Daha önce dinlemeseydim ve terbiyesiz herifin biri olsaydım bu albümü dinledikten sonraki tepkimi wtf olarak gösterebilirdim. Ama hazırlıklıyım ve iyi aile çocuğuyum. O yüzden oknheb diyorum. Yani oğlum, kızım ne halt ettiniz böyle? Onlar da kendilerine aynı soruyu sormuş olsalar gerek ki ,dağılalım o zaman biz, komutuyla her bir üye kendi yolunu izlemiş bu albüm sonrası. Uzun lafın mini versiyonu Dismal Euphony için dı end. Çünkü şarkılar vasat. Senfonik endüstriyel black metal etkileri var, ama başlangıçta bir kaç şarkının gideri var felan diyebilirsiniz. Hayır gotik metalin kötü bir varyasyonunun seçimi var sadece, bir de Magma isimli şarkı. Vasatın azcık üzerinde bir kaç şarkı, vasatın altı gürültüler. Yahu kovboy türküsünün işi ne orada? Neyse vakit sınırlı, daha sıfırlanacak, ayakkabı kutulanacak onbinmilyondolarcık beni bekler muhterem babacığım, biz de yolumuza devam edelim.
5,50/10
25 Şubat 2014 Salı
23 Şubat 2014 Pazar
Uriah Heep - Gypsy / Bird of Prey (1970,Single) vs. Lady in Black (1988, EP)
Gypsy, grubun ilk; Bird of Prey ise orjinalinde ikinci albümde (ilk albümün baskılarına dahil edilmiş sonradan) yer alan parçalar. Vakti zamanında heavy metal önceli soundlarıyla ilk albümlerinde eleştirmenler arasında yeterli etkiyi bırakmakta zorlansalar da blues etkisi, progresif yönelim ve org ile vokalin ayırt edici karakteri gibi sebeplerle grup sağlam adımlarla yürüyüşünü sürdürmüş. Yani şu klasikleşmiş Gypsy'yi dinleyip yerecek eleştirmene ne denir bilmiyorum. Ama işin doğrusu Birds of Prey'e ve tiz vokale ısınabildiğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Alalım ortalamayı, çakalım notu:
8,25+/10
July Morning ile Gypsy'nin birbiriyle yer değiştirdiği versiyonlara sahip bu kısa albümdeki diğer şarkılar Lady in Black ile Easy Living oluyor. Lady in Black akustik gitar ve kemanıyla ingiliz folk melodisine dayanan harika bir balad. Bir yanıyla bana Rolling Stones'un Painted in Black şarkısını hatırlatıyor. Easy Living ise Gypsy'deki orgun heavy metal ritimleri ile sentezlendiği hızlı bir çalışma. Burada org, Gypsy'de yarattığı farklı coğrafyaları anımsatan etkiyi oluşturmadan uzak. Ama ilk şarkı Lady in Black'in atmosferine etkileyici ve yalın sözlerin eşlik ettiği July Morning konser kaydıyla geri dönebiliyoruz. Bir temmuz sabahı aşk arayan, kalbindeki fırtınaları kimsenin farketmediği yalnız adamlara ithafen gelsin.
9.0+/10
8,25+/10
July Morning ile Gypsy'nin birbiriyle yer değiştirdiği versiyonlara sahip bu kısa albümdeki diğer şarkılar Lady in Black ile Easy Living oluyor. Lady in Black akustik gitar ve kemanıyla ingiliz folk melodisine dayanan harika bir balad. Bir yanıyla bana Rolling Stones'un Painted in Black şarkısını hatırlatıyor. Easy Living ise Gypsy'deki orgun heavy metal ritimleri ile sentezlendiği hızlı bir çalışma. Burada org, Gypsy'de yarattığı farklı coğrafyaları anımsatan etkiyi oluşturmadan uzak. Ama ilk şarkı Lady in Black'in atmosferine etkileyici ve yalın sözlerin eşlik ettiği July Morning konser kaydıyla geri dönebiliyoruz. Bir temmuz sabahı aşk arayan, kalbindeki fırtınaları kimsenin farketmediği yalnız adamlara ithafen gelsin.
9.0+/10
22 Şubat 2014 Cumartesi
Özgün - Elveda (2005)
2000 sonrası Türk popunu tanıma projem kapsamında kulağıma çalındığı kadarıyla öne çıkan isimlere ilgimi alakamı sunmayı görev addediyorum kendime. Özgün de en azından hoş sesi ve alaturkadan beslenmekle beraber bayağıya düşmeyen şarkıları ile dikkatimi çeken isimler arasındaydı vaktinde ve zamanında. Pop sonuçta, defalarca dinletmiyor albüm kendini. Kendi kulvarında iyi hoş bir çalışma. Şarkıcının magazin dünyasına sık sık konuk olmadığını da görmek ayrı bir artı. Popüler şarkılardan Eyvah ile Kandırman Lazım'ın elektronik remiksleri ilginç olmuş. Yine klip çekilen parçalardan Şeytan'daki vokal performansı ayrı bir hoşuma gitti. Oturup incesi incesine analiz edecek değilim. Zaten harici hard diskimi toprağa vermişim, cep telefonum ve masaüstü bilgisayarım çalışmıyor, bir kaç ay daha sınav çalışmaya da verdim kendimi. Hem teknoloji kötü bir şey, radyasyon yayıyor. Yani dağ başında kulubede yaşama fantazimin gerçekleşmesine doğru ilk basamağı nesnel koşullar inşa ediyor.
7.0/10
7.0/10
19 Şubat 2014 Çarşamba
Lee Morgan - The Sidewinder (1964)
Harici harddiskimi düşürdüm efendim. Son 3-4 senelik müzik film ve hemen hemen tüm dijital fotoğraf, videom vessair kuş oldu, göçtü. Tırr tırr ediyor üç kez, can çekişiyor ve sonra derun bir sessizlik. Bu acıya nasıl dayanacağım bilemiyorum, neyse ki veri kurtarma şirketleri felan var diyorlar. Zombi mombi belki bir gün hayata döndürme operasyonu başlatabilirim. Daha önceki müzikal arşivimi DVDlere kopyaladığım için ve bu seneki kayıtlarım hala lepvedetapda durduğu içün dinlediğim albümlerde illaki bir kısıt olacak. İşin ilginci düşündüğüm kadar da koymadı, olur böyle şeyler didim ve yoluma devam ettim. Bu noktadan sonra evlenip bir yuva kurmak en büyük hayalim, dermişim. Neyse caz, cır cır kafa şişirdiği anlar oluyor. Özellikle hareketli modlarda. bu albüm ise albüme ismini veren Sidewinder başta olmak üzere gayet tempolu, buna rağmen itici tonlarla dinleyeni yormayan, usul usul yerinde sallandıran bir çalışma. En kötü ruh halinde bile kanınıza bir Polyanna serumu zerkedebiliyor. Trompet ve piyano başta olmak üzere fevkalade güzel bir müzisyenlik. Teknik ve rastgelelik anlamında da bünyede yorgunluk yaratmıyor. 2 günde bir doz alınmalı, en az.
9,0-/10
9,0-/10
17 Şubat 2014 Pazartesi
Mehmet Can Doğan - Türkiye'de Şiir Dergileri Şairler Mezarlığı (1909-2008)
Tam arşivlik bu güzel çalışma ismi üzerinde şiir ağırlıklı dergilerin analizini gerçekleştiriyor. Yazar dergileri konumlandıkları alanlar ve yöneldikleri çizgi üzerinden inceliyor. Dergilerin poetik konumlanışları, çıkış iddialarını ne kadar gerçekleştirebildikleri her dergi başına ayrılan bir kaç sayfada konu ediliyor. Sayfalara konuk edilen şairlerin ismi zikredilerek okuyucunun kafasında bir fikir oluşturuluyor. Dergilerin birer ön sayfası da eklenerek görsellik zenginleştirilmiş. Ancak nedense bendeki kitapta bu resimlerin hepsi kırmızı tonlarında, sanırım matbaanın azizliğine uğramış. Yazar, merkez taşra dergiciliği ayrımında tarafını daha çok merkezden yana belirlemiş. Deneyselliğe uzak duruşunu da belirtmekten kaçınmıyor. Açıkçası kendi için bir şiirsellik kavramı üzerinde duruşunu belirginleştiriyor.
