Alan Badiou ile Zizek etrafında kümelenen ve kesişen bir grup entelektüelin özel isim olarak Komünizm Fikri üzerinde sunumlarını yaptıkları ve birbirlerini eleştirdikleri 2010 Berlin konferansı neticesinde bu kitap ortaya çıkıyor. Neticede orada yapılan sunumların derlenmesinden ibaret. Konuya benim gibi vakıf değilseniz ve öğrenme amaçlı bu kitabı elinize aldıysanız bahse konu mevzunun yüzeysel bir şekilde işlendiğini göreceksiniz. 14 farklı sunumdan fazlasını beklemek olur bu zaten. Yine de birbirlerini eleştiren metinlerin varlığının yanısıra kavramı pratikle birleştirerek kilit noktada mühim bir sorunu irdeleyen bir makale var. Politikasından hazetmediğim DSİP üyesi Bülent Somay'ın söyledikleri Badiou ve Zizek (iki ismi bir arada yazmak aynı şeyleri savundukları anlama gelmiyor) odaklaşmasını bir ölçüde dağıtıyor, bir ölçüde tamamlıyor.
Badiou diyor ki; komünizm fikrinin sadece düzenleyici değil aynı zamanda kurucu bir değeri vardır. Komünizm fikri yoksa özgürleşmenin siyasal öznesinin gerçekliği de yoktur, dolayısıyla tam anlamıyla özgürleşme siyaseti de yoktur. Öznel bağlanma ideasız olsaydı, sırf somut mücadelelere bağlı olsaydı, sendikal olmaktan öteye geçemez, bu haliyle de hakiki bir siyasal boyutu olmazdı...özgürleşme siyasetini çoğu zaman tam anlamıyla negatif şekilde sunarız:şu veya bu baskı biçimine karşı olduğumuzu, mağdurların ezenlere karşı örgütlenmesinden yana olduğumuzu söyleriz. İsrail devletine karşı Filistinlilerden, cadı avına çıkmış devletlere karşı kaçak göçmenlerden, maçoluğa karşı kadın haklarındani kapitalist sanayi karşısında da doğadan ve hayvanlardan yanayızdır. Ama bu yetmez. Bütün bunlar her biri sonuna kadar meşru olan bir takım yerel çıkarları çok iyi ifade etseler de, herkese hitap eden evrensel bir özgürleşme tahayyülünü tanımlamaya yetmeyebilir. Niyeti evrensel olmaksa siyaset mağdurların çıkarlarını üstüste yığmakla yetinemez. Mağdurların çıkarlarıyla ilgili bu savunmanın içinde bütün insanlığın özgürleşmesine dönük toplu bir hareket olduğunu belirtmek gerekir. Komünizm fikri işte bu noktada devreye girer.
Badiou makalesinde Negri'nin kendisine getirdiği teolojik ve metafizik olma yönündeki eleştirilere karşı savunma geliştirirken Negri'nin geç kapitalizmle ilgili bütün çözümlemelerine de karşı çıkar. Badiou'ya göre şu anda 19. yüzyıla daha yakınız, durumumuzda da postmodern bir taraf yok aksine özü itibariyle tekerrür eden arkaik bir modernliğin parçası. Ayrıca kapitalizmin , komünist toplum örgütlenmesine giden yolu bir şekilde açacağı düşüncesine de katılmamaktadır. Geçmişe yönelik belirlemelerde ise geçtiğimiz yüzyılda komünizm fikrinin savaşçı, askerci bir fikir olduğu ve kafayı zaferle bozduğu tespiti temel teşkil eder. Reel sosyalist devletler zafere ulaşan devrim sürecinde komünisttiler, ama sonraları bu niteliklerini yitirdiler.Militanlar devlet memurlarına dönüştüler. Öyleyse bu fikri şu askeri zafer saplantısından arındırıp yeniden dolaşıma sokmak gerekir. Dört önemli öğe vardır:1.Komünizm fikrinin gerçeği yerel siyasal deneyimlerden oluşur. Siyasal pratiği iktidar sevdasından kurtarmak şarttır.2.Komünizm fikri şiddetten uzak bir fikir olarak kavranmalı ve ifade edilmelidir. (Ancak) Karşı taraf savunma amaçlı şiddere mecbur bırakabilir.3. Düşünce ve eylemlerimizi içine yerleştirmemiz gereken çerçeve şu basit ifaeyle anlatılabilir: Tek dünya var 4.Mekanı inşa eden siyasal deneyimler, yerel gerçek ve bu kapsayıcı, doğrudan doğruya enternasyonalist tarihsel imgeselin, bunların hepsinin sentezi sınır tanımayan bir eylemciliğe gönül vermiş bir siyasal özne tanımlar.
Glyn Daly'nin, Zizek'deki sınıf kavramını tanımlaması öne çıkar: Zizek açısından sınıf, pozitif bir fail, tarihsel bir görevi üstlenen şeyden ziyade bir konumlanmama olarak düşünülmelidir. Sınıf, toplumdan kovulmuşlar, köle gibi çalışanlar, gecekondu sakinleri gibi hesaba katılmayan ve/veya adlandırlamayan veya kapitalist mantıkla bütünleştirilemeyen kimselerdir.
Marx'a göre kapitalizm özü itibariyle bir dürtü sistemidir. Kapitalizm, sermayeye aman vermeden sürekli kulağına devam et, devam et' diye fısıldar. Kapitalizm bu haliyle insan ihtiyaçlarını daha verimli bir biçimde karşılamanın yolu değil, kendi kendini üreten sermaye-değer döngüsünün (meta-para-meta) başlı başlına bir amaç haline gelmesidir. Bu dürtü de bireysel bir özellik değil sermaye hareketinin kendisinde yani daima m-p-m döngüsünde bulur.
Saroj Giri ortodoks hatta yakın durarak pek çok farklı isme eleştiri getirir yazısında. Badiou'nun komün ile proleter siyasal iktidar organları (yani özel bir devlet) meselesi ya da zorunluluğu arasındaki bağlantıları koparma çabalarından rahatsızdır. Demokratik antikapitalizmin ekonomizmine hem de Badiounun devrimci öznelik soyutlamasına karşı reel olarak komünizmi öne çıkarır. Bolşeviklerin bile bir komünizm önvarsayımında bulunduğunu yani komünizmin pratik siyasetten türemediğini vurgulanır.
Polonya'dan Goldex Poldex kolektifinin yazısında doğu Avrupa ülkeleri tesbiti çarpıcıdır. Siyasal seçkinlerinin niyetlerine rağmen komünist devletler kapitalizmin sonsuz birikim mantığıyla ve bu mantığın ekonomik rasyonalite yapılarıyla olan bağlarını hiç bir zaman koparmamıştır. Bu bakımdan doğu Avrupa'daki komünizm deneyi küresel kapitalist dünya sisteminin geleneksel olarak geri kalmış bir bölgesi için tasarlanmış bir kalkınma projesinin yaratılmasını hedefleyen, kolektif, merkantalist bir ekonomi politikası girişiminden öte bir şey değildir.
Negri, evrenselliği tamamlayan ortaklık kavramını öne sürer: Ortak, evrenseli kapsayabilir, ifade edebilir, ama evrensele indirgenemez. Zaman düzleminde çok daha geniş ve dinamiktir. Her birey, tüm bireyler konusunda evrenselden sözedebilir. Ama kendi kendine yeten birey kavramı çelişkilidir. Bireysellik yoktur, olan tek şey tekillikler arasındaki ilişkidir. ..Evrensel her öznenin tekken, yalnızken düşünebileceğidir; ortaksa her tekilliğin tam da her tekilliğin çok olup çokluk içinde , ortak ilişki içinde somut olarak belirlenmesinden yola çıkarak ontolojik olarak kurabileceği, inşa edebileceğidir. Çok'a evrensel denir, ortaksa çok ve dolayısıyla özgül olan aracılığıyla belirlenir, inşa edilir. Evrensellik ortak'ı soyut bir şey olarak görür ve tarihin seyri içinde hareket hareketsiz kılar: Ortak olansa evrenseli hareketsizlik ve tekrardan eksiltir, çıkarır. Somut olarak kurar onu.
