Her türlü enteresan işi kovalayan biri olarak Babymetal gibi bir fenomeni es geçeceğim düşünülemez bile. Uzun süredir youtube'dan takip ediyordum ki siz de mutlaka oradan başlamalısınız. Şimdi ilk albümlerini dinleme vakti. İkincisini de geçen sene yayınlamış durumdalar. Albüm gregoryan koro ve thrashy ritimler eşliğinde brütal vokallerle süper gaz açılıyor. Kliplerini biliyorum ya death metalden nu metale oradan elektronik dans müziğine oradan hip hopa ve tabiki altyapı olarak da şeker kız kendi vokalli J-Pop'a hatta neden olmasın reggae'ye , ama hemen hemen hepsi aynı şarkıda bir kaç dakika içinde değişerek adamın beynini eriten bir performans içinde sunulsun ki beklentim bir o kadar artsın. Sonrasında trans metal klasiği Megitsune başlıyor. Özellikle Japon folklorü etkili harmoniler ve geçiş kısımları oldukça etkileyici. Ki 2.dakikada korku filminden çıkma yerel melodi üzerine çığlıktan ibaret breakdown şarkının bel kemiği. Neden bahsediyor bu adam? Şöyle Japonya'daki plak şirketlerinden biri diğer idol pop gruplarından örnek alarak bu grubu oluşturur. Bu albüm çıktığında vokaldeki kızların yaşı 17,15 ve 15 ve grup oluşturulurken metal müzikten bihaberler. Arkalarına gerçek metal müzisyenlerin desteğini alırlar ki buradaki performansları gruuvi olsun da başka bir şey olmasın basitliğinde. Yine de iyi iş görüyor yani. Sonuçta lanse edildikleri tür kawai (cute, şirine) metal oluyor. J-pop+metal sentezi. Sound olarak dinleyeni şok eden bununla birlikte kaliteli yerel harmonileri de içinde zenginlik olarak barındıran bir çalışma. Diğer yandan şeker poptirik harmoniler korkunç, hip hop bölümleri en uyumsuz anları. Konserlerini gördünüz mü? Bu iş her ne kadar sırtını bir endüstriye dayasa da eğlence gözüyle baktığımızda hiç bir metalcinin burun kıvırtmaması gereken bir proje. Metal müziğimiz nasıl kirletir la diye protesto gösterileri felan yapıyorlar, oradan biliyorum. Nümayişe anarşiye gerek yok, 'bırakınız yapsınlar' liberalliğindeyim. Bu vesileyle Japon ezgilerinin metalle uyumu iştahımı kabarttı ki bir kaç grup var oralarda bir yerlerde biliyorum.
Favorilerim: Babymetal Death, Megitsune, Onedari Daisakusen
7,75-/10
31 Ağustos 2017 Perşembe
30 Ağustos 2017 Çarşamba
Anathema - The Optimist (2017)
Konsept olarak A Fine Day To Exit namındaki kaydın devamı olduğu ilan edilen bu albüm, beste kurulumu olarak da son albümlerindeki çizgiye pek yakın değil. Bu benim için güzel bi şi. Bununla birlikte elektronik altyapı, sanki Thom Yorke'un yaptığı gibi kayıtta hayli ağırlığını hissettiriyor. Bir de kadın vokalin da bazı şarkılarda merkezi rol aldığını duyunca işler biraz daha karmaşıklaşıyor. Yani misal oldukça güzel Leaving It Behind eski bestelerini hatırlatan , yürek burkan bir seyir izliyor, ama alttan alta durmadan bir çıstırı çıstırı. Bir de eski bestelerin duygusallığı basit ve kendini tekrar eden bir yapıda biraz karikatürvari bir gölge gibi duruyor yeni şarkıları üzerinde. Yine de benim için son işlerinden daha keyifli, sarsmasa da bi titretiyor yani. İsmini saydığım şarkıyla birlikte Can't Let Go'nun da adını saymalıyım sanırım. Bir de Anathema değil ana|_thema, her neyse...
7,0/10
7,0/10
Ken Liu - Karahindiba Hanedanlığı I: Kralların Merhameti
Uzakdoğu kültürünü fantastik kurguya aşı niyetine taşıyarak ihtiyaç duyduğu yeniden canlanışa, kabul edin George R.R. Martin fenomenliğinden sonra fantastik kurgu nereye yol alacak yada alabilecek sorusu tür içinde bayağı sert bir kaygı, büyük katkısı bulunduğu iddia edilen belki de söylemek gerekirse biraz pohpohlanan bir yapıt bu. Hiç vakit kaybetmeden söyleyeyim ki bir yönüyle evet, bir yönüyle de hayır. Nasıl Taht Oyunları İngiltere'deki bir iç savaşı temel alarak kendini kurgulamışsa bu roman da Çin'deki iç savaşları baz almakta. Basit bir askerin kral olabildiği, ihanetin ve onurun birlikte yol aldığı bir gerçeğin yansıması. Diğer yandan iktidarı alanın her seferinde gücü kendi keyfince kullanması tarihe özgü bir gerçeklik olarak kalıp kurguda yer almasaydı keşke. Ayrıca insanların savaşına aralarında yaptıkları anlaşma gereğince ancak dolaylı yoldan müdahil olabilen tanrı/tanrıçalar maalesef Forgotten Realms örneğinden daha fazla yaratıcı olamıyor. Bununla birlikte tonla ilginç karakterin yer aldığı ve görece sıradan kişilerin de hayatlarının aksettirilmesi bu romanın güçlü tarafı. Bazen ne kadar ana kurguyu beslediği şüpheli olsa da benim hoşuma giden bir ayrıntı bu. Uzakdoğu kültürü draması ve poetikası ile sayfalara yansıtılsa da biraz Anglo-saxon okuyucuyu ki global okuyucu kitlesi oluyor kendileri, sıkmamak uğruna hayli törpülenmiş hissiyatı uyandırıyor. Hatta pragmatizmin ve akılcılığın bariz bir şekilde tarafı tutulmuş. Nihayetinde özgünlük konusunda hoşuma gitmeyen daha doğrusu beklentiyi karşılayamayan bir çalışma olması okuma keyfini kaçırmıyor, yine de 600 sayfa gibi bir ebadın içinin tamamıyla doldurabildiğini söylemek de bir o kadar zor. 7,50- 8 gibi bir not verebilirim, bilemedim
Konuyu kısa geçeceğim, çok şeyler olmakta çünkü. Spoiler anlayacağınız bundan kelli.
Küçümsenen Xana devletinin başındaki imparator Mapidere, tüm devletleri nihayet birleştirmiştir. Kendi aklınca barışı getirdiği için haklı konumdadır. Ama bu başarı, dökülen nice kan üzerine olmuştur. Yönetimi de baskıcıdır. Bizimkiler gibi büyük altyapılar inşa ettirmekte, zorunlu olarak dört bir yandan insanları esir gibi çalıştırmaktadır. Zoraki görev için bu esirleri zamanında getirememenin ölümle eş tutulması neticesinde isyan, bizzat rütbesiz ya da küçük rütbeli askerlerce başlatılır. Yörenin bir şehrinde serseri Kuni Garu da ufak soylu bir kadınla evlendikten sonra başladığı bu işte aynı sonla karşılaşacağını anlayınca o da isyana katılır. Eski devletlerin kraliyet ailesinden kalan son fertler de soylu olarak yavaş yavaş arenaya çıkar. Ama bunların hikayeleri hep aynıdır. Sülaleleri öldürülmüştür ama biri illaki kalmıştır, intikam peşindedir felan. Kuni karahindiba çiçeğini sever ki romanın ismi sonu konusunda bu şekilde ipucunu vermektedir. Diğer yandan 2 küsür metre boyunda devasa savaşçı Mata ile tanışırız. Açık, mert ve korkusuzdur, alavere dalavereyi sevmez. Hatta savaşlarda bu ikisinin yolları da kesişir bir ara, kardeş gibi olurlar. Fakat zaman içinde farklı yaklaşımları bu iki kişiyi karşı karşıya getirecektir. Kuni, pragmatiktir, insanları kullanmada başarılıdır, diplomatiktir ve gereksiz kan dökülmesini sevmez, merhametlidir. Mata ise doğruluk ve dürüstlük gibi konularda çok katı, acımasız ve şövalye ruhludur. Öyle bir zaman gelir ki komutan Mata, tüm adanın krallar üzerinde bir konumda hakimi haline gelir. Kafasına göre yeni krallıklar oluşturur, bu krallıklar birbiriyle çatışmaya başlar, eski Xanalılara zulüm yapılmasına seyirci kalır. Uzak bir adaya sürdüğü Kuni ise ölüp cesedi bile pinçik pinçik edilen eski imparatorun yola çıkış gayesinin haklılığına kanaat getirir. Adalar birleşmeli ve barış hüküm sürmelidir. Ama bunun yolu acımasızlık değil eşitlik ve adalet üzerinde gerçekleşmelidir. Yavaş yavaş o da gücünü artırarak genel huzursuzluktan da faydalanıp Mata ile son düğümü çözer. Mata kendi hayatına son verir. Kuni ise diplomasi gereği biraz da iki kadınla evlidir ve ikisinden de çocukları vardır. Takip edecek cilde aile içi taht mücadelesinin rengini vereceğini anlarız.
