ceksın gibi bu dünyadan göçüp gitmesini beklemeyelim. Ve 90'lara Frozen gibi gayet haysiyetli bir şarkıyla damga vurdukları bu albüme bir kulak verelim. Bir de bir vakitler You'll See adlı bir parçası vardı, benzer çizgide. Acaba o hangi albümünde?
Genel olarak değerlendirdiğimizde dans havalarındaki hareketli parçaların albümün güçlü yanını temsil ettiğini söyleyebiliriz. Frozen'dan sonraki en pek bi güzel parça Nothing Really Matters sonraki çizgisinin nüvelerini verdiği parça olarak söz edilebilir. Skin, Budist ilahisi Shanti, The Power of Goodbye dinlemesi hoş pop şarkılar. Ama sıra klişenin klişesi basit popidik parçalara gelince dinleyebilmek için çaba göstermem gerekti. Candy Perfume Girl, Little Star, Drowned World, Mer Girl oluyor bunlar. Ayrıca kabalayı buldum oy oy oy pek bi huzurluyum en bi kuuldan öte janjanlı ikonum ezgisiyle takındığı sevgi bıldırcını tavrı en azından beni pek kandırmıyor. Albümü oluşturan zıt kutuplu parçaların yarattığı manyetik dengesizlik hali maalesef albümü baştan sona takdir teşekkür kurdelalara (elalarını elalarını Allah versin belalarını şarkısı geldi aklıma birden) boğmamı engeller bir durum teşkil ediyor. Bu da benim cafcaflı bitiş cümlem olsun.

6,75/10

26 Eylül 2010 Pazar

RE: Sezen Aksu - Bahane (2005)


Yıllardır söylüyorum ben, tavrıyla kişiliğiyle ayrı bir yerde durabilir, dursun durduğu yerde de Sezen Aksu'nun sesi ve müzikalitesi kalmamıştır. Bunu söylemek için ne faşist ne de Fazıl Say olmaya gerek var. Neyse herkes hayatının bir döneminde Sezen Aksu dinlemiştir aforizmasına uymayan ender insanlardanım galiba. Tek tek şapka (şapka kelimesi Rusçadan geçme diye hatılıyorum, çaktırmadan bilgi aktarımı) çıkardığım parçaları elbet mevcut. Ancak tek dinlediğim albümü ahan da bu. Ki son dönemlerde yaptığı en enfes ve gözardı edilen parça Eskidendi,Çok Eskiden'i içeriyor. Hükümsüz ve Ahdım Olsun da ordan burdan kulağıma çalınan parçalar. Ağır, kuul, derin görünen bir müzik. Yine de müzikal tercihini dünyanın dört bir yanına genişletmiş biri için bir şeyler eksik, lezzet mi desem, derin imajı altındaki basitlik mi desem..
Bir ara vakit bulabilirsem bir Sezen Aksu diskografisi yapmam şart aslında. Bu arada bu referandum sonucunun böyle çıkacağını o kadar kanıksamışım ki, sonuçlar açıklandıktan sonra bile buraya bir şey yazmamışım. Elbette oyum hayırdı, şu anda da ilçe bazında evet-hayır haritasını illerle birleştiriyorum. Vakit gelir siteye koyarım artıkın.

5,50/10

25 Eylül 2010 Cumartesi

RE: Rotting Christ - Non Serviam (1994)

NON SERVIAM laaaannn! Öhö, albümün temposunun ilkine göre biraz düştüğüne, şarkıların birbirine benzemeye başladığına tanık oluyoruz. Ancak vokallerdeki NON SERVIAMM lannnnnn! düzelme eğilimi de es geçilemez. NON diyorum SERVIAAAAM laannn! Tamam anladık, içsesim, yine Non Serviam adlı parçayı dinleme vaktimin geldiğini hatırlatıyor bana. Günde üç kez almazsam ilacımı böyle oluyor. NON SERVIAM. Haksızlık etmemek adına Wolfera the Jackal, Where Mortals Have No Pride ve Saturn maturn..'ün de adını geçirip kaçıvereyim.

8,25/10

24 Eylül 2010 Cuma

Triptykon - Eparistera Daimones (2010)


Transformers robotlarını az çok çocukluğumda izlemişliğim var: Optimus Prime, Megatron vs.. Ama hiç Triptikon'u duymamıştım. Anladığım kadarıyla bu versiyon uçuyor kaçıyor yeri deliyor dinleyici denen mahlukatı kulacıklarından tutup squash topu gibi, top dediysek de yanlış anlamayın canım Alahalah, al bir duvar sana , al öteki duvar da sana deyi deyi yere göğe çalıyor. Bunu da ağır mı ağır tonajda thrash etkili doom metal moduyla yapıyor. Ayrıca okkült etkiler, belki de kopup geldikleri grup ki hiç dinleme fırsatı bulamadım Celtic Frost'un izleridir, modern metal, hani nümetalin haysiyetlisi ve hatta black-gotik etkisi bile taşıyor albüm. Dile kolay dolanan açılış parçası Goetia, bayan vokalli yürek dağlayan My Pain daha da bi öne çıkan parçalar.

8,0/10

23 Eylül 2010 Perşembe

Dream Theater - When Dream and Day Unite (1989)


Grubun ilk uzunçalar biçerdöveri, progresif metalin yanında 80'ler hard rock kimliğini de taşıyor. Yeni bir vokal almışlar kendilerine, o da çok iyi değil deyip geçecektim ama Status Seeker ya da Only A Matter of Time gibi şarkıları , iyi şarkıları, dinleyince grubun müziği ile sözkonusu vokalin müzikal perspektiflerinin pek kesişmediğinin ya da parçaların genelinin vokalin karakteristiğine uymadığının farkına vardım. Kısacası daha düz klasik hard rock grubunda çok daha faydalı olabilecek bir vokal. Zaten o da çok durmuyor ve bu aralar Dominici adlı kendi ismini verdiği, Allahım ne tevazu!, bir grupla piyasada oyalanmaya devam ediyor. Neyse diğer prog metal ve rock gruplarıyla ortak hukukumuz pek olmadığı için grubu tanımlarken o cenahtan isim sayamıyorum. Ama yoğun ve etken bir kullanıma sahip klavye ve yer yer neo-klasik sololar sebebiyle Stratovarius tadı aldım desem yeridir. Zati albümün en bi haysiyetli, soundun en oturaklı damıtılmış halinde vücut bulan Ytse Jam da böyle bir parça. Tabi sözsüz olması da olumlu bir fakkktör. Soundun ve tarzın yeterince olgunlaşmamış olmasının yanısıra albümün muzdarip olduğu önemli bir dert ise prodüksiyonun tatsuz tuzsuz olması.

6,25/10

21 Eylül 2010 Salı

Keith Jarrett - The Köln Concert (1975)


Düşünün ki piyanist bir cazcı bir konserini tamamiyle canlı kaydetsin ve bir saati aşkın bir süreye sahip bu kayıttaki dört parça da doğaçlama olsun, evet deli bir adamın piyano başında tuşlara dandun vurduğunu hayal edebiliyorsunuz ki piyano vurmalı bir çalgılıdır davul trampet gibi (eğlenelim öğrenelim part IV) , ancak hayallerinizi yıkmayı kendime görev edinerekten, baştaki girizgaha dönersek, ve siz dinlerken beklenmedik bir şekilde sıkılmayıp melodilere ayırtedebilin, müziğe eşlik edebilin, işte bu bu tarz musikiden istendik hareketler oluyor. Dinlerken yoğun bir şekilde klasik müziğin etkisini de hissediyoruz. Özellikle ilk parça, parça dediysek 26 dakka sürüyor albümcük bu albümcük, melodisiyle yükselip alçalan dalgalı havasıyla ayrı bir mest ediyor insanı, Jarrett'ın ekstaziye vurduğu ah oh çığlıkları ilk dinleyişte , canlı kayıt dedik ya derya kuzusu mübarek, rahatsız edebilse bile bu haz dolu çığlıklar, heh he, parçayı ayrı bir karakteristiğe bürüyor. Takip ederseniz müziği, sanatçının uçtuğu anlar zaten tam zamanında, taşları yerine döşüyor. İkinci şarkının ise karadeniz gençliği gibi yerinde duramaz kıpır kıpır bir ritimden ikinci kısmında dramatik bir şova dönüşmesi olağanüstü ilginç. Ve aklınızdan hiç çıkarmayın buradaki her şey doğaçlama. (ancak belli bir müzikal teknikten faydalandığı da aşikar, tekrarlamalar felan) Üçüncü şarkı ise biraz daha yüreklere hitap etmesi sebebiyle ikincisini döver, biraz nostaljiya da içeriyor. Popumsu ritmiyle kapanış parçası diğerlerinden ayrı duruyor. Albümün donuk anları yok değil mi? Elbette var, yoksa övgülerim arşı aşardı. Bu kadar yiterr.

8,50+/10

19 Eylül 2010 Pazar

Bathory - Nordland II (2003)


Hmmm, rahmetle andığımız Quorthon'un liderliğindeki grubumuzun son albümü mantıken birinci Nordland'ın devamı. Ancak ilkini dinlerkenki aynı hisleri aynı helecanı duyamıyorum. Renksiz soluk bir versiyon sankim. Ya da efsanevi grup, onlardan pek tanık olmadığımız bir şey olan bir önceki albümün tekrarlanması olgusuyla bizi tanıştırıyorlar. İşin aslı bu Nordland albümleri aslında birlikte mi satışa çıkacakmış efendim neymiş öyle bir hikayeleri var. Fakat ne yapamıyoruz, Bathory gibi bir gruba pok atamıyoruz! Çünkü yine grupta ender rastladığımız vokal düzenlemelerinin level atladığı Sea Wolf gibi bir şarkıyı bize hediye ediyorlar gider ayak. Diğer şarkılardaki ortak özellik ise sert ve biraz da agresif, hatta orta dönem trash etkisini hatırlatıyor biraz, gitar ve davul tonlarının melodik ancak yine de ingilizlerin deyimiyle harsh vokalle birlikte dinlemesi ilginç bir uyumsuzluk sunması.

7,25+/10

18 Eylül 2010 Cumartesi

UNKLE - Psyence Fiction (1998)

İçinde Thom Yorke'un seslendirdiği gayet Radioheadvari süper şarkı Rabbit in your Headlines gibi bir hiti içeren bu albümü ilk dinlediğimde büyük bir hayalkırıklığına uğradım. DJ Shadow adlı alternatif elektronik ürünleri ile tanınan zat-ı muhterem öncülüğündeki bu projenin ilk albümü birbirinden farklı parçalarla dolu. Muhteşem klibi ile, hatırlarsak: yarı-mecnun adamımız bir tünelde arabaların sıra sıra çarpmasıyla şeyi şeyi dağıtmıştır, en sonunda yeter ulenn Ya Rab sana geliyorum deyip kolunu açar kendini bir arabanın önüne atar, kaderin cilvesi bir anda Doğuş'a dönüşüp kendisine çarpan arabayı hurdalıklar cehennemine yollar, öne çıkan ve üstte bahsi geçen soft rock parça gibiler olduğu gibi trip hop, karanlık elektronik çalışmalara ve oradan da maalesef belli bir vasatlık ve hatta hatta başarısızlık örneği temsilen rap vokalli şarkılarla cingılımsı themelere değişik bir portföy sunuyor albüm. İşte bu yüzden de derleme toplama albümü andırması bayağı bayağı bir olumsuzluk teşkil ediyor, tutarsızlık yane. Bu arada buram buram İngiltere kokan bir havayı teneffüs ettiğimizi eklemem gerekli. Misal Lonely Soul şarkısı bir yerden tanıyorum dediğim vokaliyle britpop özellikleri gösteren şık bir parça. Bu vokal Verve'ün vokalisti, hani Unfinished Symphony adında fırtına bir hitleri vardı. Bloodstain fazla abartılsa da hoş bir Bristol türküsü, emsalleri mAttack, pHead.. Unreal cingılımsı elektronik yamalar arasında en iyisi görünüyor. Biraz da Nursery Rhyme ilgi alaka çekebiliyor.

6,75+/10

15 Eylül 2010 Çarşamba

Majesty (bildiin Dream Theater yafu) - Demo (1986)


Kulaklıkla dinleyemeyeceğim kadar cırıl cırıl betlikte bir vokalle kaydedilen bu demo ismi üzerinde demo olmasından kaynaklı iyi bir kayıt kalitesi de sunmuyor. Toplayalım bir iki.. Vokal kötü kayıt kötü. Ancak anlaşılıyor ki böyle heavy metal kulvarında klavye destekli prog metal soundunun kulağa tatlu gelmesinden mütevellit grupla ileride hukukumuz artacak, daha bi hoşlacağız kendileriyle.

4,25/10

14 Eylül 2010 Salı

RETRO: Rotting Christ - Thy Mighty Contract (1993)


Güzel güzel grubun yıllardır özünü değiştirmediğini görmek için iyi bir fırsat. Allah'a şükür ki son dönemler, en son dönem mi tartışılır, beste yazmakta daha başarılılar.

8,0--/10

12 Eylül 2010 Pazar

R.Scott Bakker - The Prince of Nothing I: The Darkness That Comes Before


Yetişkenlere yönelik bu fantastik kurgu üçlemesinin ilk kitabı doğal olarak şiddet ve cinsel içeriği ile göze çarpıyor. Entrikaya dayalı hikaye örgüsü ve felsefeye selam çakan diyalog ve düşünce okumaları da buna katkıda bulunan diğer etmenler. Büyücü okulları ve savaşın basit bir şiddet göstergesi olması haricinde arkasında yatan acımasız manipulasyonların ve entrikaların varlığı biraz Steven Erikson'un Malazan serisini hatırlatıyor. Bu serinin ilk cildinden sonra devamını getirememiştim. Ağdalı entrikaları, acımasızlığı ve hiç bir karaktere yakınlık duyamadıktan sonra hikayeyi niye okumaya devam edeyimki sorunsalı bunda etkindi. Fazla yetişkin? Belki. Farklı karakterlerin gözüyle hikayeni anlatılması ve merhamet göstermeden karakterleri öldürerek sorası için içimize paranoya sarması sebebiyle de George R.R. Martin geliyor aklıma. Elbette o kadar sıkı tutamıyor işi, Martin son fantastik başyapıtını yazmadan önce dahi onlarca eser üreten tanındık bir isimdi. Şu ana kadar herşey iyi, sert ve ciddi bir kitap, saçma sapan süper kahramancılıktan ziyade realizm var, felsefi döktürüm var, ilgi çekici değil mi? Evet ama okuyabilirseniz. Çünkü kitabın başında kişi ve yer isimleri, geçmiş tarihlere, halklara, fenomenlere referanslar ile kafanız karman çorman oluyor. Robin Hobb'un Farseer'inde kimsenin bilmediği gizemleri kitapla birlikte dedektif gibi çözerken büyük zevk almıştık. Burada ise herkes biliyor, siz bir nane bilmiyorsunuz. Yüzmeyi zor yoldan öğrenmek gibi burada da bodoslama dalıp ordan burdan kırıntılarla arkayapıyı oluşturmaya çalışıyorsunuz. Fakat romanın tarihi ve coğrafi bir derinliğe sahip olduğunu söylemem şart.
Konuyu uzun uzun yazmayacağım. Ama bu girizgah yararlı olacak; Bu dünyanın geçmişinde no-man denen insana benzeyen ,ancak çok daha gelişmiş bir ırk var. İnsanlar onlar için çalışan ilkel yaratıklar daha. Sonra uzaydan ya da başka bir boyuttan gemiyle gelen Inchoroi denen bir ırk istila ediyor burayı. Sonuçta bu iki ırk neredeyse birbirlerinin kökünü kazıyorlar. Ayrıca No-god diye bir tanrıyı getirme çalışmaları da sekteye uğruyor. Konsey denen bir büyücü topluluğu bunu amaçlıyor. Ancak bu iki ırk bunun neresine düşer bilemiyorum. Doğudan gelen yeni insanlar da birinci kıyamet denen katastrofla bu tanrının gelişini önlüyor. Kuzey imparatorlukları da yok oluyor insanların. Güneyde içdeniz çevresinde yeni devletler kuruluyor. Hikayemiz efsanevi kral Anasurimbor soyundan gelen bir gencin rüyasında babası tarafından çağrılması sebebiyle yaşadığı şehirden çıkıp güneye kutsal kent Shimeh'e yolculuğu ile başlıyor. Amacı babasını yoketmek. Çünkü Dunedain denen ve budist ve materyalist bir felsefe içeren gizli tarikatlarının ifşa edildiğine inanıyorlar. Bu okul üyelerini olayların sonuçlarını stokastik bir şekilde öngörülebileceği yönünde eğitiyorlar. Sonuçta duygusuz, amaçları için insanları manipüle eden, onların yüzlerindeki mimiklerinden karakter yapılarını çözüp istedikleri yöne yöneltmek için psikolojik verilerle besleyen, über-men kişilere dönüşüyorlar. Fakat güneye yolculuğunda şunun farkına varır ki Shimeh, Kian denen ve birazcık İslami kültüre benzeyen bir halkın elindedir. Bu ülkenin kuzey komşusu ise Nansur kentin hakimiyetini uzun seneler önce kaybetmiştir. Ve bir haçlı seferi ile Kian topraklarını elegeçirme planı devreye sokulmuştur. Bu aşamada dini ve büyücü okullarından bahsetmek gerekli. Kadim vakitlerde Inrı Sejenus Inrithism denen ve hristiyanlığa benzeyen bir din kurmuş ve insanların çoğu bu dinin takipçisi. Zira diğer yerlerdeki kült tanrı ve tanrıçaların tümü tek tanrının diğer yüzleridir denilerek dinin içine entegre ediliyor. Merkezleri Nansur'da ve haçlı seferi bu dinin temsilciliğine esrarengiz bir biçimde seçilen Maithanet tarafından başlatılıyor. Kendilerine destek olarak imparatorun ve imparatorluğun resmi büyücü okulu Imperial Saik'i almak yerine iç denizlerin en önemli büyücü okulu Scarlet Spires'ın yardımını tercih ediyorlar. Bu okulun eski lideri Kian'ların turuncu giyen biraz budiste benzer büyücü okulu Cishaurium tarafından suikaste uğraması (Belki de öyle zannetmeleri sağlanmıştır) bu sefere katılmaları için bir sebepse diğeri de Kianların gizli büyücü öğretilerini öğrenebilmektir. Kianların dini ise Inrithism'den koparak tek tanrıcılığı fanatik derecede savunan Fanim dinidir. Bunlardan da önemlisi Konsey'in No-God'ı geri getirmesini önlemeye çalışan ve diğerleri tarafından hurafelere inanmakla suçlanan Mandate okulu vardır ki ana kahramanlarımızdan biri Drusas Achamian bu okulun casusu olarak konseyin bu seferde rolünü öğrenmek için görevlendirmiştir. Hayatındaki hayalkırıklıklarını taşıyan bu aam bu öğretinin diğer müritleri gibi okulun kurucusunun binlerce yıl önceki anılarını kabuslar şeklinde görerek ve fiziksel acıyla geceleri kaldırmaya çalışmaktadır. Eski öğrencisini casus olara kullanmak isterken öldüünü öğrenir. Aşık olduğu fahişe Esmenet'i Nansur başşehrinde bırakarak sefere çıkan askerlerle yola çıkar. İmparator ise fethedilecek toprakların kendi devletine kalması için diğer devletlerden katılan soyluları ikna etmeye çalışmaktadır. Düşmanı küçümseyen bir grup ,ee yüzbin kadar aşağı tabakadan sefil, imparatorun dürtüklemesi ile Kian'a saldırılıp yokedilir. Diğer yandan kuzeyde Scylvendi barbarlarına karşı büyük bir zafer kazanan yeğeni Ikurei Conhas'ı sefere dahil etmemekle şantaj yapmaktadır. Yenik Sclyvendinin şeflerinden biri olan Cniaür genç Anasurimbos'un hayatını kurtarır. Ancak baba Anasurimbor'un gençliğinde onu kendi çıkarları için kullandığını hatırlayarak, manipüle tekniklerini hatırlar, hep ihtiyatlı yaklaşır. Sonundagencin amacını öğrenince onunla birlikte intikam alma amacıyla Nansur yollarına düşer. Ve sefere katılan güçlerin başına danışman olarak geçer. Onu başa geçiren Maithanetin kendine verdiği yetkiyle kutsal ordunun yöneticiliğini üstlenen Conriya prensi Proyas'tır. Drusas bu prensin himayesinde savaşacak orduların içine katılmıştır. Aslında Inrithi dini büyücülerden ölümüne nefret eder. Ama burada öncelikli hedef Kian'dır. Dolayısıyla Proyas ile Drusas arasındaki ilişkiler de limoni. Neyse, Esmenet konseyin karanlık adamlarınca sorgulanınca uyarmak amacıyla Drusas'ın peşine düşer. Kitabın sonunda Drusas, Nansur imparatorunun akıl hocası danışmanının konsey casusu bir yaratık olduğunu öğrenir. İmparator yandaşları ise bunun yine bir Kian büyüsü olduğuna inanır.

Blind Guardian - At the Edge of Time (2010)


Pek beğenilmeyen son albümünden sonra grup çizgi olarak A Night at the Opera zamanına dönmüş görünüyor. Senfonik şarkılar özellikle Sacred Worlds ve Wheel of Time, And Then There was Silence epikliğine ulaşamasalar dahi gayet keyifli hoptempo parçalar. Klasik müziğe gözkırpan senfonik düzenlemelerin hazverici olduğunu söylemem gerekir. Grubun kıl olduğum susmak bilmeyen vokal sendromu bir yandan devam ediyor bir yandan da sustuğu anlar başarıyla dolduruluyor, Road of Release'in 4. dakikası gibi. Sacred Worlds, Wheel of time'a ek olarak Tanelorn ve thrashy A Voice in the Dark öne çıkan şarkılar. Geri kalanlar olağanüstü olmamakla beraber güzel dinlenir anlara sahipler. Grubun hayranı değilim, pek çok eleştirim de var. Ancak sonuçta keyifli bir dinleme sunuyor bu albüm. Hemen heyecanlanmayın, yer titreten gök gürleen bir deneyim de yaşamayacaksınız sonuçta. İkinci bir cd içeren dinlediğim versiyonda öne çıkan parçaların demo versiyonlarının yanısıra John Farnham isminde pek duyulmamış Avustralyalı bir pop rock şarkıcısının You're the Voice adındaki parçasının yeniden yorumu ile çok çok daha önemli/keyifli oryantal düzenlemeye sahip Wheel of Time'ın sözsüz full orkestral versiyonu yer alıyor.

8,25/10

11 Eylül 2010 Cumartesi

Alcest - Souvenirs d'un autre monde (2007)


Metal piyasasında çığırlara vesile olan Neige öncülüğünde frenç grubun çıkış albümü, shoegaze diye tabir edilen hayalperest enstrümanlar ve yumuşak yumuşak, Bizimkiler'i yadedelim burada, etheryal vokalle süslü bir tür alternatif pop rock türünün black metal özelliklerine , arada takatukalayan bateri ya da tremololara bulamaç gitar ritimleri, kendini kaptırdığı enteresan bir bileşime sahip. Metalin depresif yönünden ziyade Neige nostaljik takılmak istedim, anılar anılar çocukluğum felan niyetinden diye açıklama yapmış. Ancak bilmez mi ki anılar anılar beni bu akşam ağlattılar..
Metal nağmeleri ile canlanan kısımlar albümü ayakta tutuyor. Bir de son parça folklorik ezgisiyle diğerlerinden ayrı bir yerde duruyor. Neige'in orasından ve de aynı zamanda burasından bulaştığı diğer projeleri öyle ve de hakkaten böyle sevmişliğim vardır, Amoseurs ya da les Disrets gibi. Fakat buradaki ayakkabı seyir mevzusu beni bir dereceye kadar bayıyor. Dinlediğimde ay anam vay babam giden vaktim diye ağlamışılığım da yok. Güzel dinlemelik ancak herkeşlerin bahsettiği o güzel nostaljik azcık depresif ama hep şarap tadındaki atmosferin asını hissetsem de bsine varamıyorum.

7,0-/10

9 Eylül 2010 Perşembe

Bathory - Nordland I (2002)


Viking geçmişlerine geri dönerlerken aynı atmosferi yanlarına almamış görünüyorlar. Bununla birlikte akustik folk şarkılardan klasik çizgilerinin soluk kopyalarına çeşitlilik içeren albüm orta kısmında gönülleri fethedip yağmalayan bir momentuma ulaşıyor. Intro sonrası Nordland güzelse hemen takip eden epik Vinterblot ne ola ki? Zehir dolu Dragons Breath, huzur dolu Ring of Gold ne ola? Cevap istiyorum kardeşim. Foreverdark Woods'tan sonrası ise aynı heyecana sebep olmuyor maalesef. Sonuçta Bathory bu..

8,0/10

7 Eylül 2010 Salı

Master Musicians of Joujouka - Brian Jones Presents the Pipes of Pan at Joujouka (1971)


NHK Japonya'nın bir programı var, japon kültürüne ait öğeler ecnebi gençler tarafından irdeleniyor ve bir tanesi en entileyici seçiliyor. Cool Japan ibaresi ile japonların hayret nidasıyla uzattıkları nida eşliğinde. Bu albüm de kuul albüm of the ay diye yancağıza bir gadget yapsam, erinmesem şöyle grafikle hazırlasam, işte tam da ona layık bir şey, Erol Evgin abimizin sözleriyle işte böyle bir şey..
Kafası uçuk bir arkadaş Fas Bedevi müziğini alıyor, belki de ilk kez müzik tarihinde remiks bir albüme imza atıyor. Dum tıs olarak anlamayın, yerel tamtamlar bu işi görüyor. Daha çok atmosfere ilginçlik, azcık ürkünçlük bolca mistisizm katma gayesiyle parçacıkları kesme yapıştırma bol ama bolca tekrarlandırma yöntemlerini kullanıyor. Malzeme zaten iyi, cehennemden çıkma ekolu zurnalar, kafa buldurucu halusinojik ,var mı böyle bir kelime?, ritimler vessair. Bu arkadaş olayı eski Roma mitolojisine bağlayarak paganik köklere de bağlayarak kendince entellektüel bir açılımla arkayapıyı da doldurmaya çalışmış. Kısacası 70'ler de insnlar uçuyormuş..

8,50/10

6 Eylül 2010 Pazartesi

Metalium - Millennium Metal: Chapter One (1999)

Klişe power metal beklerken resmi gazeteden ters köşeye yattım. Sıkı ve hızlı besteler iyi ya da Allah'a şükür boğuk ve kısık olmayan billurses soyadını hakeden bir vokalce icra ediliyorsa bize dinlemek düşer. Sert besteler'e thrash diyemeyiz ama sertler, diğer yandan da alttan alttan 80'ler heavy metalin izlerini duymal mümkün. Orjinallik, geçiniz.. Keyif pek alâ...
Metalium, Revelation, Free Forever ve bitim kadar devam eden parçalarla birlikte güzel takkaları Smoke on Waters kavırıyla bitiriyoruz.

8,50/10

5 Eylül 2010 Pazar

RETRO: Immortal - At the Heart of Winter (1999)


Yıllar yıllar önce hakkatten bu grubun magnum opusunu sevmek için çok uğraşmıştım, anlamamıştım, çocukluk işte... Şimdi çıplak elle dokununca radyasyondan adam öldüren derecede ağır metal riffler, dursuz duraksız sıkı ritim, gitar tonunda gizli melodiler ilk dinlememde bile kendi kendime tepki vermemi sağladı, ulen böyle bir albümün nasıl farkına varmamışım zamanında. Demek ki bir birikim gerekiyormuş. Yine de mükemmel değil; vokal çok spastik, parça süreleri ve tekrarlanma rasyoları bazılarına fazla gelebilir, tüm albümü ardarda dinlemek iyi bir kafa hali gerektiriyor, basla yapılan atmosferik kısımlar klişe halini alabiliyor,
2, 3 ve 6 görecen zayıf gibi. Fakat muhteşem kısımları yok demek değil.

9,0-/10

RETRO: Hepsi - Bir (2005)


Profesyonel şarkı düzenlemeleri pop müziğe imtinayla yaklaşan benim gibi birini bu albümü 3 seferden fazla dinlemeye ikna edemiyor. Haklarını yemeyelim, arabesk pop furyasının ortasında ergen-leşen kitleye gerçek pop örnekleri sunmuşlardı. Her ne kadar bu örnekler ucuz olsa da.

5,0/10

2 Eylül 2010 Perşembe

1 Eylül 2010 Çarşamba

Missy Elliott - Miss E... So Addictive (2001)


Eğlenceli ve klap tarzıyla dikkatimi celpeden Elyot hanım bu albümle ortamları şenlendirmiş. Daha doğrusu Ludacris namlı bir rapçinin pozitif anlamda katkıda bulunduğu One Minute Man, etnik beat diye işi icat eden Get Ur Freak On ve klasikleşmiş kulüp hiti 4 My People öküzün gözünü 12'iden vurarak ortamı şenlendiriyor. Bir iki garip parça var:Daft Punk beatleri üzerine yapılmış Old School Joint ve vokal oyunlarıyla Fuat'ın bir şarkısına benzettiğim Whatcha Gon Do gibi. Geri kalanı ise sıkıcı R ve de utanmadan B sıkıcılığını taşıyan parçalar maalesef. Sounda ve bazı nakaratlara kulak kesilirseniz bu albümün de bir Timbaland yapımı olduğunu göreceksiniz. Adam pop olayında usta yani, şu aralar bayıklığın sınırlarında dolaşsa da. Evet bu tarz müzikle pek bir alakm yok, olmasın da, ancak güzele güzel demek lazım. Bu güzellik büyük oranda kan kaynatan dans singlelarından kaynaklanıyor, bu da işin doğrusu.

7,25/10