15 Şubat 2014 Cumartesi
Jon Hopkins - Immunity (2013)
Önyargılarımın yıkılmasından hiç hoşlanmıyorum. Albüm kapağı bile bir şeye benzemeyen elektronik bir şey diye geçiştirmek isterdim söze konu ettiğim eseri. İstemesine de büyük porsiyon bir Sigur Ros yutmuşçasına kulakta yankılanan ambiyans parçalara da tanık olunca bunu yapmak imkansızlaşıyor. Başa dönelim, müzik olarak dans müziği ya da elektronik müzik diye toptancı bir yaklaşımla değerlendiremeyeceğimiz bir albüm bu. İnanmazsınız tercümesi akıllı adamın dans müziğine denk düşen bir alt tür var. Bu alt-türde bugüne kadar ne yapıldıysa, ne tarz bir sound üzerine ortaklaşıldıysa bir kalemde silip atabiliriz. Çünkü yapılan iş icabıyla elektronik müzikte zeka işini bir tık öne çıkaran bir çalışma bu. Sound demişken, aslında albümde öyle bir birlik de yok gibi. House ve trance etkileri aşikar. Albümün en bi kral parçası Collider uzun süresi ve hipnotik itkisi ile bu etkiyi yansıtıyor. Ha keza Open Eye Signal da öyle. Albümün ikinci yarısı ise dans ritimlerinden bir miktar uzaklaşıp atmosfere ağırlık verilmesiyle öne çıkıyor. Kısacası türe şüpheyle yaklaşanı bile ihya edip damağında lezzet verecek bu alternatif çalışmayı es geçmemek lazım.
7,50++/10
7,50++/10
12 Şubat 2014 Çarşamba
Birhan Keskin - Ba
Gündelik dil aracılığıyla yaşadığı zaman diliminde kendisini okuyucuya gizemli bir tül arkasından iletmeyi çok iyi başarıyor şair. Gizemli derken mistik değil gayet somut bir belirsizliği kastediyorum. Karmaşık ve bir noktadan sonra can sıkan imge yoğunluğundan da uzak kalemi. Bu belirsizlik en azından beni örneğin She Left Home şiirinde olduğu gibi takıntı derecesinde anlam peşinde sürüklenecek bir hale dönüştürebiliyor. Sade anlatım, dilin ucunda bir anlamla, ha buldum ha bulacağım ümidiyle buluşuyor. Öznenin baş döndürücü bir şekilde devindiği bu şiire ismini veren tümcenin peşinde koşup aslında bir şarkı ismi olduğunu keşfetmeniz bütünü ile size yardımcı olmuyor. Ama hayatını kaybeden babasına ithafen Ba ismiyle yayımladığı bu kitabının geri kalan şiirlerini anlayabilmek daha doğrusu hissedip algılayabilmek için alabileceğimiz bir kerteriz noktası var. Kitaba hakim durgunluk ve huzursuzluk hissiyatı, şairin beklenmedik bir yaşta menopoza girdiğini öğrenmemizle bir derece anlam kazanıyor. Buna rağmen kaderci anlayışın etkisinde şiirlerinde kendisini ifade edenlerin düşme riski taşıdığı lirizmin tuzağından, şiirsellikten uzaklaşarak kurtuluyor. O dizelerin kuru ve solgun ve soğuk tınlamasını buna bağlayabiliriz belki. Yine de
dürtme içimdeki narı
üstümde beyaz gömlek var
demekten kaçınamıyor şair.
she left home
Ben seninle uzun bir araf yaşadım
Ölümlere gittim geldim diyor.
Sığmam dünya yüzünde bir yere artık.
Nereden geçsem benim değil, kalamam bir yerde.
O demiyor, ben diyorum. Demiyorum, yağmur diyor.
Sana sarılmış kalmış ilk günüm ben. Böyle demişim o gün, bugün öyle diyor.
O günden bir yağmur çiçeği, önümde duruyor.
Bir davul sesi, bir davulun yıllarca titreşen sesi,
düz duvardan düşürmüş beni.
Tutunamamaklığım bundan, düşmüşüm, komadan,
uzun uzun uzamış kollarım. Kola benzemiyor.
Yerde yatan, komadaki, duvarda tutunmaktan düşen diyor;
Ağlama balım, değmez hiçbir şey senin gözünden akan yaşa.
Komadaki diyor;
Ben hala sarılıyım beline senin. İstanbul n’ey sesi olmuştu o gün bugün üflüyor… Senin yüzün bende,
senin yüzün bende. Hâlâ, diyor.
Vurmalı vurmalı o sesler içime değiyor.
Bir müzik parçası çalıyor içerde:
İçimde bir parça; ne kopuyor ne ölüyor.
Gitmek ölüm bana, kalmak haram.
Adını bilmiyordum sonra öğrendim:
She Left Home
eziyet
Ağaç duruyor
Yol da ot da.
Duran bir şey var bende,
ağaç gibi.
Onu ayaklandırıp, oradan oraya
gitmek zor.
Bende bir ağaç duruyor, bir ot
Eserse arada rüzgâr
Ağacın saçlarını o tarıyor.
Aşk ayaklandırmıştı bir kere
hatırlıyorum ama…
Şimdi rüzgâr şimdi güz
Ağacın dallarını zorluyor.
fiyort
Doğrudur taşımın çatladığı,
Rüyamın yarıldığı, uyuyana su kaçtığı doğrudur.
Taş ki durandı yalnızca.
Ve taşın çatlaması doğrudur.
İyi adamda taş çatlar.
Kesitinde kristal bir ışık ağlasın, bırak
Yer yer Kuzey’e benzemesi yüzünün
İnsanın doğrudur.
taş
İlk benim yüzüme rastladınız, en eskisiyim buranın,
Karnıyım dünyanın. Yeryüzünün ağrısı bendedir.
Kum ve kayaç benim.
Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.
Dumanın ve kalmanın büyük planıyım.
Her şeyi gördüm, her şeyi. Suyun gidişini, ağacın çiçeklenişini.
Tekrar tekrar gördüm ben daha da görürüm. Büyük Zaman, benim.
Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgârlar yurt bildi zirvelerimi.
Kırıldım, söküldüm, ufalandım; döndüm bitiştim tekrar kendime
açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde.
Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim, dilim çok uzun bir yankı.
En eskisiyim ben buranın.
güneş...yıldız
Yol uzun, güzergah zorlu; ne demeliyim?
Zarif kardeşim benim,
Seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim.
,
Sana yıldız sana güneş mi demeliyim,
Günümde hayret gecemde hayret istedim
Yer yer senin gibiyim ben yer yer kendim.
,
İnsan olan yerlerim çok ağrıyor,
Olsun, yine de sen kapanma, bu sıra benim,
Yerine bırak ben incineyim.
kesif su
Puslu ve sarı bir çin sabahı gibiyim bazen
Sağım solum kış, şehir,
Üstüne ay mavisi düşmüş bazen uzak nehir…
Dünya bana göre bazen, bazı zehir…
bir şaman, burada, bir şaman davuluna
sabah olana dek kayının kederiyle vuruyor.
dürtme içimdeki narı
üstümde beyaz gömlek var
demekten kaçınamıyor şair.
she left home
Ben seninle uzun bir araf yaşadım
Ölümlere gittim geldim diyor.
Sığmam dünya yüzünde bir yere artık.
Nereden geçsem benim değil, kalamam bir yerde.
O demiyor, ben diyorum. Demiyorum, yağmur diyor.
Sana sarılmış kalmış ilk günüm ben. Böyle demişim o gün, bugün öyle diyor.
O günden bir yağmur çiçeği, önümde duruyor.
Bir davul sesi, bir davulun yıllarca titreşen sesi,
düz duvardan düşürmüş beni.
Tutunamamaklığım bundan, düşmüşüm, komadan,
uzun uzun uzamış kollarım. Kola benzemiyor.
Yerde yatan, komadaki, duvarda tutunmaktan düşen diyor;
Ağlama balım, değmez hiçbir şey senin gözünden akan yaşa.
Komadaki diyor;
Ben hala sarılıyım beline senin. İstanbul n’ey sesi olmuştu o gün bugün üflüyor… Senin yüzün bende,
senin yüzün bende. Hâlâ, diyor.
Vurmalı vurmalı o sesler içime değiyor.
Bir müzik parçası çalıyor içerde:
İçimde bir parça; ne kopuyor ne ölüyor.
Gitmek ölüm bana, kalmak haram.
Adını bilmiyordum sonra öğrendim:
She Left Home
eziyet
Ağaç duruyor
Yol da ot da.
Duran bir şey var bende,
ağaç gibi.
Onu ayaklandırıp, oradan oraya
gitmek zor.
Bende bir ağaç duruyor, bir ot
Eserse arada rüzgâr
Ağacın saçlarını o tarıyor.
Aşk ayaklandırmıştı bir kere
hatırlıyorum ama…
Şimdi rüzgâr şimdi güz
Ağacın dallarını zorluyor.
fiyort
Doğrudur taşımın çatladığı,
Rüyamın yarıldığı, uyuyana su kaçtığı doğrudur.
Taş ki durandı yalnızca.
Ve taşın çatlaması doğrudur.
İyi adamda taş çatlar.
Kesitinde kristal bir ışık ağlasın, bırak
Yer yer Kuzey’e benzemesi yüzünün
İnsanın doğrudur.
taş
İlk benim yüzüme rastladınız, en eskisiyim buranın,
Karnıyım dünyanın. Yeryüzünün ağrısı bendedir.
Kum ve kayaç benim.
Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.
Dumanın ve kalmanın büyük planıyım.
Her şeyi gördüm, her şeyi. Suyun gidişini, ağacın çiçeklenişini.
Tekrar tekrar gördüm ben daha da görürüm. Büyük Zaman, benim.
Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgârlar yurt bildi zirvelerimi.
Kırıldım, söküldüm, ufalandım; döndüm bitiştim tekrar kendime
açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde.
Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim, dilim çok uzun bir yankı.
En eskisiyim ben buranın.
güneş...yıldız
Yol uzun, güzergah zorlu; ne demeliyim?
Zarif kardeşim benim,
Seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim.
,
Sana yıldız sana güneş mi demeliyim,
Günümde hayret gecemde hayret istedim
Yer yer senin gibiyim ben yer yer kendim.
,
İnsan olan yerlerim çok ağrıyor,
Olsun, yine de sen kapanma, bu sıra benim,
Yerine bırak ben incineyim.
kesif su
Puslu ve sarı bir çin sabahı gibiyim bazen
Sağım solum kış, şehir,
Üstüne ay mavisi düşmüş bazen uzak nehir…
Dünya bana göre bazen, bazı zehir…
bir şaman, burada, bir şaman davuluna
sabah olana dek kayının kederiyle vuruyor.
8 Şubat 2014 Cumartesi
RETRO: Dismal Euphony - Lady Ablaze (2000) EP
Black metali onla bunla melezleyip meze yaparak soytarıya dönüştürmenin gereği yok denerek gotik-endüstriyel tınıya tutundukları bu kısa albümle yeni ve son albümleri Piton miton'un habercisi olmuşlardı, yıl 2000. Vokallerde yırtıcı bir deneme, bir varyasyona başvurdukları görülüyor. Kimine komik gelebilir. Bir buçuk dakikalık sirk atmosferi yaratılan geçiş parçası Cabinet Bizarre yine de olası kiçe düşme ihtimalini yenmesi ile dikkat çekiyor. Lady Ablaze ya da Abandon modern gruvi ritimleri ile gayet dinlenesi parçalar. Ara bir akım ve ara bir dönem için idare eder bir EP, kısacası. Ama öncülü oldukları albümden daha çok şu an yeniden dinlemeye almaya karar verdiğim Bathory albümlerinin üzerimde aynı etkiyi yaratıp yaratmayacağına dair merakı büyütüyorum.
7.0/10
7.0/10
5 Şubat 2014 Çarşamba
Thrice - Major/Minor (2011)
Alternatif rock grubu Thrice'ı dinlerken sık sık 90'ları hatırlayacaksınız. Biraz zamanın gerisinde kaldığını da elbette. Ve bunları 90'lar aşığı, müzikal olarak, biri olarak ben söylüyorum. Halbuki mihrap, kumaş yerinde. Yalnız ortaya çıkan elbise iyi güzel ama o kadar da çarpıcı değil. Grubu hiç bilmeseniz dahi o vokal ve müzisyenliğin çok daha iyi işleri kotarabileceğini tahmin edebiliyorsunuz. Bu albümden önce grubun diskografisinde yarım düzineden daha fazla eser yayınladığını da düşünürseniz mevcut potansiyelin ışığında mutlaka o geçmiş günlerinden birinde magnum opus'larını yayınladıklarını varsaymak da yanlış olmaz herhalde. Sanki tarihlerinin gerileme dönemine girmişler gibi. Tabi bu Promises gibi fevkaladenin fevki bir şarkıyı bize bu albümde dinleme şansı vermedikleri, vermeyecekleri anlamına gelmiyor. Diğer bir kaç iyi adam da Call It in the Air, Trading Paper ve Anthology oluyor.
7.0+/10
7.0+/10
3 Şubat 2014 Pazartesi
Debussy - La Mer; Nocturnes; Jeux; Rhapsodie pour clarinette et orchestre (Boulez,1995)
Ünlü orkestra şefi Pierre Boulez yönetiminde Cleveland Orchestra tarafından kaydedilen bu çalışma 19 yy. sonu ve 20.yy başlarında yaşayan ve o dönemin empresyonist çizgisini müziğini yansıtan Claude Debussy'nin belli başlı çalışmalarını bir araya getiriyor. Nocturnes albüm kapağına esin de veren deniz manasındaki La Mer'den daha duygu dolu bir çalışma. İlgi çekici anlarıyla birlikte 3 hareketten oluşuyor. Genelde modernizmin etkisiyle olsa gerek melodiden çok alışması zor ritimler üzerine yürüyen tarzının tersine bu ilk parça dinlemeyi kolaylaştıran öğelere sahip. Yani ikinci adımdaki tekrarlar ve Sirenes'de deniz kızlarının fevkalade performansı gibi. Bu da orkestranın yönetiminin çelik çubuk disiplini ile yürütüldüğünü kanıtlıyor. Yaklaşık 9 dakika süren klarnet için yazılmış parça ister istemez 30'lu yılların caz kulübü atmosferini hatırlatsa da yine zor ritimleri sayesinde daha çok etüd amaçlı bir çalışma hüviyetine yaklaşıyor. 16 dakikaya varan süresiyle değişken bir tempoya sahip Jeux bu haliyle aslında bir bale performansı için yazıldığına dinleyiciyi zor ikna ediyor. Bestecinin en ünlü eseri tıpkı diğer eserlerinde olduğu gibi sıkı ve zor bir icranın ürünü. Bana o geçmiş modern (zira post-modern çağları yaşıyoruz) havası içinde geleneksele karşı iddialı çıkışıyla itici geldi. Hatta izlenim vermekten o kadar uzak ki Nocturnes dinlerken deniz havasını daha net alabiliyoruz. Ayrıca bu albümün 95 yılında çıktığına inanmak da güç. Sound 50 sene öncesinin tınılarını vermekte. Klasik müzik konusunda kör cahil olduğum için çok kulak da vermeyin laflarıma. Zira el üstünde bir Berlioz- Symphonie Fantastique geliyor aklıma.
6.75/10
6.75/10
2 Şubat 2014 Pazar
Era - Era (1997)
Ders çalışmaya yoğunlaştığım için bünyenin ihtiyaç duyduğu konsantrasyon potansiyelini müzik dinlemek için bile harcayamyorum. O yüzden yavaş yavaş demlene demlene gideceğiz bir süre. Era! Bir zamanlar gregoryan ilahilerin new age müziğinin ışığı altında yeniden yorumlandığı bir dönemi yaşamıştık hep beraber. Enigma'dan farklı olarak elektro gitarın icraya eklendiği, melodilerin popüler gereksinimleri karşılama amaçlı tırnak içinde hoş ama boşlaştığı bir ürün kotarıyor grup. Çok üretken oldukları da söylenemez. Ama biz her bir çocuğun A Memo diye dalgasını geçtiği türe damgasını vuran Ameno şarkısıyla tanıdık, aklımıza kazınan bu şarkın ve tavrın zihinlerimizden kolay kolay kazınacağını düşünmüyoruz. Aslında dinlemesi hem o kadar zevkli hem de alay konusu olma potansiyeli bir o kadar yüksek diğer şarkılar da var albümde: Enae Volare Mezzo gibi. Cathar Rhytm, Impera gibi parçalar daha eli yüzü düzgün eserler olarak görülebilir. Aslında gitar işinin dans etkisinden farklı olarak türe çok güzel uyum sağladığını bile söyleyebilirim. Alay konusu olma sebebi olarak kendimize yabancı gelen şeyin varlığı yetiyor yetmesine de burada zamana yenik düşme faktörü de öne çıkıyor.
6.75/10
6.75/10
1 Şubat 2014 Cumartesi
Metis Defterleri: Komünizm Fikri
Alan Badiou ile Zizek etrafında kümelenen ve kesişen bir grup entelektüelin özel isim olarak Komünizm Fikri üzerinde sunumlarını yaptıkları ve birbirlerini eleştirdikleri 2010 Berlin konferansı neticesinde bu kitap ortaya çıkıyor. Neticede orada yapılan sunumların derlenmesinden ibaret. Konuya benim gibi vakıf değilseniz ve öğrenme amaçlı bu kitabı elinize aldıysanız bahse konu mevzunun yüzeysel bir şekilde işlendiğini göreceksiniz. 14 farklı sunumdan fazlasını beklemek olur bu zaten. Yine de birbirlerini eleştiren metinlerin varlığının yanısıra kavramı pratikle birleştirerek kilit noktada mühim bir sorunu irdeleyen bir makale var. Politikasından hazetmediğim DSİP üyesi Bülent Somay'ın söyledikleri Badiou ve Zizek (iki ismi bir arada yazmak aynı şeyleri savundukları anlama gelmiyor) odaklaşmasını bir ölçüde dağıtıyor, bir ölçüde tamamlıyor.
Badiou diyor ki; komünizm fikrinin sadece düzenleyici değil aynı zamanda kurucu bir değeri vardır. Komünizm fikri yoksa özgürleşmenin siyasal öznesinin gerçekliği de yoktur, dolayısıyla tam anlamıyla özgürleşme siyaseti de yoktur. Öznel bağlanma ideasız olsaydı, sırf somut mücadelelere bağlı olsaydı, sendikal olmaktan öteye geçemez, bu haliyle de hakiki bir siyasal boyutu olmazdı...özgürleşme siyasetini çoğu zaman tam anlamıyla negatif şekilde sunarız:şu veya bu baskı biçimine karşı olduğumuzu, mağdurların ezenlere karşı örgütlenmesinden yana olduğumuzu söyleriz. İsrail devletine karşı Filistinlilerden, cadı avına çıkmış devletlere karşı kaçak göçmenlerden, maçoluğa karşı kadın haklarındani kapitalist sanayi karşısında da doğadan ve hayvanlardan yanayızdır. Ama bu yetmez. Bütün bunlar her biri sonuna kadar meşru olan bir takım yerel çıkarları çok iyi ifade etseler de, herkese hitap eden evrensel bir özgürleşme tahayyülünü tanımlamaya yetmeyebilir. Niyeti evrensel olmaksa siyaset mağdurların çıkarlarını üstüste yığmakla yetinemez. Mağdurların çıkarlarıyla ilgili bu savunmanın içinde bütün insanlığın özgürleşmesine dönük toplu bir hareket olduğunu belirtmek gerekir. Komünizm fikri işte bu noktada devreye girer.
Badiou makalesinde Negri'nin kendisine getirdiği teolojik ve metafizik olma yönündeki eleştirilere karşı savunma geliştirirken Negri'nin geç kapitalizmle ilgili bütün çözümlemelerine de karşı çıkar. Badiou'ya göre şu anda 19. yüzyıla daha yakınız, durumumuzda da postmodern bir taraf yok aksine özü itibariyle tekerrür eden arkaik bir modernliğin parçası. Ayrıca kapitalizmin , komünist toplum örgütlenmesine giden yolu bir şekilde açacağı düşüncesine de katılmamaktadır. Geçmişe yönelik belirlemelerde ise geçtiğimiz yüzyılda komünizm fikrinin savaşçı, askerci bir fikir olduğu ve kafayı zaferle bozduğu tespiti temel teşkil eder. Reel sosyalist devletler zafere ulaşan devrim sürecinde komünisttiler, ama sonraları bu niteliklerini yitirdiler.Militanlar devlet memurlarına dönüştüler. Öyleyse bu fikri şu askeri zafer saplantısından arındırıp yeniden dolaşıma sokmak gerekir. Dört önemli öğe vardır:1.Komünizm fikrinin gerçeği yerel siyasal deneyimlerden oluşur. Siyasal pratiği iktidar sevdasından kurtarmak şarttır.2.Komünizm fikri şiddetten uzak bir fikir olarak kavranmalı ve ifade edilmelidir. (Ancak) Karşı taraf savunma amaçlı şiddere mecbur bırakabilir.3. Düşünce ve eylemlerimizi içine yerleştirmemiz gereken çerçeve şu basit ifaeyle anlatılabilir: Tek dünya var 4.Mekanı inşa eden siyasal deneyimler, yerel gerçek ve bu kapsayıcı, doğrudan doğruya enternasyonalist tarihsel imgeselin, bunların hepsinin sentezi sınır tanımayan bir eylemciliğe gönül vermiş bir siyasal özne tanımlar.
Glyn Daly'nin, Zizek'deki sınıf kavramını tanımlaması öne çıkar: Zizek açısından sınıf, pozitif bir fail, tarihsel bir görevi üstlenen şeyden ziyade bir konumlanmama olarak düşünülmelidir. Sınıf, toplumdan kovulmuşlar, köle gibi çalışanlar, gecekondu sakinleri gibi hesaba katılmayan ve/veya adlandırlamayan veya kapitalist mantıkla bütünleştirilemeyen kimselerdir.
Marx'a göre kapitalizm özü itibariyle bir dürtü sistemidir. Kapitalizm, sermayeye aman vermeden sürekli kulağına devam et, devam et' diye fısıldar. Kapitalizm bu haliyle insan ihtiyaçlarını daha verimli bir biçimde karşılamanın yolu değil, kendi kendini üreten sermaye-değer döngüsünün (meta-para-meta) başlı başlına bir amaç haline gelmesidir. Bu dürtü de bireysel bir özellik değil sermaye hareketinin kendisinde yani daima m-p-m döngüsünde bulur.
Saroj Giri ortodoks hatta yakın durarak pek çok farklı isme eleştiri getirir yazısında. Badiou'nun komün ile proleter siyasal iktidar organları (yani özel bir devlet) meselesi ya da zorunluluğu arasındaki bağlantıları koparma çabalarından rahatsızdır. Demokratik antikapitalizmin ekonomizmine hem de Badiounun devrimci öznelik soyutlamasına karşı reel olarak komünizmi öne çıkarır. Bolşeviklerin bile bir komünizm önvarsayımında bulunduğunu yani komünizmin pratik siyasetten türemediğini vurgulanır.
Polonya'dan Goldex Poldex kolektifinin yazısında doğu Avrupa ülkeleri tesbiti çarpıcıdır. Siyasal seçkinlerinin niyetlerine rağmen komünist devletler kapitalizmin sonsuz birikim mantığıyla ve bu mantığın ekonomik rasyonalite yapılarıyla olan bağlarını hiç bir zaman koparmamıştır. Bu bakımdan doğu Avrupa'daki komünizm deneyi küresel kapitalist dünya sisteminin geleneksel olarak geri kalmış bir bölgesi için tasarlanmış bir kalkınma projesinin yaratılmasını hedefleyen, kolektif, merkantalist bir ekonomi politikası girişiminden öte bir şey değildir.
Negri, evrenselliği tamamlayan ortaklık kavramını öne sürer: Ortak, evrenseli kapsayabilir, ifade edebilir, ama evrensele indirgenemez. Zaman düzleminde çok daha geniş ve dinamiktir. Her birey, tüm bireyler konusunda evrenselden sözedebilir. Ama kendi kendine yeten birey kavramı çelişkilidir. Bireysellik yoktur, olan tek şey tekillikler arasındaki ilişkidir. ..Evrensel her öznenin tekken, yalnızken düşünebileceğidir; ortaksa her tekilliğin tam da her tekilliğin çok olup çokluk içinde , ortak ilişki içinde somut olarak belirlenmesinden yola çıkarak ontolojik olarak kurabileceği, inşa edebileceğidir. Çok'a evrensel denir, ortaksa çok ve dolayısıyla özgül olan aracılığıyla belirlenir, inşa edilir. Evrensellik ortak'ı soyut bir şey olarak görür ve tarihin seyri içinde hareket hareketsiz kılar: Ortak olansa evrenseli hareketsizlik ve tekrardan eksiltir, çıkarır. Somut olarak kurar onu.
Badiou için özne ve devrimci kopuşun ontolojik koşullarının nerede durduğunu anlamak çok zor. Çünkü ona göre her türlü kitle gösterisi hep bir küçük burjuva performansından ibarettir, maddi veya bilişsel emekle, sınıf veya toplumsal emekle ilgili her türlü dolyasız güçten yoksundur..Bizi ancak bir olay kurtarabilir: Kendisini belirleyebilecek her türlü öznel varoluşun ve kendi düzeneğine dönüşecek her türlü stratejik pragmatiğin dışında kalan bir olay. Badiou için olay (İsa'nın çarmuha gerilmesi ve dirilmesi ,Fransız Devrimi, Çin Kültür Devrimi) hep a posteriori olarak tanımlanır: dolayısıyla da tarihin bir ürünü değil bir varsayımdır. Bunun sonucu olarak devrimci olay paradoksal biçimde İsa'sız, Robespierre'siz, Mao'suz var olur...Burada ontoloji süpürülüp atılmıştır...sınıf mücadelesinin olumsuzlanması. Bir başka deyişle: Badiou'cu aşırılık yanlılığına göre, komünizm projesi ancak özel bir tarzda ve iktidardan eksilme gibi biçimlerle ortaya çıkabilir; yeni cemaat de ancak cemaatsizlerin ürünü olabilir.
İşçi sınıfı çokluk yani ortak olanı inşa eden tekillikler toplamı olarak boy gösterir şimdilerde cümlesiyle makalesini sonlandırır.
Frank Ruda ve Jan Völker sosyalizm ile komünizm arasındaki farkın altını çizerek sosyalist politikayı olumsuzlar: Sosyalist yönyitiminin adıdır. Bu nedenle sosyalizmi bir devlet biçimi olarak görmüyor ve yoksullara ve dışlananlara yardım etme kisvesi altında devleti koruyarak kendini olumsuzlayan siyasetlere sosyalist diyoruz.
Bülent Somay'a kulak verdiğimizde şunları dinliyoruz: Tarım Devrimi denen şeyin öncesinde, aşağı yukarı özgür ve eşitlikçi, ilkel bir komünal örgütlenme durumu olduğu şeklindeki safiyane inanış, derhal kurtulmamız gereken bir Aydınlanmacı-Rousseacu efsanedir...Bu halk silahlandırıldığında ne olacaktır? Devrim faaliyetlerinin sayılı günleri tükendikten sonra çoğu, silahlarını bırakıp zamanlarının çoğunu alan işlerine geri dönerler. Silah bırakmayanlar, başlangıçta da bir işi olmayan lümpen proleterlerdir. Marx'ın tehlikeli sınıf dediği bu kitle silahlı kalır ve er geç yeni polis gücünü teşkil eder. İdeolojik ve siyasal açıdan zaten hiç bir zaman proleter olmadıklarından, hiç bir zaman sınıfsız toplum, komünist toplum gibi bir hayalleri de olmamıştır. İdeolojileri intikamcılık güdümlüdür, üstelik intikamcılıkları salt eski yönetici sınıfa değil, daha müreffeh olan orta sınıflara, kültürlü sınıfa ve entelektüellere, kısaca kendileri yoksulken varsıl olan herkese yöneliktir. Eski düzenin sürekli onları kurbanlaştırdığını, dünyadan alacaklı olduklarını düşünürler; dolayısıyla yapacakları her şey (çalma, hile yapma,tecavüz, cinayet vb) sorgusuz sualsiz meşrudur.
İşçi sınıfına böyle bir misyon biçen (faillik gücü) tek şey, yapısı gereği bu sınıfın kendisini yeni bir yönetici sınıf halinde örgütleyemeyecek oluşudur. Proletarya, gelmiş geçmiş tüm sınıflar içinde, kendi zıddını ortadan kaldırma edimi esnasında kendisini de ortadan kaldıran yegane devrimci sınıftır.. Öte yandan envai çeşit sınıf ve alt-sınıftan, toplumsal ve ekonomik katmandan oluşan halkın yapısı, böyle bir misyon üstlenmesine engeldir. Tam tersine, düz haliyle halk'a, ister bir halk devrimi tarafından, ister bir ulusal kurtuluş hareketi tarafından verilmiş olsun, ne zaman tarihsl bir görev verilse sonuç hep şu iki durumdan biri olmuştur: cenin halinde bir burjuvazinin hemen üstnlüğü ele geçirerek hızlandırılmış bir büyüme süreci ile -yani orjinal İngiliz modelinden daha vahşi bir ilkel birikim süreciyle- kendisini bir yönetici sınıfa dönüştürmesi ( ulusal kurtuluş hareketleri); y da siyasal-ideolojik bir çekirdek kadronun (bnların kendilerine sosyalist veya milliyetçi demesi arasında örneğimiz bakımından hiç bir fark yoktur) kendisini halk veya bilhassa işçi sınıfı adına, belirsiz bir süre için iktidarda kalacak bir emanetçi yönetime dönüştürmesi ki bu emanetçi rejimlerin hiç firesiz tümü de sonradan birer imparatorluğa dönüşmüştür; tıpkı Jakobenlerin Bonapartizme, Bolşeviklerin de Stalinizme dönüşmesi örneklerinde olduğu gibi.
...devrimci uğrağı sonsuza kadar uzatmanın kuramını yazabiliriz( örneğin Troçki'nin sürekli devrimi), fakat böyle bir uzatma olacaksa bile bunun tek anlamı, Proletarya namına bir diktatörlük kurulacağıdır, çümkü proletaryanın kendisi bunu gerçekleştiremez. Fakat proletarya namına kurulacak bir diktatörlüğün var olabilmesi için, proletaryanın varlığını sürdürmesi, zorunlu olarak, bu sınıfın zıddı ve tamamlayıcı olan burjuvazinin de varlığını sürdürmesi anlamına gelir. Mevcut burjuvaları öldürsek, sürgüne göndersek ve malından mülkünden etsek dahi burjuvazi konumu olduğu yerde kalacak ve daha sonra başka toplumsal tabakalardan insanlar tarafından, hatta kendi kendilerini proletaryanın temsilciliğine tayin edenler tarafından doldurulacaktır...Öte yandan burjuvazi konumu ve işlevi, emanetçi birsözde sınıf tarafından üstlenilmiştir - asıl sahiplerine yetmiş yıl kadar sonra iade edilmek üzere. Bütün bunlar sözümona bir proletarya diktatörlüğü altında gerçekleşmiş, hem proletaryayı hem burjuvaziyi ortadan kaldırması gereken diktatörlük fiiliyatta her ikisini de yeniden yaratmıştır... Devrim uğrağıyla ilgili sorun, bu uğrağın hiç bir zaman yüzde yüz sürpriz şekilde patlak vermemesidir. Yaklaştığını nadiren kesin olarak tahmin edebilsek de nihayet kapıda göründüğünde, daima az çok ona hazırlıklıyızdır. Çıkıp geldiğinde, onu önceden hazırlanmış plan, proje,ütopya, ümit ve beklentilerimizle karşılarız. Jakobenler veya Bolşeviklerde olduğu gibi devrim uğrağı esnasında bir şekilde iktidarı ele geçirir fakat önümüzde planlarımızı uygulamaya elverişli maddi koşullar bulamazsak, bu gerçeği kabullenmeyi reddeder, devrim uğrağını sonsuza dek sürdürmeye, daha doğrusu, başarılı olacağımız sefere kadar devrim uğrağını tekrarlamaya çalışırız. Bu da mümkün olmadığından herhangi bir şekilde meşrulaştırılması veya maddi bir tabanı söz konusu olmayan bir siyasal biçimi (yani proletarya diktatörlüğnüü) devam ettirmiş oluruz yalnızca. Bu esnada da kendi öeşrulaştırmamızı a) ideolojik olarak yani hem kuramı hem de uğrakla ilgili pratik kavrayışları çarpıtarak, eğip bükerek ve şekillendirerek b)siyasal olarak yani çarpıtmalarımızın geçerliliğini sorgulayabilecek bütün muhalefeti elimizdeki cebir kuvvetiyle silip süpürerek kendimiz üretiriz. Bu beklenmedik gelişmeler karşısında verilecek iki temel tepki vardır..birincisi liberal naif tepkidir. Bütün devrim uğrakları kontrolsüz bir şiddete ve ahlaktan azade bir adaletsizliğe meydan veren, akılcı olmayan bir cevher içermek zorunda olduğundan, hiç bir devrim uğrağının gerçekleşmesine izin verilmemelidir...İkinci tepki, laftan anlamaz, radikal bir tepkidir.Bütün devrim uğrakları kontrolsüz bir şiddete ve ahlaktan azade bir adaletsizliğe meydan veren, akılcı olmayan bir cevher içermek zorunda olduğundan bu devrim uğraklarına tutunmak ve onları önceden yapmış olduğumuz mükemmel iyi gelecek planlarının maddi koşulları olgunlaşana kadar uzatmak gerekir..Devrim uğrakları uçucu anlardır ve iradi olarak kalıcı tarihsel dönemlere dönüştürülemezler. Nitekim devrim uğraklarının biz onları başarıyla böyle dönemlere dönüştürdüğümüzü düşündüğümüz anda tam zıtlarına yani gericilik dönemlerine, yeni kalıcı, meşrulaştırılmış şidder, sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlik düzenlerine dönüşmek gibi bir huyu vardır.
G.M. Tamas, Ruda/Völker'in eleştirisinin altını doldurmaya devam eder: modern liberal demokrasi , sosyalizmin katkısı olmaksızın ortaya çıkmazdı... Toplumsal işbölümü proletaryayı mesleklere ayırır ve bu ayrıma bir uzmanlık, işçilikten gurur duyma ideolojisi eşlik eder.
Son olarak kapanış yazısına imzayı Zizek koyar: Fikri/ideayı kendi kendisinin ürünü olarak kavrayan anlayışın ortaya koymamıza izin verdiği şey, demk ki idealist bir kendi kendini doğurma ilkesi değil, bir Fikrin/ideanın ancak onu savunan insanların faaliyetinde var olduğunu söyleyen materyalist olgudur...Reel sosyalist devletler adlarına yaraşıyordu: Bu devletler gerçeketen sosyalisttiler, oysa komünizm tanımı itibairyle devlete karşıdır...Devrimci bir hareketi tehdit eden üç başarızlık ihtimalini Alan Badiou açıkladı. birincisi bildiğimiz tam yenilgidir..İkincisi zaferde bile başarısızlığa uğrama ihtimalidir. Hareket hasımlarının iktidar programını benimseyerek onları en azından geçici olarak yenilgiye uğratır. Bu ikisinin ötesindeyse yenilginin en samimisi ama şüphesiz aynı zamanda en korkuncu vardır: Devrimin ne şekilde olursa olsun yeni bir devlet iktidarına dönüşmesinin ihanet olacağı sezgisiyle hareket eden, ama toplumsal gerçekçiliğe hakiki bir alternatif geliştirip kabul ettiremeyen devrimci hareket, aşırı solun yıkıcı nihilizmiyle saflığını koruma gibi umutsuz bir startejiye sarılır... Badiou'nın arınma kavramının yerine çıkma, eksilme kavramını geçirmesinin nedeni budur: Kazanmaktansa, iktidarı ele geçirmektense, devletle aranıza mesafe koymak ve devletin iktidardan çıkarılmış, eksiltilmiş bir takım mekanlar yaratmak daha doğrudur.
Kendi fikrimi yazmayı sevmiyorum. Ama böyle kitapları okuyunca okuyucuya telkin etmek istediğinin aksine o büyük, evrensel siyasetin imkansızlığına bağlanmaktan uzaklaşıyor, menzilin değil yolun , küçük bir yolun yolcusu anarşizan Foucault'ya geri dönüyorum.
Badiou diyor ki; komünizm fikrinin sadece düzenleyici değil aynı zamanda kurucu bir değeri vardır. Komünizm fikri yoksa özgürleşmenin siyasal öznesinin gerçekliği de yoktur, dolayısıyla tam anlamıyla özgürleşme siyaseti de yoktur. Öznel bağlanma ideasız olsaydı, sırf somut mücadelelere bağlı olsaydı, sendikal olmaktan öteye geçemez, bu haliyle de hakiki bir siyasal boyutu olmazdı...özgürleşme siyasetini çoğu zaman tam anlamıyla negatif şekilde sunarız:şu veya bu baskı biçimine karşı olduğumuzu, mağdurların ezenlere karşı örgütlenmesinden yana olduğumuzu söyleriz. İsrail devletine karşı Filistinlilerden, cadı avına çıkmış devletlere karşı kaçak göçmenlerden, maçoluğa karşı kadın haklarındani kapitalist sanayi karşısında da doğadan ve hayvanlardan yanayızdır. Ama bu yetmez. Bütün bunlar her biri sonuna kadar meşru olan bir takım yerel çıkarları çok iyi ifade etseler de, herkese hitap eden evrensel bir özgürleşme tahayyülünü tanımlamaya yetmeyebilir. Niyeti evrensel olmaksa siyaset mağdurların çıkarlarını üstüste yığmakla yetinemez. Mağdurların çıkarlarıyla ilgili bu savunmanın içinde bütün insanlığın özgürleşmesine dönük toplu bir hareket olduğunu belirtmek gerekir. Komünizm fikri işte bu noktada devreye girer.
Badiou makalesinde Negri'nin kendisine getirdiği teolojik ve metafizik olma yönündeki eleştirilere karşı savunma geliştirirken Negri'nin geç kapitalizmle ilgili bütün çözümlemelerine de karşı çıkar. Badiou'ya göre şu anda 19. yüzyıla daha yakınız, durumumuzda da postmodern bir taraf yok aksine özü itibariyle tekerrür eden arkaik bir modernliğin parçası. Ayrıca kapitalizmin , komünist toplum örgütlenmesine giden yolu bir şekilde açacağı düşüncesine de katılmamaktadır. Geçmişe yönelik belirlemelerde ise geçtiğimiz yüzyılda komünizm fikrinin savaşçı, askerci bir fikir olduğu ve kafayı zaferle bozduğu tespiti temel teşkil eder. Reel sosyalist devletler zafere ulaşan devrim sürecinde komünisttiler, ama sonraları bu niteliklerini yitirdiler.Militanlar devlet memurlarına dönüştüler. Öyleyse bu fikri şu askeri zafer saplantısından arındırıp yeniden dolaşıma sokmak gerekir. Dört önemli öğe vardır:1.Komünizm fikrinin gerçeği yerel siyasal deneyimlerden oluşur. Siyasal pratiği iktidar sevdasından kurtarmak şarttır.2.Komünizm fikri şiddetten uzak bir fikir olarak kavranmalı ve ifade edilmelidir. (Ancak) Karşı taraf savunma amaçlı şiddere mecbur bırakabilir.3. Düşünce ve eylemlerimizi içine yerleştirmemiz gereken çerçeve şu basit ifaeyle anlatılabilir: Tek dünya var 4.Mekanı inşa eden siyasal deneyimler, yerel gerçek ve bu kapsayıcı, doğrudan doğruya enternasyonalist tarihsel imgeselin, bunların hepsinin sentezi sınır tanımayan bir eylemciliğe gönül vermiş bir siyasal özne tanımlar.
Glyn Daly'nin, Zizek'deki sınıf kavramını tanımlaması öne çıkar: Zizek açısından sınıf, pozitif bir fail, tarihsel bir görevi üstlenen şeyden ziyade bir konumlanmama olarak düşünülmelidir. Sınıf, toplumdan kovulmuşlar, köle gibi çalışanlar, gecekondu sakinleri gibi hesaba katılmayan ve/veya adlandırlamayan veya kapitalist mantıkla bütünleştirilemeyen kimselerdir.
Marx'a göre kapitalizm özü itibariyle bir dürtü sistemidir. Kapitalizm, sermayeye aman vermeden sürekli kulağına devam et, devam et' diye fısıldar. Kapitalizm bu haliyle insan ihtiyaçlarını daha verimli bir biçimde karşılamanın yolu değil, kendi kendini üreten sermaye-değer döngüsünün (meta-para-meta) başlı başlına bir amaç haline gelmesidir. Bu dürtü de bireysel bir özellik değil sermaye hareketinin kendisinde yani daima m-p-m döngüsünde bulur.
Saroj Giri ortodoks hatta yakın durarak pek çok farklı isme eleştiri getirir yazısında. Badiou'nun komün ile proleter siyasal iktidar organları (yani özel bir devlet) meselesi ya da zorunluluğu arasındaki bağlantıları koparma çabalarından rahatsızdır. Demokratik antikapitalizmin ekonomizmine hem de Badiounun devrimci öznelik soyutlamasına karşı reel olarak komünizmi öne çıkarır. Bolşeviklerin bile bir komünizm önvarsayımında bulunduğunu yani komünizmin pratik siyasetten türemediğini vurgulanır.
Polonya'dan Goldex Poldex kolektifinin yazısında doğu Avrupa ülkeleri tesbiti çarpıcıdır. Siyasal seçkinlerinin niyetlerine rağmen komünist devletler kapitalizmin sonsuz birikim mantığıyla ve bu mantığın ekonomik rasyonalite yapılarıyla olan bağlarını hiç bir zaman koparmamıştır. Bu bakımdan doğu Avrupa'daki komünizm deneyi küresel kapitalist dünya sisteminin geleneksel olarak geri kalmış bir bölgesi için tasarlanmış bir kalkınma projesinin yaratılmasını hedefleyen, kolektif, merkantalist bir ekonomi politikası girişiminden öte bir şey değildir.
Negri, evrenselliği tamamlayan ortaklık kavramını öne sürer: Ortak, evrenseli kapsayabilir, ifade edebilir, ama evrensele indirgenemez. Zaman düzleminde çok daha geniş ve dinamiktir. Her birey, tüm bireyler konusunda evrenselden sözedebilir. Ama kendi kendine yeten birey kavramı çelişkilidir. Bireysellik yoktur, olan tek şey tekillikler arasındaki ilişkidir. ..Evrensel her öznenin tekken, yalnızken düşünebileceğidir; ortaksa her tekilliğin tam da her tekilliğin çok olup çokluk içinde , ortak ilişki içinde somut olarak belirlenmesinden yola çıkarak ontolojik olarak kurabileceği, inşa edebileceğidir. Çok'a evrensel denir, ortaksa çok ve dolayısıyla özgül olan aracılığıyla belirlenir, inşa edilir. Evrensellik ortak'ı soyut bir şey olarak görür ve tarihin seyri içinde hareket hareketsiz kılar: Ortak olansa evrenseli hareketsizlik ve tekrardan eksiltir, çıkarır. Somut olarak kurar onu.
Badiou için özne ve devrimci kopuşun ontolojik koşullarının nerede durduğunu anlamak çok zor. Çünkü ona göre her türlü kitle gösterisi hep bir küçük burjuva performansından ibarettir, maddi veya bilişsel emekle, sınıf veya toplumsal emekle ilgili her türlü dolyasız güçten yoksundur..Bizi ancak bir olay kurtarabilir: Kendisini belirleyebilecek her türlü öznel varoluşun ve kendi düzeneğine dönüşecek her türlü stratejik pragmatiğin dışında kalan bir olay. Badiou için olay (İsa'nın çarmuha gerilmesi ve dirilmesi ,Fransız Devrimi, Çin Kültür Devrimi) hep a posteriori olarak tanımlanır: dolayısıyla da tarihin bir ürünü değil bir varsayımdır. Bunun sonucu olarak devrimci olay paradoksal biçimde İsa'sız, Robespierre'siz, Mao'suz var olur...Burada ontoloji süpürülüp atılmıştır...sınıf mücadelesinin olumsuzlanması. Bir başka deyişle: Badiou'cu aşırılık yanlılığına göre, komünizm projesi ancak özel bir tarzda ve iktidardan eksilme gibi biçimlerle ortaya çıkabilir; yeni cemaat de ancak cemaatsizlerin ürünü olabilir.
İşçi sınıfı çokluk yani ortak olanı inşa eden tekillikler toplamı olarak boy gösterir şimdilerde cümlesiyle makalesini sonlandırır.
Frank Ruda ve Jan Völker sosyalizm ile komünizm arasındaki farkın altını çizerek sosyalist politikayı olumsuzlar: Sosyalist yönyitiminin adıdır. Bu nedenle sosyalizmi bir devlet biçimi olarak görmüyor ve yoksullara ve dışlananlara yardım etme kisvesi altında devleti koruyarak kendini olumsuzlayan siyasetlere sosyalist diyoruz.
Bülent Somay'a kulak verdiğimizde şunları dinliyoruz: Tarım Devrimi denen şeyin öncesinde, aşağı yukarı özgür ve eşitlikçi, ilkel bir komünal örgütlenme durumu olduğu şeklindeki safiyane inanış, derhal kurtulmamız gereken bir Aydınlanmacı-Rousseacu efsanedir...Bu halk silahlandırıldığında ne olacaktır? Devrim faaliyetlerinin sayılı günleri tükendikten sonra çoğu, silahlarını bırakıp zamanlarının çoğunu alan işlerine geri dönerler. Silah bırakmayanlar, başlangıçta da bir işi olmayan lümpen proleterlerdir. Marx'ın tehlikeli sınıf dediği bu kitle silahlı kalır ve er geç yeni polis gücünü teşkil eder. İdeolojik ve siyasal açıdan zaten hiç bir zaman proleter olmadıklarından, hiç bir zaman sınıfsız toplum, komünist toplum gibi bir hayalleri de olmamıştır. İdeolojileri intikamcılık güdümlüdür, üstelik intikamcılıkları salt eski yönetici sınıfa değil, daha müreffeh olan orta sınıflara, kültürlü sınıfa ve entelektüellere, kısaca kendileri yoksulken varsıl olan herkese yöneliktir. Eski düzenin sürekli onları kurbanlaştırdığını, dünyadan alacaklı olduklarını düşünürler; dolayısıyla yapacakları her şey (çalma, hile yapma,tecavüz, cinayet vb) sorgusuz sualsiz meşrudur.
İşçi sınıfına böyle bir misyon biçen (faillik gücü) tek şey, yapısı gereği bu sınıfın kendisini yeni bir yönetici sınıf halinde örgütleyemeyecek oluşudur. Proletarya, gelmiş geçmiş tüm sınıflar içinde, kendi zıddını ortadan kaldırma edimi esnasında kendisini de ortadan kaldıran yegane devrimci sınıftır.. Öte yandan envai çeşit sınıf ve alt-sınıftan, toplumsal ve ekonomik katmandan oluşan halkın yapısı, böyle bir misyon üstlenmesine engeldir. Tam tersine, düz haliyle halk'a, ister bir halk devrimi tarafından, ister bir ulusal kurtuluş hareketi tarafından verilmiş olsun, ne zaman tarihsl bir görev verilse sonuç hep şu iki durumdan biri olmuştur: cenin halinde bir burjuvazinin hemen üstnlüğü ele geçirerek hızlandırılmış bir büyüme süreci ile -yani orjinal İngiliz modelinden daha vahşi bir ilkel birikim süreciyle- kendisini bir yönetici sınıfa dönüştürmesi ( ulusal kurtuluş hareketleri); y da siyasal-ideolojik bir çekirdek kadronun (bnların kendilerine sosyalist veya milliyetçi demesi arasında örneğimiz bakımından hiç bir fark yoktur) kendisini halk veya bilhassa işçi sınıfı adına, belirsiz bir süre için iktidarda kalacak bir emanetçi yönetime dönüştürmesi ki bu emanetçi rejimlerin hiç firesiz tümü de sonradan birer imparatorluğa dönüşmüştür; tıpkı Jakobenlerin Bonapartizme, Bolşeviklerin de Stalinizme dönüşmesi örneklerinde olduğu gibi.
...devrimci uğrağı sonsuza kadar uzatmanın kuramını yazabiliriz( örneğin Troçki'nin sürekli devrimi), fakat böyle bir uzatma olacaksa bile bunun tek anlamı, Proletarya namına bir diktatörlük kurulacağıdır, çümkü proletaryanın kendisi bunu gerçekleştiremez. Fakat proletarya namına kurulacak bir diktatörlüğün var olabilmesi için, proletaryanın varlığını sürdürmesi, zorunlu olarak, bu sınıfın zıddı ve tamamlayıcı olan burjuvazinin de varlığını sürdürmesi anlamına gelir. Mevcut burjuvaları öldürsek, sürgüne göndersek ve malından mülkünden etsek dahi burjuvazi konumu olduğu yerde kalacak ve daha sonra başka toplumsal tabakalardan insanlar tarafından, hatta kendi kendilerini proletaryanın temsilciliğine tayin edenler tarafından doldurulacaktır...Öte yandan burjuvazi konumu ve işlevi, emanetçi birsözde sınıf tarafından üstlenilmiştir - asıl sahiplerine yetmiş yıl kadar sonra iade edilmek üzere. Bütün bunlar sözümona bir proletarya diktatörlüğü altında gerçekleşmiş, hem proletaryayı hem burjuvaziyi ortadan kaldırması gereken diktatörlük fiiliyatta her ikisini de yeniden yaratmıştır... Devrim uğrağıyla ilgili sorun, bu uğrağın hiç bir zaman yüzde yüz sürpriz şekilde patlak vermemesidir. Yaklaştığını nadiren kesin olarak tahmin edebilsek de nihayet kapıda göründüğünde, daima az çok ona hazırlıklıyızdır. Çıkıp geldiğinde, onu önceden hazırlanmış plan, proje,ütopya, ümit ve beklentilerimizle karşılarız. Jakobenler veya Bolşeviklerde olduğu gibi devrim uğrağı esnasında bir şekilde iktidarı ele geçirir fakat önümüzde planlarımızı uygulamaya elverişli maddi koşullar bulamazsak, bu gerçeği kabullenmeyi reddeder, devrim uğrağını sonsuza dek sürdürmeye, daha doğrusu, başarılı olacağımız sefere kadar devrim uğrağını tekrarlamaya çalışırız. Bu da mümkün olmadığından herhangi bir şekilde meşrulaştırılması veya maddi bir tabanı söz konusu olmayan bir siyasal biçimi (yani proletarya diktatörlüğnüü) devam ettirmiş oluruz yalnızca. Bu esnada da kendi öeşrulaştırmamızı a) ideolojik olarak yani hem kuramı hem de uğrakla ilgili pratik kavrayışları çarpıtarak, eğip bükerek ve şekillendirerek b)siyasal olarak yani çarpıtmalarımızın geçerliliğini sorgulayabilecek bütün muhalefeti elimizdeki cebir kuvvetiyle silip süpürerek kendimiz üretiriz. Bu beklenmedik gelişmeler karşısında verilecek iki temel tepki vardır..birincisi liberal naif tepkidir. Bütün devrim uğrakları kontrolsüz bir şiddete ve ahlaktan azade bir adaletsizliğe meydan veren, akılcı olmayan bir cevher içermek zorunda olduğundan, hiç bir devrim uğrağının gerçekleşmesine izin verilmemelidir...İkinci tepki, laftan anlamaz, radikal bir tepkidir.Bütün devrim uğrakları kontrolsüz bir şiddete ve ahlaktan azade bir adaletsizliğe meydan veren, akılcı olmayan bir cevher içermek zorunda olduğundan bu devrim uğraklarına tutunmak ve onları önceden yapmış olduğumuz mükemmel iyi gelecek planlarının maddi koşulları olgunlaşana kadar uzatmak gerekir..Devrim uğrakları uçucu anlardır ve iradi olarak kalıcı tarihsel dönemlere dönüştürülemezler. Nitekim devrim uğraklarının biz onları başarıyla böyle dönemlere dönüştürdüğümüzü düşündüğümüz anda tam zıtlarına yani gericilik dönemlerine, yeni kalıcı, meşrulaştırılmış şidder, sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlik düzenlerine dönüşmek gibi bir huyu vardır.
G.M. Tamas, Ruda/Völker'in eleştirisinin altını doldurmaya devam eder: modern liberal demokrasi , sosyalizmin katkısı olmaksızın ortaya çıkmazdı... Toplumsal işbölümü proletaryayı mesleklere ayırır ve bu ayrıma bir uzmanlık, işçilikten gurur duyma ideolojisi eşlik eder.
Son olarak kapanış yazısına imzayı Zizek koyar: Fikri/ideayı kendi kendisinin ürünü olarak kavrayan anlayışın ortaya koymamıza izin verdiği şey, demk ki idealist bir kendi kendini doğurma ilkesi değil, bir Fikrin/ideanın ancak onu savunan insanların faaliyetinde var olduğunu söyleyen materyalist olgudur...Reel sosyalist devletler adlarına yaraşıyordu: Bu devletler gerçeketen sosyalisttiler, oysa komünizm tanımı itibairyle devlete karşıdır...Devrimci bir hareketi tehdit eden üç başarızlık ihtimalini Alan Badiou açıkladı. birincisi bildiğimiz tam yenilgidir..İkincisi zaferde bile başarısızlığa uğrama ihtimalidir. Hareket hasımlarının iktidar programını benimseyerek onları en azından geçici olarak yenilgiye uğratır. Bu ikisinin ötesindeyse yenilginin en samimisi ama şüphesiz aynı zamanda en korkuncu vardır: Devrimin ne şekilde olursa olsun yeni bir devlet iktidarına dönüşmesinin ihanet olacağı sezgisiyle hareket eden, ama toplumsal gerçekçiliğe hakiki bir alternatif geliştirip kabul ettiremeyen devrimci hareket, aşırı solun yıkıcı nihilizmiyle saflığını koruma gibi umutsuz bir startejiye sarılır... Badiou'nın arınma kavramının yerine çıkma, eksilme kavramını geçirmesinin nedeni budur: Kazanmaktansa, iktidarı ele geçirmektense, devletle aranıza mesafe koymak ve devletin iktidardan çıkarılmış, eksiltilmiş bir takım mekanlar yaratmak daha doğrudur.
Kendi fikrimi yazmayı sevmiyorum. Ama böyle kitapları okuyunca okuyucuya telkin etmek istediğinin aksine o büyük, evrensel siyasetin imkansızlığına bağlanmaktan uzaklaşıyor, menzilin değil yolun , küçük bir yolun yolcusu anarşizan Foucault'ya geri dönüyorum.
Etiketler:
ANTONIO NEGRI,
BADIOU,
FELSEFE,
SOL,
ZIZEK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)