Konuyu kısa geçeceğim, çok şeyler olmakta çünkü. Spoiler anlayacağınız bundan kelli.
Küçümsenen Xana devletinin başındaki imparator Mapidere, tüm devletleri nihayet birleştirmiştir. Kendi aklınca barışı getirdiği için haklı konumdadır. Ama bu başarı, dökülen nice kan üzerine olmuştur. Yönetimi de baskıcıdır. Bizimkiler gibi büyük altyapılar inşa ettirmekte, zorunlu olarak dört bir yandan insanları esir gibi çalıştırmaktadır. Zoraki görev için bu esirleri zamanında getirememenin ölümle eş tutulması neticesinde isyan, bizzat rütbesiz ya da küçük rütbeli askerlerce başlatılır. Yörenin bir şehrinde serseri Kuni Garu da ufak soylu bir kadınla evlendikten sonra başladığı bu işte aynı sonla karşılaşacağını anlayınca o da isyana katılır. Eski devletlerin kraliyet ailesinden kalan son fertler de soylu olarak yavaş yavaş arenaya çıkar. Ama bunların hikayeleri hep aynıdır. Sülaleleri öldürülmüştür ama biri illaki kalmıştır, intikam peşindedir felan. Kuni karahindiba çiçeğini sever ki romanın ismi sonu konusunda bu şekilde ipucunu vermektedir. Diğer yandan 2 küsür metre boyunda devasa savaşçı Mata ile tanışırız. Açık, mert ve korkusuzdur, alavere dalavereyi sevmez. Hatta savaşlarda bu ikisinin yolları da kesişir bir ara, kardeş gibi olurlar. Fakat zaman içinde farklı yaklaşımları bu iki kişiyi karşı karşıya getirecektir. Kuni, pragmatiktir, insanları kullanmada başarılıdır, diplomatiktir ve gereksiz kan dökülmesini sevmez, merhametlidir. Mata ise doğruluk ve dürüstlük gibi konularda çok katı, acımasız ve şövalye ruhludur. Öyle bir zaman gelir ki komutan Mata, tüm adanın krallar üzerinde bir konumda hakimi haline gelir. Kafasına göre yeni krallıklar oluşturur, bu krallıklar birbiriyle çatışmaya başlar, eski Xanalılara zulüm yapılmasına seyirci kalır. Uzak bir adaya sürdüğü Kuni ise ölüp cesedi bile pinçik pinçik edilen eski imparatorun yola çıkış gayesinin haklılığına kanaat getirir. Adalar birleşmeli ve barış hüküm sürmelidir. Ama bunun yolu acımasızlık değil eşitlik ve adalet üzerinde gerçekleşmelidir. Yavaş yavaş o da gücünü artırarak genel huzursuzluktan da faydalanıp Mata ile son düğümü çözer. Mata kendi hayatına son verir. Kuni ise diplomasi gereği biraz da iki kadınla evlidir ve ikisinden de çocukları vardır. Takip edecek cilde aile içi taht mücadelesinin rengini vereceğini anlarız.
Hugh Masekela - Masekela (1968)
Afrika usulü, vokalli caz musikisi. Henüz ırk ayrımının geçerli olduğu Güney Afrika kökenli bir sanatçının eseri olması If There Is Anyone Here gibi bir şarkıda oldukça duygusal bir performans olarak yansıyor. Ayrıca kazarak çıkardığı altının ne işe yaradığını bilmeyen madencinin sözlerini yansıttığı şarkıyı da unutmayalım. Onca kan ve bu altın kimin? Fakat sonraki şarkılar bana kısa sürelerine istinaden de biraz çalakalem, spontane geldi. Elli sene öncesinin, ohara elli sene geçmiş arkadaş 68'in üzerine, yarım yüzyıl!, ruhunu yansıtma da ne kadar başarılıysa günümüzün yüzeysel ilişkilerinin hakimiyetinde akılda kalıcılığı o kadar sorgulanabilir.
6,75/10
6,75/10
29 Ağustos 2017 Salı
BADBADNOTGOOD - IV (2016)
Şu an güncel caz grupları arasında belki de en önde gelen gruplardan birisi. Becerileri daha çok farklı seslere, efektlere, sentezlere dayalı; bu anlamda dinleyiciyi sıkmayan, dinamik bir birleşim yaratmakta çok başarılılar. Bu albümde soul ve hatta hip hop gibi tarzları caz ile içiçe harmanlamayı biliyorlar. Kendileri resimde de görüldüğü üzere karbeyazı olmalarına rağmen elemanlar, siyahi müziğin her dalına bulaşmışlar yani. Ve kaydın ilk 2/3'lük kısmı akıllarda kazınan (Samuel T Herring gibi etkileyici bir vokalin eşlik ettiği soul tabanlı Time Moves Slow için üç kere hurra!) anlar sunuyor. İşbirliği sadece bu isimle sınırlı değil bilindik bir isim Colin Stetson saksafonu ile ortamı şenlendiriyor, bass ve alto saksafonun sesine hayran kalmamak mümkün değil, parçamız: Confessions Pt.II. Takip eden parçanın da synth efektleri ile süslü olması rastlantı değil. Buradaki katkı veren isim ise Kaytranada. Hiç duymadım. Ama böyle bir sentezin parçası olan bu adamı da ayrıca dinlemek isterim. Fakat hip hopçı Mick Jenkins'ı ki şarkının düzenlemeleri ne kadar hoş olsa da diye ekleyeyim ve soul müzisyeni Charlotte Day Wilson'ı çok özellikli göremedim. Dediğim gibi bu kısımlar da kaydın son 1/3'lük kısmına girmekte zaten. Bir yanıyla da sakin caz özelliğini sergileyen bir yönü olmakla beraber grubun daha sıkı performans gösterdiği bölümler benim favorim. Bu taraflarına keşke biraz daha ağırlık verselerdi. Kısacası grup için GOODGOODNOTBAD desek yeridir.
7,75+/10
7,75+/10
28 Ağustos 2017 Pazartesi
RETRO: Enslaved - Vikingligr veldi (1994)
Diğer black metal gruplarına istinaden Enslaved'in ilk dönemini çok da anlayıp sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Şimdi ise kayda biraz daha berrak bir zihinle bakabiliyorum. Keyboardun da etkin şekilde kullanıldığı hem/ne progresif hem/ne viking metal olan ham ve kaba ve çiğliğinden hiç bir şey kaybetmeyen bir tarzı ile emsallerinden ayrılıyor. Bazen öyle riffler öne çıkıyor ki ve sürekli kendini tekrarlayaraktan, atmosfer daha da baskın hale geliyor. Bateride zil kullanımı bana biraz fazla geldi. Sanki sürekli bir cenkte kılıç şakırtılarını dinliyor gibi ki tam da istenen şey belkide bu olsa gerek. Bu bilgiler ışığında bestelerin çok parçalı ve epik bir hava sergilediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. 2. parça işte tam da böyle. Takibinde ise çılgın bir enerji ile Midgards Eldar başlıyor ve kompleks yapısını göstermekten eksik kalmıyor. Ortalarında yavaşladığı kısımda keyboard ile yapılan uzaysı efektler grubun farklılığını gözler önüne sermekte. 4. şarkıdaki efektler ise tropmet gibi üflemeli çalgıları hatırlatarak bir meydan muharebesi hissiyatını tam anlamıyla geçirmekte. Fakat diğer müdahaleler bu şarkıyı biraz da kaotik bir sese teslim ediyor. Sözsüz son parça ise grubun progresif yönünü göstererek albümün genel havasına biraz tezat giden bir durgunluk hali sunmakta. Yine de gariptir çok çok yüksek bir puan veremiyorum.
7,50/10
7,50/10
27 Ağustos 2017 Pazar
RETRO: Kamelot - Dominion (1997)
Yine hakkı yenen bir albüm. Vokal hala ilk albümdeki adama emanet. Yalnız bu sefer biraz kontrollü gidiyor. Albümün temposu da düşmüş durumda. Ancak eleştirenler bir yönden haklı, her ne kadar süper bir kaç şarkı olsa da vasat parçalar yüzünden albümün geneli etkilenmekte. Süper şarkı derken melodisiyle riffleriyle We Are Not Separate, sözsüz Creation ve en bi muhteşem Song of Roland namındaki besteleri kastediyorum. Belki de grubun gelmiş geçmiş en iyi şarkıları. Diğer albümlerindeki yeni yönelime (her ne kadar ipek gibi bir vokalle taçlandırılsa da keyboard ve klasik müzik ağırlıklı daha gevşek çalma stiline başvurulmuş bir progresif-power metal'e istinaden altyapının ve bas ritimlerin heavy metal tabana dayanmasını tercih ederim) kıyasla sözümün arkasındayım. Bu arada gitarın tellerini tıngırdatan ve bestelerde büyük emeği geçen grubun beyni Youngblood'a da selam çakalım.
7,25/10
7,25/10
Hasan Ali Toptaş - Gölgesizler
Spoiler:
Hasan Ali Toptaş uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı. Filmi de çekilen bu eseri Yunus Nadi roman ödülü alan ve en bilindik romanı. Tarz olarak zaman, mekan ve karakterlerin birbirinin içine girdiği, bulanık bir yöntem izlemesiyle postmodernizmin (büyülü gerçekçilik?) etkisi altında. Kentteki bir berber dükkanı ile kırsalda kendi içine kapanık, neredeyse unutulmuş bir yerleşim yeri arasında karakterlerin geçişmesi göze çarpıyor. Bu iki mekanın haricinde bir yerdeki anlatıcı da çoğu zaman bu mekanlardaki karakterlerin bir kısmının, berber öncelikle, bedenini dolduruyor ve bir sarmal içinde gerçeklik yeni baştan oluşturuluyor. Önce köy berberi Nuri'nin kaybolması, sonra daha önceden varlığı bile hissedilmeyen köyün genç kızı Güvercin'in kaçırılması varoluşun, varolmanın sorgulanması için dayanak teşkil ediyor. Kendi varlığından, köyün varlığından şüpheye düşen muhtarın intiharı önemli bir veri haline dönüşüyor bu noktada. Ayrıca betimlemelerde poetik bir dil kullanılması anlatımı zenginleştiriyor. Tetikte bir dil kullanımı aniden gelişen dramatik ve absürt olaylarla da buluşunca okuyucu açısından yorgunluk baş göstermekte. Açıkça söylemek gerekirse postmodern metinlere yabancı olmadığım için metodoloji karşısında hayranlık nidaları gösteremediğimden dolayı kurguya eğildiğimde bana öyle gelen zaaflar gözüme daha bir sert batıyor. Roman atın intikamı(!) ve Ramazan'ın ölümüyle benim için bitmişti. Ayının hamile bıraktığı kız motifi de üzerine tuzu biberi oldu. Neyse ki hepsi hayal imiş. Hasan Ali Toptaş, kalemi güçlü bir yazar ama bu Anadolu absürtlüğü (manilere, türkü sözlerine bakınız) bana keyif vermedi.
6,5
26 Ağustos 2017 Cumartesi
Yok Öyle Kararlı Şeyler - Yok Öyle Kararlı Şeyler (2014)
Seviyoruz tamam yalnız prodüksiyonu biraz cılız, domates'i sevmedim, ayaz'a en sevdiğim, yeni nesle hitap eden gevrek mizahı sevmiyorum demek ki yaşlanmışım kalıcılık somutluk konusunda sorunlar var nokta.
7,50/10
7,50/10
Cult of Fire - मृत्यु का तापसी अनुध्यान (2013)
Nereden esti de Avrupa'nın göbeği Çek Cumhuriyeti'nden çıkıp Hint ezgileriyle black metali buluşturmak akıllarına geldi merak ediyorum doğrusu. Bazı yerlerde Hint musikisi müziğe dışsal kalmakla beraber atmosfere illaki katkısı büyük. Bazı anlarda da uygun sentez tutturulmuş durumda. Black metal özüne bakarsak sert ağbi vokallerin de etkisiyle böyle ham, çiğ bir sound elde edilmiş. Melodik olarak özellikle 4. ve 6. şarkılar akılda kalıcı, kan pompalayan cinsten. Post-laşan modern black metal'e aşı niyetine güzel bir çalışma olmakla beraber biraz daha sivriliklerin törpülmesi gerekli gibi hissettim. Sorun değil, ilk albümleri. Başkaları için ise uygun doz yakalanmış olabilir, zira Mgla gibi gruplar benim hissettiğimden daha fazla değer görüyor piyasada. Ama devamı gelecek mi, Hint kültürü ve black metal sentezi ne kadar derin bir havuz, asıl merak ettiğim şey o.
7,25++/10
7,25++/10
Ian Banks - Eşekarısı Fabrikası
Bilimkurgu alanında yazmayı hedefleyen Ian Banks, editörlerin de tavsiyesiyle bu 'normal' romanı 16 yaşındaki bir gencin diliyle yazıverip üne kavuşuyor. Kitabın arkasından alıntılarsak:
Bir İskoç kasabasının yakınlarındaki adada babası ile yaşayan Frank, bir yandan geçmişini anlatırken diğer yandan akıl hastanesinden kaçan abisinin adaya dönmesini bekler. Daha çocukken pipisinin bir köpek tarafından yenmesi (sonradan kafatasını bulup koleksiyonuna katıyor) neticesinde hayatı değişiyor. Tek arkadaşı kasabadaki bir cüce. Daha bebeyken Blyth ismindeki zorba çocuğu yapay bacağına zehirli bir yılan koyarak öldürüyor. Sonra kendi kardeşini, plajda bulduğu patlamamış bir bombaya çekiçle vurma konusunda aklını çelerek ortadan kaldırıyor. Kuzeni küçük Esmerelda'yı ise sırf kız olduğu için yaratıcı bir şekilde öldürmeye karar veriyor. Dev bir uçurtmaya bağlayıp salıvererek deniz üzerinde kaybolmasını izleyor. Hepsi kaza gibi göründüğünden paçayı yırtıyor tabi. Adayı çeşitli hayvanların kafalarını dizdiği mızraklarla süslüyor. Bir de olanı, olacağı haber verdiğine inandığı eşekarısı fabrikası dediği bir düzenek inşa etmiş. Buna benzer değişik savunma mekanizmaları icat etmiş. Romanın sonunda ifşa olunuyor ki aslında kendisi babasının bir deneyi. Ve erkek değil pipisini kaybetmiş bir erkek gibi yetiştirilen ve hormon takviyesine boğulmuş bir kız çocuğu. Bu da sürpriz son işte.