Badiou için özne ve devrimci kopuşun ontolojik koşullarının nerede durduğunu anlamak çok zor. Çünkü ona göre her türlü kitle gösterisi hep bir küçük burjuva performansından ibarettir, maddi veya bilişsel emekle, sınıf veya toplumsal emekle ilgili her türlü dolyasız güçten yoksundur..Bizi ancak bir olay kurtarabilir: Kendisini belirleyebilecek her türlü öznel varoluşun ve kendi düzeneğine dönüşecek her türlü stratejik pragmatiğin dışında kalan bir olay. Badiou için olay (İsa'nın çarmuha gerilmesi ve dirilmesi ,Fransız Devrimi, Çin Kültür Devrimi) hep a posteriori olarak tanımlanır: dolayısıyla da tarihin bir ürünü değil bir varsayımdır. Bunun sonucu olarak devrimci olay paradoksal biçimde İsa'sız, Robespierre'siz, Mao'suz var olur...Burada ontoloji süpürülüp atılmıştır...sınıf mücadelesinin olumsuzlanması. Bir başka deyişle: Badiou'cu aşırılık yanlılığına göre, komünizm projesi ancak özel bir tarzda ve iktidardan eksilme gibi biçimlerle ortaya çıkabilir; yeni cemaat de ancak cemaatsizlerin ürünü olabilir.
İşçi sınıfı çokluk yani ortak olanı inşa eden tekillikler toplamı olarak boy gösterir şimdilerde cümlesiyle makalesini sonlandırır.
Frank Ruda ve Jan Völker sosyalizm ile komünizm arasındaki farkın altını çizerek sosyalist politikayı olumsuzlar: Sosyalist yönyitiminin adıdır. Bu nedenle sosyalizmi bir devlet biçimi olarak görmüyor ve yoksullara ve dışlananlara yardım etme kisvesi altında devleti koruyarak kendini olumsuzlayan siyasetlere sosyalist diyoruz.
Bülent Somay'a kulak verdiğimizde şunları dinliyoruz: Tarım Devrimi denen şeyin öncesinde, aşağı yukarı özgür ve eşitlikçi, ilkel bir komünal örgütlenme durumu olduğu şeklindeki safiyane inanış, derhal kurtulmamız gereken bir Aydınlanmacı-Rousseacu efsanedir...Bu halk silahlandırıldığında ne olacaktır? Devrim faaliyetlerinin sayılı günleri tükendikten sonra çoğu, silahlarını bırakıp zamanlarının çoğunu alan işlerine geri dönerler. Silah bırakmayanlar, başlangıçta da bir işi olmayan lümpen proleterlerdir. Marx'ın tehlikeli sınıf dediği bu kitle silahlı kalır ve er geç yeni polis gücünü teşkil eder. İdeolojik ve siyasal açıdan zaten hiç bir zaman proleter olmadıklarından, hiç bir zaman sınıfsız toplum, komünist toplum gibi bir hayalleri de olmamıştır. İdeolojileri intikamcılık güdümlüdür, üstelik intikamcılıkları salt eski yönetici sınıfa değil, daha müreffeh olan orta sınıflara, kültürlü sınıfa ve entelektüellere, kısaca kendileri yoksulken varsıl olan herkese yöneliktir. Eski düzenin sürekli onları kurbanlaştırdığını, dünyadan alacaklı olduklarını düşünürler; dolayısıyla yapacakları her şey (çalma, hile yapma,tecavüz, cinayet vb) sorgusuz sualsiz meşrudur.
İşçi sınıfına böyle bir misyon biçen (faillik gücü) tek şey, yapısı gereği bu sınıfın kendisini yeni bir yönetici sınıf halinde örgütleyemeyecek oluşudur. Proletarya, gelmiş geçmiş tüm sınıflar içinde, kendi zıddını ortadan kaldırma edimi esnasında kendisini de ortadan kaldıran yegane devrimci sınıftır.. Öte yandan envai çeşit sınıf ve alt-sınıftan, toplumsal ve ekonomik katmandan oluşan halkın yapısı, böyle bir misyon üstlenmesine engeldir. Tam tersine, düz haliyle halk'a, ister bir halk devrimi tarafından, ister bir ulusal kurtuluş hareketi tarafından verilmiş olsun, ne zaman tarihsl bir görev verilse sonuç hep şu iki durumdan biri olmuştur: cenin halinde bir burjuvazinin hemen üstnlüğü ele geçirerek hızlandırılmış bir büyüme süreci ile -yani orjinal İngiliz modelinden daha vahşi bir ilkel birikim süreciyle- kendisini bir yönetici sınıfa dönüştürmesi ( ulusal kurtuluş hareketleri); y da siyasal-ideolojik bir çekirdek kadronun (bnların kendilerine sosyalist veya milliyetçi demesi arasında örneğimiz bakımından hiç bir fark yoktur) kendisini halk veya bilhassa işçi sınıfı adına, belirsiz bir süre için iktidarda kalacak bir emanetçi yönetime dönüştürmesi ki bu emanetçi rejimlerin hiç firesiz tümü de sonradan birer imparatorluğa dönüşmüştür; tıpkı Jakobenlerin Bonapartizme, Bolşeviklerin de Stalinizme dönüşmesi örneklerinde olduğu gibi.
...devrimci uğrağı sonsuza kadar uzatmanın kuramını yazabiliriz( örneğin Troçki'nin sürekli devrimi), fakat böyle bir uzatma olacaksa bile bunun tek anlamı, Proletarya namına bir diktatörlük kurulacağıdır, çümkü proletaryanın kendisi bunu gerçekleştiremez. Fakat proletarya namına kurulacak bir diktatörlüğün var olabilmesi için, proletaryanın varlığını sürdürmesi, zorunlu olarak, bu sınıfın zıddı ve tamamlayıcı olan burjuvazinin de varlığını sürdürmesi anlamına gelir. Mevcut burjuvaları öldürsek, sürgüne göndersek ve malından mülkünden etsek dahi burjuvazi konumu olduğu yerde kalacak ve daha sonra başka toplumsal tabakalardan insanlar tarafından, hatta kendi kendilerini proletaryanın temsilciliğine tayin edenler tarafından doldurulacaktır...Öte yandan burjuvazi konumu ve işlevi, emanetçi birsözde sınıf tarafından üstlenilmiştir - asıl sahiplerine yetmiş yıl kadar sonra iade edilmek üzere. Bütün bunlar sözümona bir proletarya diktatörlüğü altında gerçekleşmiş, hem proletaryayı hem burjuvaziyi ortadan kaldırması gereken diktatörlük fiiliyatta her ikisini de yeniden yaratmıştır... Devrim uğrağıyla ilgili sorun, bu uğrağın hiç bir zaman yüzde yüz sürpriz şekilde patlak vermemesidir. Yaklaştığını nadiren kesin olarak tahmin edebilsek de nihayet kapıda göründüğünde, daima az çok ona hazırlıklıyızdır. Çıkıp geldiğinde, onu önceden hazırlanmış plan, proje,ütopya, ümit ve beklentilerimizle karşılarız. Jakobenler veya Bolşeviklerde olduğu gibi devrim uğrağı esnasında bir şekilde iktidarı ele geçirir fakat önümüzde planlarımızı uygulamaya elverişli maddi koşullar bulamazsak, bu gerçeği kabullenmeyi reddeder, devrim uğrağını sonsuza dek sürdürmeye, daha doğrusu, başarılı olacağımız sefere kadar devrim uğrağını tekrarlamaya çalışırız. Bu da mümkün olmadığından herhangi bir şekilde meşrulaştırılması veya maddi bir tabanı söz konusu olmayan bir siyasal biçimi (yani proletarya diktatörlüğnüü) devam ettirmiş oluruz yalnızca. Bu esnada da kendi öeşrulaştırmamızı a) ideolojik olarak yani hem kuramı hem de uğrakla ilgili pratik kavrayışları çarpıtarak, eğip bükerek ve şekillendirerek b)siyasal olarak yani çarpıtmalarımızın geçerliliğini sorgulayabilecek bütün muhalefeti elimizdeki cebir kuvvetiyle silip süpürerek kendimiz üretiriz. Bu beklenmedik gelişmeler karşısında verilecek iki temel tepki vardır..birincisi liberal naif tepkidir. Bütün devrim uğrakları kontrolsüz bir şiddete ve ahlaktan azade bir adaletsizliğe meydan veren, akılcı olmayan bir cevher içermek zorunda olduğundan, hiç bir devrim uğrağının gerçekleşmesine izin verilmemelidir...İkinci tepki, laftan anlamaz, radikal bir tepkidir.Bütün devrim uğrakları kontrolsüz bir şiddete ve ahlaktan azade bir adaletsizliğe meydan veren, akılcı olmayan bir cevher içermek zorunda olduğundan bu devrim uğraklarına tutunmak ve onları önceden yapmış olduğumuz mükemmel iyi gelecek planlarının maddi koşulları olgunlaşana kadar uzatmak gerekir..Devrim uğrakları uçucu anlardır ve iradi olarak kalıcı tarihsel dönemlere dönüştürülemezler. Nitekim devrim uğraklarının biz onları başarıyla böyle dönemlere dönüştürdüğümüzü düşündüğümüz anda tam zıtlarına yani gericilik dönemlerine, yeni kalıcı, meşrulaştırılmış şidder, sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlik düzenlerine dönüşmek gibi bir huyu vardır.
G.M. Tamas, Ruda/Völker'in eleştirisinin altını doldurmaya devam eder: modern liberal demokrasi , sosyalizmin katkısı olmaksızın ortaya çıkmazdı... Toplumsal işbölümü proletaryayı mesleklere ayırır ve bu ayrıma bir uzmanlık, işçilikten gurur duyma ideolojisi eşlik eder.
Son olarak kapanış yazısına imzayı Zizek koyar: Fikri/ideayı kendi kendisinin ürünü olarak kavrayan anlayışın ortaya koymamıza izin verdiği şey, demk ki idealist bir kendi kendini doğurma ilkesi değil, bir Fikrin/ideanın ancak onu savunan insanların faaliyetinde var olduğunu söyleyen materyalist olgudur...Reel sosyalist devletler adlarına yaraşıyordu: Bu devletler gerçeketen sosyalisttiler, oysa komünizm tanımı itibairyle devlete karşıdır...Devrimci bir hareketi tehdit eden üç başarızlık ihtimalini Alan Badiou açıkladı. birincisi bildiğimiz tam yenilgidir..İkincisi zaferde bile başarısızlığa uğrama ihtimalidir. Hareket hasımlarının iktidar programını benimseyerek onları en azından geçici olarak yenilgiye uğratır. Bu ikisinin ötesindeyse yenilginin en samimisi ama şüphesiz aynı zamanda en korkuncu vardır: Devrimin ne şekilde olursa olsun yeni bir devlet iktidarına dönüşmesinin ihanet olacağı sezgisiyle hareket eden, ama toplumsal gerçekçiliğe hakiki bir alternatif geliştirip kabul ettiremeyen devrimci hareket, aşırı solun yıkıcı nihilizmiyle saflığını koruma gibi umutsuz bir startejiye sarılır... Badiou'nın arınma kavramının yerine çıkma, eksilme kavramını geçirmesinin nedeni budur: Kazanmaktansa, iktidarı ele geçirmektense, devletle aranıza mesafe koymak ve devletin iktidardan çıkarılmış, eksiltilmiş bir takım mekanlar yaratmak daha doğrudur.
Kendi fikrimi yazmayı sevmiyorum. Ama böyle kitapları okuyunca okuyucuya telkin etmek istediğinin aksine o büyük, evrensel siyasetin imkansızlığına bağlanmaktan uzaklaşıyor, menzilin değil yolun , küçük bir yolun yolcusu anarşizan Foucault'ya geri dönüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder