9 Eylül 2025 Salı

Italo Calvino - Varolmayan Şövalye

 Ada ve Adam yayınevlerinin bugüne kadar gelmemesine üzülmüşümdür. Calvino'nun Atalarımız koleksiyonun bu son kitabı zırhının içinde etsiz kemiksiz sinirsiz, sadece irade gücüyle ayakta duran bir şövalyeyi konu etmiş. İspanya'da Mağriplere karşı savaşan Carlomagno'nun ordusundaki şövalye ile diğer karakterlerin macerasındaki sembolizm konusunda yazarın bizzatihi kendisi sonsözü devralsın:

Bugün içinde yaşadığımız dünya, başkalarına kıyasla hiçbir değişik özelliği bulunmayan kimselerin, en ufak bireysellikten bile yoksun bırakılmış, giderek önceden saptanmış bir soyut davranışlar toplamına dönüşmüş kişilerin dünyası. Günümüzde sorun artık insanın benliğinin bir bölümünü yitirmesi değil, tümünü yitirmesi, hepten yokolmasıdır. Evrenle bir bütün oluşturduğundan, organik maddeden ayrışmayan, bu nedenle henüz varolmadığını söylebileceğimiz ilkel insanla başladık; yavaş yavaş, ürünler ve durumlarla bir bütün oluşturduğundan, hiçbir şeyle sürtüşmeyen, çevresindeki şeylerle (doğa olsun, tarih olsun) ilişkisi (savaşım ve savaşım yoluyla uyum) kalmamış, bu yüzden varolmayan, ancak soyut bir düzenek gibi dişleyen» yapay insana vardık Bu düşüncelerin düğümü içimde, yavaş yavaş, uzun süredir kafamda yer etmiş bulunan bir görüntüyle Özdeşleşti: yürüyen ve içi bomboş olan bir zırh. Öyküsünü yazmayı denedim (1959), Varolmayan Şövalye çıktı ortaya.

Agilulfo, varolmayan savaşçı, toplumumuzun tüm çevre lerinde pek yaygın bulunan bir insan tipinin psikolojik çizgilerine büründü; bu kahraman üzerinde pek rahat çalışabildim. Agilulfo formülünden (irade ve bilinçle donatılmış bir varolmayış) bir mantıksal karşıtlama süreciyle (yani düşünceden yola çıkıp görüntüye vararak; oysa genelde bunun tersini yaparım), bilinçten yoksun varlık ya da nesnel dünya ile özdeşlik formülünü elde ettim, böylece seyis Gurdulu’yu yarattım. Bu kahramanım birincisinin ruhsal bağımsızlığına erişemedi. Bun,da şaşılacak yan yok, çünkü Agilulfo Örneklerine her yerde rastlanıyor, Gurdulu örneklerine ise ancak etnoloji kitaplarında rastlanır.

Biri bedensel bireysellikten, öteki bilinç bireyselliğinden yoksun olan bu iki kişi bir öyküyü götüremezlerdi; onlar, varolma ile varolmamanın aynı kişide savaşacakları daha başka kahramanların canlandıracakları konunun yalnızca haberçişiydiler. Varolup olmadığını henüz bilmeyen kişi olsa alsa bir gençtir; demek ki bu öykünün asil kahramanı bir genç olmalıydı. Stendhal tipi bir soylu yiğit olan Rambaldo, bütün gençlerin yaptıkları gibi, varolmanın kanıtlarını arar. Varolmanın kanıtı bir şeyler gerçekleştirmektir; Rambaldo uygulamanın, deneyimin, tarihin temsilcisidir. Bir genç daha gerekiyordu, Torrismondo, onu da mutlağın temsilcisi olarak çizdim, ona göre varlığın kanıtı kendinden başka bir şeyden, kendinden önce varolandan, önce bir bütünken kopup ayrıştığı şeyden kaynaklanmalıdır.

Genç adam için, kadın varlığı kuşku götürmeyendir; böylece iki kadın çizdim: biri, Bradamante, çelişki olarak, savaş olarak sevda, yani Rambaldo’nun yüreğini çalan kadın; öteki —pek az değindiğim— Sofronia, barış, doğuş-öncesi uykunun özlemi, Torrismondo’nun gönlünün sultam. Bradamante, savaş olarak sevda, kendinden başka olanı, yani «varolmayanı» arar, bundan ötürü Agilulfo’ya tutkundu