Blyth'ı öldürdükten iki yıl sonra küçük kardeşim Paul'ü öldürdüm, ama Blyth'ın ölümü ile karşılaştırınca daha mühim, daha farklı sebeplerim vardı. Bir yıl sonra da birdenbire gelen bir istekle aynı şeyi Esmerelda için yaptım.Anlayacağınız, Sineklerin Tanrısı, Otomatik Portakal ve biraz da Çavdar Tarlasında Veletler kıvamındaki fenomen tavrıyla buralarda rüzgarının çok daha kuvvetli esmesi beklenirdi. Ama bir kaç gün önce bitirdiğim (zor bir deneyimdi!) diğer bir romanı Cebirci'den sonra kanaat getirdiğim yazarın İngilizlilik hastalığından muzdarip olması yine kendisini olumsuz şekilde etkilemekte. Karakterleri önemsememizi engelleyen hesap kitapçı objektif hani neredeyse durumsal anlatım, trollüğe varacak derecede ironik saptamalar ve adaya has espriler. Bu tuhaflıklar silsilesi ister istemez modern gotik bir çizgiye evriliyor ki İngilizler bu konuda pek bir mahir. Yine de böyle yıkıcı bir romanı okumaktan pişman değilim. Özellikle biraz da şaşırtıcı sonu ve din politika gibi kurumlara karşı eleştirel tutumun romanın sayfalarında yansıtılması sayesinde notum yedi buçuk. Bundan sonrası spoiler canım.
Şu ana kadarki skorum, üç. Yıllardır kimseyi öldürmedim, böyle bir niyetim de yok. Öyle bir dönem geldi ve geçti.
Bir İskoç kasabasının yakınlarındaki adada babası ile yaşayan Frank, bir yandan geçmişini anlatırken diğer yandan akıl hastanesinden kaçan abisinin adaya dönmesini bekler. Daha çocukken pipisinin bir köpek tarafından yenmesi (sonradan kafatasını bulup koleksiyonuna katıyor) neticesinde hayatı değişiyor. Tek arkadaşı kasabadaki bir cüce. Daha bebeyken Blyth ismindeki zorba çocuğu yapay bacağına zehirli bir yılan koyarak öldürüyor. Sonra kendi kardeşini, plajda bulduğu patlamamış bir bombaya çekiçle vurma konusunda aklını çelerek ortadan kaldırıyor. Kuzeni küçük Esmerelda'yı ise sırf kız olduğu için yaratıcı bir şekilde öldürmeye karar veriyor. Dev bir uçurtmaya bağlayıp salıvererek deniz üzerinde kaybolmasını izleyor. Hepsi kaza gibi göründüğünden paçayı yırtıyor tabi. Adayı çeşitli hayvanların kafalarını dizdiği mızraklarla süslüyor. Bir de olanı, olacağı haber verdiğine inandığı eşekarısı fabrikası dediği bir düzenek inşa etmiş. Buna benzer değişik savunma mekanizmaları icat etmiş. Romanın sonunda ifşa olunuyor ki aslında kendisi babasının bir deneyi. Ve erkek değil pipisini kaybetmiş bir erkek gibi yetiştirilen ve hormon takviyesine boğulmuş bir kız çocuğu. Bu da sürpriz son işte.
25 Ağustos 2017 Cuma
The Mars Volta - De-Loused in the Comatorium (2003)
Buraya entry girmek (giriş girmek haha) resmen mesaiye döndü. Hala tatil öncesini yorumlamaktayım. Progresif rock'ı modern rock duyarlılığı ile buluşturan grup, gitaristi Ömer ağbi delirip her sene 5-10 solo albüm kaydetmeye başlayıncaya kadar 6 albüm çıkarabilmiş ve sonrasında dağıldığını ilan etmiş. Bu ilk kayıt en rağbet gördükleri eserleri oluyor. Ben biraz düz bir adam olduğum için progresif işler karşısında biraz bocaladığım doğrudur. Dolayısıyla teknik beceri, hüner ve kabiliyetin ötesine odaklanmak durumundayım. Çok güzel bir vokal ve neredeyse unutmaya başladığım o damakta bıraktığı lezzet ile kayıt, kayıtsız kalamayacağınız enerjik bir performans sunuyor. Kaotik cazın gölgesini taşıyan albümde özellikle bazı anlar sonik efektlerin derecesinin azaltılması daha uygun olurdu gibime gelmiyor değil hani. Neticede besteler içiçe geçse de kendilerine has karakter özellikleri sergileyebiliyor. Bu yüzden şunu sevdim, bunu sevmedim diyebilmeniz mümkün. Ama ben demeyeceğim. Oturayım, kuşlar cikciklesin, rüzgar sesi gelsin, sessiz sakin kafam rahatlasın beklentisindekiler uzak dursun. Nedense Coheed and Cambria dinleyesim geldi...
8/10
8/10
24 Ağustos 2017 Perşembe
Georges Ifrah - Rakamların Evrensel Tarihi -5
Altbaşlık Sıfırın Gücü'nden anlaşıldığı üzere sıfır rakamının doğuşuna odaklanıyor bu cilt. Arap rakamları olarak ismi anılsa da modern rakamların kökeninin Hindistan'da aranması gerektiği kanıtları ile ortaya konuyor. Geniş Hint yarımadasındaki farklı oluşumlar ortaya konuyor. Kökensel değişimler titizlikle takip ediliyor ve günümüze kadar rakamların gelişimi gözler önüne seriliyor. Yazar, tarihsel gelişim içinde Hint yarımadasında dizgelerin konumsallığa evrimi ve buna bağlı olarak bir sayı manasıyla sıfırın doğuşu ve bunda Hint bilginlerinin etkisini kitabın ana ekseni olarak belirlemiş.
Big Bang - MADE (2016)
Kore popunun faal en büyük grubu oluyor Big Bang. Her ne kadar satış rakamları kendi ülkelerinde yeniyetme grupların gerisinde kalsa da (Çin de düşünüldüğünde Asya'da zor ama) türe bıraktıkları iz olsun (yeni gruplardan Ikon'un utanç verici derecede taklit son çalışması!) zenginlikleri olsun, kral diyorlar adamlara. Grubun her elemanı solo olarak da albüm kaydedip turlara çıkıyor. Son olarak G-Dragon namındaki liderlerinin böyle bir çalışması var. Diğer rapçi T.O.P. ise görünüşü ve kalın sesiyle etkileyici bir isim. Hani neredeyse bias'ım diyeceğim de enteresan kaçacak şimdi. Ama bu adamın başı belaya girmiş son vakitlerde. Esrardan yakalanınca zorunlu askerlik görevindeyken intihar ediyor, çürüğe çıkarıyorlar. Muhafazakar Kore toplumundan bayağı bir dışlanıyor. İdolluk da zor canım. Uzun süredir beklenen bu albüm, aslında 2015'de çıkardıkları dört single'ın üzerine eklenmişi: M,A,D,E. Sound olarak bütünlük olduğunu söylemek zor. İçinde rap verseların eksik kalmadığı dans, pop, balad, hip hop, pop-rock hepsi var. Rüzgar nereden esiyorsa yapımcıların yönlendirmesi işte, klasik K-Pop gerçeği. Genel olarak ise bayağı bayağı doksanlar hissediliyor. Hatta pop-rock çalışması Last Dance , We Like 2 Party ya da girişiyle, nakaratıyla Sober fazlasıyla başka şarkıları hatırlatıyor. En absürd düzenleme ödülünü kazanabilecek (üç bölümden oluşmakta ve nakarat yerine geçen ilginç drop) Bang Bang Bang, Mad Maxvari videsounun da gücüyle birlikte zıp zıp zıplayan bas yüklü arabalara yakışacak müthişlikte acayip bir club şarkısı. İlk dinlerken güleceksiniz sonra günlerce zihninize takılacak. Diğer acayip şarkıları Fantastic Baby'nin bu kayıtta olmaması üzücü. Yine de yine dinledikçe ısınacağınız Fixx It bu boşluğu samimi havasıyla kapatmasını biliyor, hiç de beklenmedik bir tarzda. Bazen T.O.P. nin vokali müziğe uyum sağlamakta güçlük yaşıyor. Uzun lafın kısası tüm kayıt olarak daha deli ve eğlenceli şeyler beklerdim. Çeşitliliğin ötesinde kafa karışıklığını yansıtan uyumsuz bir sound ve doksanların klişe melodilerini K-pop süzgecinden geçirme kolaycılığı değerlendirmemi oldukça etkiliyor.
6,75+/10
6,75+/10
Khun Narin Electric Phin Band - Electric Phin Band (2014)
Tatilden döndüm, heybemde dinlenmiş onca albüm ve kitap. Yalnız hala listeleyemediğim tatil öncesi dinlenmiş ve okunmuş şeyler var. Biraz hızlı gitmişim. Öyleyse hemen başlayalım. Tayland'lı lokal bir grup Khun Narin Electric Phin Band. Kendi yörelerinin (Tayland ve Laos) melodilerini batı normlarını hatırlatırcasına saykedelik formda, cayır cayır yankılanan ritmik gitar misal, icra ediyorlar. Büyük ihtimalle böyle afili adlandırmaların farkında olmaksızın içlerinden geldiği gibi çalıyorlar. Söylemiyorlar, çünkü söz yok şarkılarda. Yerelden evrenseli yakalamış durumdalar diyeyim ki klişe sözlerden eksik kalmasın bu entry. Şarkılar bünyelerinde düğün müziği,halay havası barındırıyor ki zaten grup partilerin felan aranılan bir ismiymiş oralarda. Sonra batılı bir prodüktör bunları keşfediyor ve bu albümü kaydediyor. Biraz da batıyı sarıp sarmalayan bizden de Erkin Koray ve Selda Bağcan gibi isimleri etkileyen o hipster saykedelik modanın rüzgarından yararlanmasını biliyor grup kısacası. Ayrıca bestelerini emprovize teknikle kaydetmişler. İşin aslı ne buna ne de kulağa tanıdık gelen bazı riffler dolayısıyla o kadar da kendi içine kapalı bir orkestra olduklarına inanmıyorum. İnandığım şey sanki prodüktör biraz biraz alttan müdahalelerde bulunmuş gibi. Yoksa bu kadar nasıl iyi olsunlar canım.
8,0+/10
8,0+/10
12 Ağustos 2017 Cumartesi
Olafur Arnalds - Island Songs (2016)
Birazdan Sabiha Gökçen'e yola çıkacağım, iki senedir tatile çıkamamanın heyecanını bu güzel albümle gitmeden önce dindireyim dedim. Modern klasik müzikte önemli isimlerden Olafur kardeşimizi bir süredir haksız yere ihmal ettiğimi şimdi iyicene idrak ettim. Albüm ismine de bakınca herhalde ülkesi İzlanda atmosferini yansıtıyordur diye düşünüyorum ki az nüfuslu volkanlarla gayzerlerle kaplı soğuk bir ada hayal edin. Etmeyin, zaten yapılmışı var... Hem kendi içinde kendine özgü sosyal bağı ile kendi kendine yeten hem de yalıtılmış, kuşatılmışlığın hüznünü taşıyan bir duygu bestelere sızıyor. Açılış yaşlıca bir adamın İzlandaca şiir okuması ile gerçekleşiyor. Piyano, doğal ortam hışırtı şırıltıları, hafiften üflemeliler ve en belirgin olarak keman çoğu sözsüz parçaya can katıyor. Yalnız bestecinin biraz dinleyicinin beğenilerine göre oynadığı aşikar. O keman tonu benim de çok sevdiğim ve bir sürü soundtrack bestecisinin de kulağımıza kulağımıza soktuğu bir renge sahip. Direkt yürekten vuruyor ama defalarca duyduğumuz, kolaya kaçmış bir hareket. Particles isimli şarkı sadece kadın vokali değil tüm yapısı ile yine popülizme kaçmakta biraz. Son eleştirim ise kaydın kısalığı, iki hatta üç parça daha alır yani.
8,0+/10
8,0+/10
10 Ağustos 2017 Perşembe
RETRO: Emperor / Enslaved - Emperor / Hordanes Land (1993 split)
Emperor hayranı olmasam da daha bu erken döneminde bile kendi
imzalarını oluşturmaya başladıkları kesin. Bu ortak albüme ödünç verdikleri dört şarkı da boş değil, kendilerine özgü senfonik dokunuşlarla gruuvi bir özellik gösterebiliyor. Split'in diğer tarafında ise Enslaved üç şarkısıyla yer alıyor. O tozlu küflü ki bugünün modern black metaline kıyasla o özgül atmosferi iliklere kadar hissettirmede oldukça başarılı, black metalin çeperini zorlamadan progresif bir tavır sergileyebilmekte grup burada. Ayrıca Vikingimsimtrak melodiler bestelere sızmakta. Prodüksiyon kalitesi olarak çok da bir şey beklenmemeli. Ama lo-fi her zaman ilk dönem black metal işlerine yakışır zaten. Türün ilk dönemlerinde ustalar ne yapmış, dinlemek için iyi bir örnek. Ben de bir süre daha önceden dinlemiş olduğum Enslaved ile yoluma devam edeceğim. Tabi bir tatil arası olacak, bu haftasonundan itibaren. 4 senede Olimpos geriye mi gitmiş, bir kontrol etmek lazım.
7,50+/10
imzalarını oluşturmaya başladıkları kesin. Bu ortak albüme ödünç verdikleri dört şarkı da boş değil, kendilerine özgü senfonik dokunuşlarla gruuvi bir özellik gösterebiliyor. Split'in diğer tarafında ise Enslaved üç şarkısıyla yer alıyor. O tozlu küflü ki bugünün modern black metaline kıyasla o özgül atmosferi iliklere kadar hissettirmede oldukça başarılı, black metalin çeperini zorlamadan progresif bir tavır sergileyebilmekte grup burada. Ayrıca Vikingimsimtrak melodiler bestelere sızmakta. Prodüksiyon kalitesi olarak çok da bir şey beklenmemeli. Ama lo-fi her zaman ilk dönem black metal işlerine yakışır zaten. Türün ilk dönemlerinde ustalar ne yapmış, dinlemek için iyi bir örnek. Ben de bir süre daha önceden dinlemiş olduğum Enslaved ile yoluma devam edeceğim. Tabi bir tatil arası olacak, bu haftasonundan itibaren. 4 senede Olimpos geriye mi gitmiş, bir kontrol etmek lazım.
7,50+/10
9 Ağustos 2017 Çarşamba
RETRO: Kamelot - Eternity (1995)
Power/progresif metal'in dev isimlerinden Kamelot'un mikrofonu Roy Khan tarafından devralınmadan önce de bir kaç albüm kaydetmişlerdi. Bayağı bayağı bu kayıtların yerden yere vurulmasındaki en önemli etken vokali olsa gerek. Çoğu zaman iç gıcıklayıcı keskin ses rengi ve tekniği hakikaten de bazı anlar yok yafu dedirtmekle beraber enerjisini, duygusunu bu tarz bir müziğe mümkün olduğunca yediriyor. Ya da benim kötü vokallere karşı ayrı bir sempatim var. Beste düzenlemeleri ise biraz kabasaba kalsa da böyle bir soundu da seviyorum. Şarkılar olabildiğince melodik. E bu da tür içinde çok sevdiğim bir şey. Daha ne olsun, bilemedim. Evet, Fourth Legacy'ye kadar daha çok yol var ama Sezar'ın hakkı Sezar'a, bunun da gideri var.
7,50+/10
7,50+/10
8 Ağustos 2017 Salı
Marşandiz #12 - dün dağlarda dolaştım EVDE YOKTUM #1-2-3 - Aylak Fanzin #1-2
Her daim güzel bir kapakla çıkan derginin bu sayısı biraz da öyküleri sayesinde en şık sayılarından biri oluyor. Ayrıca yazarı Caroline M. Yoachim olan çeviri bir öyküye de yer verilmiş. Puantiyeli Plastik Bir Şemsiye (Mevsim Yenice) ve deneyimli isim İsahag Uygar Eskiciyan'ın ilüstrasyonlu kısacık eseri Asansör Zaafı özellikle isimleri hatırlanması gereken hikayeler. Fanzinin yarısı her zamanki gibi şiirlerden oluşmakta. Eşref Yener (ve her Fransız çingenedir biraz/ve her çingene elbette endülüs), Güray Özçelik, Suhan Lalettayin, Onur Sakarya, Can Küçükoğlu, Elif Karık, Fatih Kök şiirlerini ödünç veren isimler.
İlhan Berk'in etkileyici mısrasından ismini alan Dün Dağlarda Dolaştım
Evde Yoktum elektronik mecrada Murat Çelik yönetiminde çıkmış bir şiir bülteni. Poetik yazılar nispeten az olsa da bulunmakta. Deneysel modern bir çizgi takip ediyorlar. Murat Çelik'in yanısıra Salim Nacar, Muhammet Özmen, Ümit Erdem, Usame Söylemez, Can Küçükoğlu, Ertuğrul Rast, Tayfun Aksay, Samet Aydın, Ümit Güçlü, Bilal Söylemez, Gary Snyder, Oğuz Demirel, Faizal Lulat, Anita Sezgener, Nazlı Hamurcuoğlu, Filiz İzem Yaşın, Petek Sinem Dulun, İsmayil Sakin, Ali Erbil, Keith Waldrop, Ercan Y. Yılmaz imzalarına rastladığımız isimler. Elbette somut şiir örneklerine yer vermeyi de atlamamışlar. Ümit Güçlü'nün Parmak İzi, Gary Snyder'ın Dağlarla Selamlaşma tercümesi, Muhammet Özmen'in Irz-ı Hal'ı, Murat Çelik'in Evler Evler'i, benim için öne çıkan eserler. Yalın ve sade tasarımıyla öne çıkan bülten yayın hayatını sonlandırmış.
Aylak fanzin hoş bir öykü fanzini. Her iki sayısında da beşer öyküye yer vermiş. Birbirlerinden farklı tarzlar olsa da çoğunun kurgusu iyi. Eski kelimelere takıntılık ya da laf kalabalığı gibi getirilebilecek eleştiriler olsa bile dediğim gibi kurguları yanısıra akılda kalıcılıkları, samimiyetleri, sahicilikleri öyküleri keyifle okunur hale getiriyor. Daha fazlasına denk gelsem hevesle okurum yani. Şehrazat Naile U'nun Ağaçsızlık ve Mert Su Kılıç'ın Ömür Sayacı, gerçekten sıkı eserler.
İlhan Berk'in etkileyici mısrasından ismini alan Dün Dağlarda Dolaştım
Evde Yoktum elektronik mecrada Murat Çelik yönetiminde çıkmış bir şiir bülteni. Poetik yazılar nispeten az olsa da bulunmakta. Deneysel modern bir çizgi takip ediyorlar. Murat Çelik'in yanısıra Salim Nacar, Muhammet Özmen, Ümit Erdem, Usame Söylemez, Can Küçükoğlu, Ertuğrul Rast, Tayfun Aksay, Samet Aydın, Ümit Güçlü, Bilal Söylemez, Gary Snyder, Oğuz Demirel, Faizal Lulat, Anita Sezgener, Nazlı Hamurcuoğlu, Filiz İzem Yaşın, Petek Sinem Dulun, İsmayil Sakin, Ali Erbil, Keith Waldrop, Ercan Y. Yılmaz imzalarına rastladığımız isimler. Elbette somut şiir örneklerine yer vermeyi de atlamamışlar. Ümit Güçlü'nün Parmak İzi, Gary Snyder'ın Dağlarla Selamlaşma tercümesi, Muhammet Özmen'in Irz-ı Hal'ı, Murat Çelik'in Evler Evler'i, benim için öne çıkan eserler. Yalın ve sade tasarımıyla öne çıkan bülten yayın hayatını sonlandırmış.
Aylak fanzin hoş bir öykü fanzini. Her iki sayısında da beşer öyküye yer vermiş. Birbirlerinden farklı tarzlar olsa da çoğunun kurgusu iyi. Eski kelimelere takıntılık ya da laf kalabalığı gibi getirilebilecek eleştiriler olsa bile dediğim gibi kurguları yanısıra akılda kalıcılıkları, samimiyetleri, sahicilikleri öyküleri keyifle okunur hale getiriyor. Daha fazlasına denk gelsem hevesle okurum yani. Şehrazat Naile U'nun Ağaçsızlık ve Mert Su Kılıç'ın Ömür Sayacı, gerçekten sıkı eserler.
Resul Dindar - Dalgalan Karadeniz (2014)
Halk müziği üzerine çok da bilmişlik taslamak istemiyorum. Yine de basit ve sıradan bir dinleyici olarak bir kaç kelam edebilirim. Özellikle Karadeniz müziğinde daha yalın olmasından dolayı belki de sesler kulağa çok doygun, dolu dolu gelmiyor. İsterim ki gürültülü şen şakraklı bağırış çığırışlı horonları duyalım. Ama kayıtlar daha formal kalıyor. Ve defalarca yorumlanan şarkıların da kaydedildiğini düşünürsek biraz 'safe' sularda oynamaya müsait bir tür olduğunu düşünüyorum. Resul Dindar hem çok farklı değil, hem de farklı. Belki de grup geçmişini de göz önünde bulundurursak düzenleme ve orkestrasyonda artı enstrüman çeştliliğinde oldukça zengin bir sunum yapmış. Bas gitarları her zaman bu tarz bir kayıtta duymak mümkün değil. Ayrıca yansıttığı coğrafyayı da geniş tutmaya özen göstermiş. Daha doğrusu bir sentezlemeye gitmiş. Azeri türküsü formatında seslendirilen Ela'da duyduğumuz gibi. Kulağa doygun gelme derken aradaki farkı bir saz meclisi ile icra ettiği Sevdaluk Etmeduk Mi'de apaçık duyabiliyoruz. Albümün en sevdiğim parçası oldu. Bir bakıma dinleyicisine gelenekselden kopmadan kaliteli işler sunarak onları önemsediğini hissetmek mümkün.14 şarkıyla neredeyse iki albümlük bir malzeme içeren kayıt sadece bu haliyle bile türün sevenlerini ihya edecek düzeyde. Progresif folk mu desek, bilemedim. De, Hekimoğlu'nun Ege'yi hatırlatan yorumunu sevemedim, ki bizim oraların şarkısıdır , ne yapayım tok davudi sesli yoruma alışmış kulağım.
7,50+/10
7,50+/10
7 Ağustos 2017 Pazartesi
Yalçın Tosun - Peruk Gibi Hüzünlü
Yazarın Dokunma Dersleri'nden sonra okuduğum ikinci eseri kronolojik olarak ondan bir önce yer alsa da benzer temaları işliyor. Belki kalemi daha da kıvraklaştığından belki de ilk okuduğum eseri olmasından dolayı az bir farkla Dokunma Dersleri'nin gerisinde kaldığını hissediyorum (düşünmüyorum, hissediyorum). Sayısı azınlıkta kalmakla beraber bazı öyküleri sanki kalem alıştırması olmanın ötesine geçememiş gibi. Bunun yanında çok çok öne çıkanlar da bulunmakta. Tema olarak eşcinseller başta olmak üzere ötekileştirilen kişiler sayfalara konuk edilmiş. Kahraman tabirini kullanmak istemedim. Bu kişiler ve yaptıkları arabeskleştirilmiş bir sempati yaratma gayesiyle ele alınmıyor, okudukça zaten sıradan yaşamlarıyla insanda ortaklaştığımızın farkına varıyorsunuz. Ama yazar ensest gibi tehlikeli tabularla kışkırtmasını da seviyor. Farklı anlatım teknikleri denenen öyküler, dramatik örüntüsü ile, hüznüyle, sade ve okuyucuyu meşgul etmeyen kurgulamasıyla ve etkileyici final zorlamasına takılmamasıyla sevdiğim bir tarzı temsil ediyor. Yine de çocuk ağzıyla yazdığı öykülerde, çocukların kullanmasının pek de ihtimal olmadığı sözcük ve cümleleri onlara söyletmesi/düşündürtmesi göze batmakta.
8
8
Krallice - Ygg huur (2015)
Grubun bir albümünü dinliyor diğerini dinlemiyorum nedendir bilinmez. Bu güzel kapaklı yapıtları da, evet kimi zaman albüm kapağını süsleyen resimlere bakıp dinlemeye karar veriyorum, bu sıralamayı bozmadı. Bir süredir çağdaş black metal kuşağı yapıyorum ve bu başlık altında dinlediğim albümler beni her defasında şaşırtmasını beceriyor. Grup bu sefer black metalin sınırlarını zorlamış demiyorum ötesine geçmiş. Kaotik atmosfer ve uyumsuz ahenksiz akorlar ile teknik death metal etkisini fazlasıyla yansıtıyor. Dolayısıyla avantgarde black metal gibi bir şeyler desek o bile az kalır. Eserin süresi kısa. Lakin bestelerin hepsi o kadar sıkı ki odaklanabildikten sonra durmadan bir şeyler keşfedebileceğiniz zenginlik sunmasıyla bu eksikliğini gideriyor.
7,75/10
7,75/10
6 Ağustos 2017 Pazar
Andrey Voznesenski - Oza
Neden çekip gitmiyoruz kıyılara?
Babam altmışını devirmesine rağmen hala çalışan; erken emeklilik bir işe yaramadı, kendi emekliliğim ise mezarda, bir matbaa işçisidir. Eski çalıştığı yerlerde kitap, roman hatta çizgi roman bile bastığı olurdu. Eve de bu kitapların bir nüshasını getirirdi hiç okumaya meraklı olmamasına rağmen. Annem ise kitaplardan nefret eder, boşa yer işgal ettiğini düşünür. Bu ikilem arasında kitapların bir kısmını, hepsini değil maalesef, kurtarmayı başardım. Onlardan birisi de Ada Yayınlarından 2600 nüsha basılan bu ikinci baskısı. Neyin? Farklı tekniklerle yazılmış alt bölümlerden oluşan uzunca şiir Oza eserinin. Kimin? Bir zamanlar binlerce kişiye stadyumlarda okuma gerçekleştiren Sovyet şairi Andrey Voznesenski'nin. Ülkemizde de özellikle bu şiiri az çok bilindiğinden farklı yayınevleri tarafından basılagelmiş. Şu anda da Ülker İnce çevirisiyle Ve Yayınevininin baskısı bulunabilir durumda. Benim kitabın tercümesini yapan isimler ise Mehmet H. Doğan ve Turgay Gönenç. Bu arada Nadir Kitap'da ederi yetmiş tele. Acaba annem böyle değerleneceğini bilse bu kitapları dağıtır mıydı?
Eser, çevirmenlerin önsözü bölümüyle açılıyor. Teknolojik ilerleme ve politikaya karşı insanın ve sevginin yanında yer tutan şairin, Beat kuşağının rüzgarını da hissettirmekle beraber özellikle Pasternak'ın adımlarını takip ettiğini öğreniyoruz. Kitabın kapanışında şiirin hikayesinin ve şiirin bulunduğu göndermelerin açıklamaları yapılıyor ki çok düşünceli bir davranış olmuş.
Oza bir otel odasında bırakılmış bir anı defteri biçiminde yazıldı. Oza kahramanın adıdır. Şiirler arasında insana düşman, ruhsuz 'programlanmış hayvanlar'ın yabancı dünyasını betimleyen düzyazı geçişler kondu. Sanatta kötü yada kötülük genellikle fantasmagorik bir biçim alır. Bu gelenekten ayrılmamaya çalıştım. Ama temanın aralarında bir fizikçinin, bir tarihçinin, bir kuzgunun, bir şairin monologları serpiştirilmiştir.Şiiri okurken siklotron adlı bir cihaza rastlayacaksınız. Fiziğin o dönemdeki en büyük keşiflerinden bir parçacık hızlandırıcıdır bilgisini geçip sevaba gireyim. Bence biçemin özü biraz gölgelediği doğruysa da şairin iletmek istediklerini oldukça net bir biçimde aktarabildiğini söylemek mümkün. Belirtildiği gibi teknik ilerlemeye karşı şüpheyle yaklaşmanın ötesinde insana ve sevgiye zararı dokundukça teknolojiye de baskıcı sosyal yapılara da apaçık muhalifliğini gizlemiyor; şair. Hatta Stalinciliğe karşı alıntıladığım şiir bu tutumun özeti gibi. Kuzgun'un yer aldığı 6. bölüm ve zaman dizgesini alt üst eden aşkı tarifleyen 7. bölüm ile bir kaç mısra dışında (ne korkunç bir başına düşünmek şimdi seni? / daha da korkunç, bir başına değilsen oysa) poetik anlamda beni etkileyen yerler çok da fazla değil. Ama işin ironik tarafı da bu. Aralara düz yazının, farklı bakış açılarının, öykülerin girdiği bir metin bu. Etkileyiciliği de bu bütüncül yaklaşım da. Daha da fazlası, şairin tutunduğu duruşta.
Türküler söylemeyin Stalin üzre;
Öylesine kolay bir türkü değildir o,
Karmaşıktır kırçıl bıyıkları gibi onun,
Bulanık kimi zaman, kimi zaman açık.
O büyük mühendisin döşediği boruya
Perçinlenen civatalar, somunlar
Bir çember gibi sıralanmış ardarda
Gözcüler gibi tümü, ama insanlara kör onlar.
Kimbilir kaç kişi itildi zorla
Dikenleri olmağa o kırçıl bıyığın,
Titredi, bulandı kan kırmızı şaraba,
Her çalınışında ulusal marşın?
Yırtıcı bir kuş gibi dolandı durdu
Gerdi kana bulanmış kanatlarını
Bütün heybetiyle, ülkenin üzerine
Devletin koca bıyıkları.
Türküler söylemeyin Stalin üzre;
Ne bir somun ne de bir civatayız biz;
Bilin, boğulmayacağız bundan böyle
Mavi sakallı dumanında onun hiç birimiz.
Can - Tago Mago (1971)
Bir süredir rock namına isim yapmış kayıtları dinliyorum. Özellikle yetmişlerdeki, altmışlar da olabilir farketmez, albümlerin değerlendirilmesinde abartıya kaçıldığını düşünüyorum. O günlerin bağlamında oldukça devrimci bir ses yankılatmış olabilirler. Kırk sene geçmiş üzerinden yahu. O günleri de görmediğim halde neden ezbere ben de o kayıtları efsane diye kabul edecekmişim ki? Saygı hürmet gösteririm, eyvallah, o ayrı. Neden birden celallendim? Deneysel rock kulvarında Almanya'yı temsil eden ve krautrock janrıyla etiketlenmiş gerçekten hakikaten efsanevi bir grup Can'i dinliyorum çünkü. İlk şarkılar hoş güzel. Oh Yeah cidden oh yeah beybi bir şarkı. Ya sözler tersten söyleniyor ya da Japoncaya geçti arkadaş. Her halükarda sıkı, çünkü şarkının bir melodisi var. Deneyselliğin tavan yaptığı, o zamanki ses kayıt prodüksiyonda teknolojinin getirdiği her yeniliğin kullanıldığı Aumgn ve Peking O ise çocuğum olsa sevilmez. Özellikle ikincisinde bazı denenen şayler var ki günümüzde tabiri caizse komik kaçıyor. Üstelik albümün başlangıcındaki atmosfere de bir katkıları yok ve uzunlar. Yani süreleri çok uzuuuun.
7,0/10
7,0/10
5 Ağustos 2017 Cumartesi
James Blake - The Colour in Anything (2016)
James Blake bu albümüyle deneyselliğin içinde biraz daha kavruluyor. Ses rengine alıştık zaten. R&B/Soul tınılarını samplelar ve elektronik fragmanlarla çeşitlendirdiği düzenlemeler, sadece şarkılar arasında değil şarkı içinde bile uyumsuzluklarıyla yamalı bohça görüntüsü verebiliyor. Düzenlemenin daha sağlam durduğu Timeless gibi parçalar elbette mevcut. Ayrıca yeni bir yönelim olarak elektronik tekrarlara yaslanması I Hope My Life yada Choose Me örneğinde duyacağımız gibi işe yarıyor. Fakat kayıt uzun, son dört şarkıda ayakta durabilmek zor, zira konsantrasyonunuz kaybolmuş olarak uyukluyor olabilirsiniz. Ayrıca diğer albümlerinde birkaç baba şarkı olurdu, burada o da eksik. İşte bu ve bu gibi sebeplerle genç sanatçının dinlediğim en zayıf kaydı diyebilirim. Yine de takipteyim. İnanıyorum ki baş yapıtına daha var.
6,50
6,50
3 Ağustos 2017 Perşembe
Laura Marling - Short Movie (2015)
Singer/songwriter kıvamında şarkılarını söyleyen kızcağımız bu genç yaşında bilmemkaçıncı albümüyle ne kadar üretken olduğunu gösteriyor. Çeşit çeşit gitarın hepsinin tonları tam sevdiğim türden. Hata kimi zaman hafiften soft rock sularında gezinmiyor değil. Yine de alttan üstten kaçınılmaz bir şekilde indie folk tınılarını duymak mümkün. Kızımızın İngiliz olduğunu bilmesem akettirdiği amerikan atmosferinin yanılgısına düşebilirdim. Ses rengi Joni Mitchell'e benzetiliyor, hiç bilmem. Ama özellikle bazı bağzı anlarda oldukça etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Kaydın en önemli özelliği ise hikaye anlatma peşine düşerken melodileri es geçmemesi. Besteler genel olarak hayli melodik anlayacağınız, mır mır eşlik edeceğiniz türde. Bazı şarkılar diğerlerinden daha iyi:I Feel Your Love, Walk Alone, Don't LetMe Bring You Down gibi. Bu da kötü bir şey değil, bu çeşitlilik albüme samimiyet havası katıyor. Bir kadeh şarap, bitter kare çikolata ve üstüste içilen sigara yanında güzel gidiyor.
7,50/10
7,50/10
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Georges Ifrah -Rakamların Evrensel Tarihi 4
Dördüncü cilt Uzakdoğu'dan Maya Ülkesine Bir İki Üç alt-başlığını taşıyor. Çin rakamları, gelişimi, varyasyonları ve boncuklu hesaplama teknikleri eserin neredeyse bir yarısını oluşturuyorsa, diğer yarısını da Maya uygarlığının ilginç rakamları ve bunların gösterimleri meydana getiriyor. Astronomi dahil türlü bilimlerin ve dolayısıyla rakamların üzerinde Maya dininin etkisi göz önüne serilmiş. Üstelik , resim-yazı karakterli anlatımlarıyla tarihte yerini almış bu uygarlığın geçmişi de hayli doyurucu bir şekilde ortaya konmuş. Son bölümde ise genel olarak buraya kadar olan bölümlerin bir özetine yer verilmiş. Benim için eserin en önemli katkılarından biri de Pin Yin dizgesindeki Çince yazılışın telaffuz tablosu oldu. Hafıza nisyan ile malüldür. O yüzden yer vermeden geçemeyeceğim.
b “p”ye karşılık gelir [Türkçede “p”];
e “ts”ye karşılık gelir [Türkçede “s”];
d "t"ye karşılık gelir [Türkçede "t"];
g “k”ye karşılık gelir [Türkçede “k”];
u “ou”ya karşılık gelir [Türkçede "u"];
ü "u"ye karşılık gelir [Türkçede “ü”];
z “dz”ye karşılık gelir [Türkçede "z"];
zh “dj”ye karşılık gelir [Türkçede “c”];
ch “tch”ye karşılık gelir [Türkçede “ç”];
h baştaysa Almancanın kalın “ch”sine yakın bir sesi belirtir (Örnek: Bach);
x baştaysa Almancanın yumuşak “ch”sme yakın bir sesi belirtir (Örnek: ich);
i Fransızcadaki “i”ye [Türkçede “i”] karşılık gelir, ama z, c, s, sh, ch ya da
r’den sonra “e” ya da “eu” diye [Türkçede “ö”], a ya da u’dan sonra “ei”
[Türkçede “ey”] diye okunur,
n Kendisinden önceki ünlüyü hiçbir zaman geniz sesi yapmaz (an “ann” diye,
ling “linng” diye okunur);
q karmaşık bir sesi belirtir. Bu ses şöyle ayrıştırılır: “ts” + soluk;
r baştaysa Fransızcadaki “j”ye [Türkçede “j”] yakın bir sesi belirtir; başta
değilse “eul”e [Türkçede “öl”] karşılık gelir.
b “p”ye karşılık gelir [Türkçede “p”];
e “ts”ye karşılık gelir [Türkçede “s”];
d "t"ye karşılık gelir [Türkçede "t"];
g “k”ye karşılık gelir [Türkçede “k”];
u “ou”ya karşılık gelir [Türkçede "u"];
ü "u"ye karşılık gelir [Türkçede “ü”];
z “dz”ye karşılık gelir [Türkçede "z"];
zh “dj”ye karşılık gelir [Türkçede “c”];
ch “tch”ye karşılık gelir [Türkçede “ç”];
h baştaysa Almancanın kalın “ch”sine yakın bir sesi belirtir (Örnek: Bach);
x baştaysa Almancanın yumuşak “ch”sme yakın bir sesi belirtir (Örnek: ich);
i Fransızcadaki “i”ye [Türkçede “i”] karşılık gelir, ama z, c, s, sh, ch ya da
r’den sonra “e” ya da “eu” diye [Türkçede “ö”], a ya da u’dan sonra “ei”
[Türkçede “ey”] diye okunur,
n Kendisinden önceki ünlüyü hiçbir zaman geniz sesi yapmaz (an “ann” diye,
ling “linng” diye okunur);
q karmaşık bir sesi belirtir. Bu ses şöyle ayrıştırılır: “ts” + soluk;
r baştaysa Fransızcadaki “j”ye [Türkçede “j”] yakın bir sesi belirtir; başta
değilse “eul”e [Türkçede “öl”] karşılık gelir.
Robert Johnson - King of the Delta Blues Singers (1961, Comp)
1930'lu yılların kayıtlarından oluşan kayıt ister istemez belgesel tadı verse de emsallerinden şarkıcının hayatı tüm renkleriyle, hüznüyle coşkusuyla, birlikte dinleyiciye aksettirmesiyle ayrılıyor. Bir gitar ve Robert Johnson'un sesi. Bu kadar yalın ve bir o kadar da his yüklü. Gitarı çalma stilini ve sesinin rengini sevdim. Blues'un köklerine inmek istendiğinde dinlemek için seçilecek yegane çalışmalardan biri olsa gerek.
8,0+/10
8,0+/10
1 Ağustos 2017 Salı
Mors Principium Est - Embers of a Dying World (2017)
Gençliğimde DT yada In Flames'i keşfettiğimde işte benim tarzım demiştim, hem melodik hem brütal, bir dönüm noktasıydı benim için. Şu an ise itiraf etmek gerekirse melodik death dinlerken aynı şeyleri hissetmekten o kadar uzağım ki. Mors Principium Est'in de ilk albümleri beni benden almıştı. Şimdi yaşadığım tecrübe çok da farklı değil. Yine de inat ettim dinlemeye devam ediyorum bir umuttur yaşatan insanı ya. Bu kadar subjektif değerlendirmenin ötesinde başkaları için de bu kayıt diğerlerine kıyasla zayıf kalıyormuş. Ben de kliplerini izlediğimde neredeyse kıkırdamıştım. Gel ve de gör ki dinledikçe biraz daha hoşbeşleşti. Güzel senfonik dokunuşlar da bulunmakla beraber müzikle entegrasyonunda sorunlar taşıyor. Kadın vokalli girizgahıyla doksanların gotik örneklerini hatırlatan Death is the Beginning kulağa hoş gelse de erkek vokalin kurabiye canavarı sertlikte Çirkin (beauty and beast) rolünü abartması ayrı bir komik olmuş. İki dakikalık gregoryan Agnus Dei de bu tarz albümlerin ihtiyaç duyduğu farklılığa can suyu oluyor. Başta söylediğim umudu yüksek tutan Ghost gibi şarkılar da yok değil. Yalnız bonus olarak iliştirilen Livin La Vida Loca nedir yahu? Pop şarkılarının metal yorumları genelde bok gibi oluyor. Tamam eğlenceli ama bu konseptle ne kadar tutarlı, tartışılır.
7,25/10
7,25/10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)