 Geriye mistik deneyimi, bütün içinde eriyip yitme olarak varolmayı örneklemek kalıyordu, yani Wagner, Samurayların Budizmi; ve sahnede Gral Şövalyeleri belirdiler. Sonra bu kavrama karşıt olarak tarihsel deneyim olarak varoluş, o güne değin tarihin dışında bırakılmış bir halkın bilinçlenmesi kalıyordu, böylece dünyada varolduklarım bile bilmeyecek kadar yoksul ve ezilmiş olan ve varlıklarım mücadele yoluyla öğrenecek olan Curvaldia’larn Gral Şövalyelerine karşı çıkardım. Artık dilediğim tüm öğeler hazırdı; onlan içlerinde taşıdıkları o birazcık varoluş korku ve kaygıstyle kımıldanmaya bırakmak yeterdi; ama bu kez, sonunda anlattığım  Öyküye ben kendim de inanacak, dalıp gidecek değildim; madem bu bir öyküydü, şu «eğlence» diye adlandırılan şeylerden olmalıydı. Bu «eğlence» formülünü ben hep eğlenmesi gerekenin okuyucu olması diye anlamışımdır: öykünün yazan İçin de bir eğlence olması anlamına gelmez bu, yazar olaylarla arasına mesafe koyarak anlatmalıdır, soğukkanlı aiilımlarıyle coşkulan, özdenetim ile içtenlik anları birbirini izlemelidir, aslında bu en fazla yoran ve sinirlen geren yazış biçimidir. O zaman, bu yazma çabasını da somutlaştırarak bir kişiye dönüştürmek geldi aklıma; ve yazman rahibeyi yarattım, sanki anlatan oymuş gibi yaptım, bu da benim daha rahatlıkla, daha içtenlikle çalışmama olanak veriyor, öyküyü sürükleyip götürüyordu.

Gördüğünüz gibi, öyküde «ben» diyen birine gereksinim duydum, bu herhalde masal anlatımına özgü nesnel soğukluğu, modem anlatımın galiba vazgeçilmez saydığı bu lirik ve yakınlaştırıcı öğe ile gidermek içindi. Anlatının tümüyle dışında kalan bir «ben» buldum, bir karşıtlık düzeneği daha yaratmış olmak İçin de bu «ben» bir rahibe olsun dedim.

Bir anlatıcı-yorumlayıcı sbemin varlığı, dikkatimin birazını olaydan yazma eylemine, yaşamın karmaşıklığı ile, bu karmaşıklığın abece göstergeleri biçiminde aktarıldığı sayfa arasındaki ilişkiye kaydırdı. Bir an geldi, yalnız bu ilişkiyle ilgilenir oldum, öyküm yalnızca rahibenin beyaz sayfa üzerinde koşuşturan kaztüyünden kaleminin öyküsüne dönüşüyordu. Bu arada, anlatı ilerledikçe, öykünün tüm kişilerinin nasıl birbirlerine benzediklerini farkediyordum, hepsi aynı kaygı ve korkunun etkisi altında kımıldanıyorlardı, ve rahibe, kaztüyü kalem, benim, dolmakalemim, ben kendim aynı kişiydik, aynı şey, aynı kaygı, aynı doyumsuz arayıştık. Anlatılan —sanırım herhangi birşey yapan herkesin— başına gelen şeydir, kafasından her geçen şey elindeki işe —yani öyküye— yansır, ben de bu düşünceyi son bir anlatı oyununa dönüştürdüm, öykücü rahibe ile savaşçı Bradamante’yi aynı kişi yaptım. Aklıma son anda gelen bir sürpriz bu, ve sanırım size söylediğimin ötesinde hiçbir özel anlam taşımıyor. Ama siz ille de, ne bileyim, içselleştirici zekâ ile dışa-dönük canlılığın bir bütün olması gerektiği anlamına falan geldiğini düşünmeyi yeğliyorsanız, o sizin bileceğiniz iş.

Bu öyküyü dilediğiniz gibi yorumlamak da sizin bileceğiniz iş, şimdi doğuş aşamaları üstüne anlattıklarım sizi hiç bağlamasın. Ben öyküyü varlığını insan olarak gerçekleştirme yolunda bir deneyime, varlığın fethedilişine dönüştürmek istedim. Aynı zamanda «açık» diye adlandırılan türden bir öykü olsun dedim; herşeyden Önce, görüntülerin mantık çerçevesinde birbirini izleyişinden dolam, bir ovkü olarak ayakta dursun, ama gercek yaşamına, okuyucuda uyandırdığı ve önceden kestirilemeyen soru-yanıt oyunlarııye başlasın istedim. Dilerim Atalarımız’î oluşturan üç öykü çağdaş insanın atalarının soyağacı gibi görülsünler, çizdiğim her yüzde çevremizdekilerin, sizin, benim bazı çizgilerimiz sezilsin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder